25 Mayıs 2013 Cumartesi


“BÜYÜK MİLLET BÜYÜK GÜÇ” AÇILIMI
Sermaye cephesinde yoğun bir rekabet, devlet yapısı içinde iktidar kavgası, politik arenada hegemonya mücadelesi kıyasıya sürüyor.
İktidarı elinde bulunduran kuvvetler geriliyor, mevzilerini terk edip daha gerilere çekilirken, onlardan boşalan yerler yeni kuvvetler tarafından işgal ediliyor.
Politik hegemonya, güç sarhoşluğundan başı dönen AKP’nin elinde, ama bu gücü öylesine kontrolsüzce kullanıyor ki, toplumun hemen her kesiminde boğucu bir hava estiriyor, bunaltıyor.
Yeni sermaye grupları, namm-ı diğer yükselen Anadolu burjuvazisi ise politik temsilcilerinin önlerinde açtığı güzergahta hırsla, aç gözlülükle ilerliyor, devlet imkanlarından sınırsızca yararlanıyor, politik hegemonyayı elde tutmanın avantajı ile rekabet üstünlüğü kazanıyor, sermaye birikimini katlayarak çoğaltıyor.
Bu olgu, güç fetişizmi üzerine bir tartışmayı ve gücün analizini yapmayı zorunlu kılıyor.
PRAGMATİZMİN “GÜÇ”LÜ PARTİSİ AKP
Yakın tarihte askeri kışlaların giriş kapılarına asılan “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” tabelaları, militarizmin karşıtı liberaller ve burjuva demokratları tarafından eleştirilmiş, buradan cesaret bulan AKP kurmayları da orduya endeksli güç tarifine karşı çıkmıştı.
İktidar merkezinde yaşanan güç savaşını yansıtan bir ifadeyle “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” yazıları.
TSK yönetiminin iktidarı elinden bırakmaya yanaşmayacağını anlatıyor, ‘ben varsam ve güçlüysem siz var olabilirsiniz, varlığının güvencesi benim, madem öyle, güç,iktidar bende olacak’ demiş oluyordu.
Ancak bu, geriletilmiş, mevzilerini kaybetmiş yenilmiş bir ordunun ve ordu partisinin son tutunma hamlesinden başka bir anlama gelmiyordu, tutunması da mümkün değildi.
Birer birer sökülüp hurdacılara satıldı o teneke tabelalar.
Liberal aydın ve yazarların, burjuva demokratların henüz desteğini kaybetmediği sıralarda AKP bu denklemi değiştirme gücünü bulabildi kendisinde ve ‘güçlü Türkiye varsa güçlü ordu olur’ deyip TSK’yı güç denetlemenin gerisine attı.
Güçlü Türkiye nasıl olunur, bunun da açıklanması gerekiyordu.
Erdoğan’ın katıldığı son kongre diye sunulan AKP 4. Kongresi2nin temel şiarı dikkat çekiciydi: “Büyük Millet, Büyük Güç, Hedef 2023!”
Uyaklı bir ses uyumundan ibaret hoş ama boş bir söz!
Sosyalist basın, devrimciler, emekçi sol hareket dahil olmak üzere neredeyse muhalif tüm kesimler tarafından benzer bir küçümseme ile karşılandı bu şair.
Bir yanıyla doğruydu, ama gözlerden kaçan bir şey yok. muydu acaba?
AKP’nin  siyaset tarzı, yönetme anlayışı, iktidarlaşma süreci ile paralellik mi, yoksa karşıtlık mı içeriyor, bir tutarlılık taşıyor mu, yoksa tutarsız ve demagojik bir söylemden mi ibaretti bu ifade?
TSK’nın “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sloganı, nihayetinde devlete öncelik verirken, AKP’nin “Büyük Millet, Büyük Güç,  Hedef 2023” sloganının milletin en yüksek organı ve gücünü milletten alan parlamentoya öncelik verir gibi görünüyordu.
Gerçekten öyle mi?
Birinci ve ikinci hükümet dönemlerinde, AKP parlamento merkezli bir siyaset ve yönetime ağırlık veriyordu.
Parlamenter cumhuriyetin güçlendirilmesi, saygınlığı kalmamış TBMM’ye itibarını kazandırma, parlamentoyu yığınların nezdinde gerçek yasa yapıcı organ ve yönetime katılma-temsil edilme aracı konumuna kavuşturma ve bu sayede onları düzene bağlama hedef ve amacı, AKP’nin hareket noktasını oluşturuyordu.
Bu alanda izlediği çizgi ve vaad ettikleriyle ulusal ve uluslar arası geniş kesimlerden çok ciddi destekler aldı.
En önemli toplumsal desteği ise değişim isteyen Türkiye toplumu ve değişik tabakalardan gördü.
Üst üste girdiği yerel ve genel seçimlerde oy oranını istikrarlı biçimde yükseltti; muazzam bir güç yoğunlaşması elde etti.
Bu güç, AKP’yi bir yol ayrımına getirdi.
Parlamentoyu mu güçlendirecekti yoksa devleti mi güçlendirmeliydi?
GÜÇLÜ PARLAMENTODAN GÜÇLÜ DEVLETE AKP!  
Burjuva siyaset ve iktidar biçimi açısından ilkesel bir sorun değildir bu.
Zira, burjuvazinin ilkelerini sınıf çıkarları belirler.
AKP de sınıf çıkarları doğrultusunda devleti güçlendirme çizgisine yöneldi.
Burjuvazi için parlamento vazgeçilmez değil, belli dönemlerde ihtiyaç duyacağı, ezilen, sömürülen yığınları düzen içinde tutmaya hizmet edeceği ölçüde devrede bulunduracağı bir aygıttır.
Eş anlamlı olarak parlamenter cumhuriyet de olsa olsa burjuva devlet biçimlerinden bir tanesidir.
AKP, TSK-ordu partisi ile girdiği hegemonya mücadelesinde geleneksel statükocu devlete, güçlendirilmiş bir parlamentoyla karşı koyabilirdi.
Geçici bir dönem için parlamento ve parlamenter siyaset temsil organının üstünde bir yönetim organı olarak da işlevlendirilebilirdi.
Demokratikleşme, insan hakları ve özgürlükler, adalet kavramlarının öne çıkarılması ve bu sayede geniş bir destek cephesine sahip olması aynı döneme rastlar.
Parlamentonun öne çıkarılması, gerek burjuvazi için gerekse somut olarak AKP için konjonktürel bir durumdu.
Bu açıdan ele alındığında, örneğin AKP, başlangıçta kimseyi farklı olduğu yönünde kandırmamıştır.
O dönemin sermaye birikim süreci ve politik hegemonya kurmanın başka rasyonel bir yolu yoktu.
Bir zamanlar güçlü destek verdikleri AKP’nin eski AKP olmadığını söyleyerek eleştiren liberaller de meseleyi hala kanma-kandırma çerçevesinde tartışıyorlar.
AKP ve temsil ettiği burjuva sınıf, çıkarları ve karakteri itibariyle pragmatist bir parti ve sınıftır.
İdeolojisi/dünya görüşü eklektiktir.
Bu özelliği ona çok geniş siyasal-sınıfsal kesimleri kapsama, onlarla ittifak ve işbirliği yapma avantajı sağlıyor.
Ancak partiler, sınıflar ve siyaset statik değil, dinamik karakterdedir.
AKP ve içinden geldiği burjuvazinin sermaye birikimi arttıkça siyaseti de değiştirmek zorundadır, nesnel bir zorunluluktur bu değişim.
AKP, İSLAMCI BÜYÜK SERMAYENİN PARTİSİDİR
90’lara kadar Erbakan çizgisinde politik temsiliyet sergileyen “Anadolu burjuvazisi” küçük ve orta ölçekli imalat sanayi ile ticaret burjuvazisi kökenliydi.
Erbakan-RP dönemi ile sermaye birikimi ve politik hegemonya atağının önü 28 Şubat darbesi ile geçici olarak kesildi.
Geçici olarak, çünkü bu burjuva kesim, sahip olduğu sermaye birikimi ile ülke ekonomisinde ve politika alanında söz sahibi olmak istiyordu.
Ticaretten sanayi burjuvalığına geçiş aşaması, sanayi ile banka sermayesinden mali sermaye bileşimine erişmiş ve bir sıçramanın eşiğine gelmişti.
Geleneksel işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi ile rekabet ederek değil, onun yatırım ve faaliyet alanının periferinde (dış çevre) yer tutmayı tercih ediyordu.
Yerel yönetimleri kazandıkça, belediyelik ile hem yeni sermaye birikimi kanalları açtılar hem geniş çaplı yönetim tecrübeleri edindiler.
Din referanslı ideolojik kimlikleri ile İslamist temelde  yayılma avantajlarından da yararlandılar.
Ortalık kurdukları Arap finans grupları ile uluslar arası kredi kaynaklarına kavuştular.
Faizsiz bankacılık uydurmacısıyla küçük tasarruf sahiplerinin birikmiş varlıklarını nakle çevirip gerçek anlamda sıfır maliyetle muazzam sermaye yatırım imkanları elde ettiler.
Resmi İslam kimlikli ülkeler, bir yandan sermaye desteği ve kredi imkanı sunarken, bir yandan ihracat kolaylıkları ile pazarlarını açtılar.
Kuşkusuz karşılıklı bir çıkar ilişkisiydi bu.
Söz konusu ülke burjuvazileri de Türkiye pazarına girmek için ortaklıklara ihtiyaç duyuyordu.
İslam ortak paydası, bu ortaklığın ideolojik temelini oluşturdu.
Sınır aşan mezhep ve tarikatlar, kökü yüzyıllar öncesine dayanan İslam ekollerinin  günümüzdeki uzantıları, uluslar arası İslami örgütler, İslam alimleri birlikleri, İslami vakıf ve yardım kuruluşları, hac ziyaretleri, din turizmi vb. uluslararası İslamcı burjuvazi arasında ekonomik ve siyasal bağları geliştirdi.
Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Kafkaslar’a yayılan geniş coğrafyada 1,5 milyarı aşan Müslüman halk, İslamcı burjuvazinin potansiyel toplumsal tabanı ve açık pazarı haline geldi.
AKP’nin ortaya çıkışı ve eşi görülmemiş bir hızla kitlesel taban ve büyük toplumsal destek görmesi bu olgularla birlikte düşünülmelidir.
RP-Erbakan çizgisi İslamcı burjuvazinin aşırı kar arzusu, Pazar arayışı, sermaye birikimi yol ve yöntemlerine cevap veremiyordu.
AKP, İslamcı büyük  burjuvazinin sıçrama ve yayılma ihtiyacının çözümü ve aracı, bu sürecin taşıyıcı dinamosu olarak burjuva siyaset sahnesine çıkmış bir partidir.
İhtiyatlı olmak, erken iktidar kavgasına girişmemek, ittifak güçlerini çoğaltmak, iç ve uluslar arası ilişkilerde İslamcı kimliğinden dolayı hissedilen kaygıyı ve tereddütleri gidermek, uluslar arası tekellerin çıkarlarına zarar vermeme taahhüdü, sermaye birikim sürecini ve yeni pazarlara açılmayı emperyalist tekeller ve onun yerli işbirlikçileri ile rekabet yoluyla değil, hepsi ile direkt ya da dolaylı işbirliği, çıkarlarını gözetme vb. yolu ile yürüteceği güvencesi vermek gibi politik tavır ve söylemler, İslam kimliğini kullanmaktan imtina etmeyen yükselen burjuvazinin kapsayıcı politikalarının esaslarını oluşturuyordu.
DEVLETLEŞEN AKP GERÇEĞİ
2000’lerdeki AKP ile 2010’ların AKP’si, onun maddesindeki esaslı değişime uygun ve ona paralel bir değişim ve gelişim süreci geçirdi.
Bugün, AKP’nin ve bu sınıfın kaybedecekleri çok şeyleri vardır artık.
Her şeyin ötesinde egemen sınıf olma yolunda büyük mesafe katetmişler, egemenliklerini kaybetme korkuları vardır.
Erdoğan’ın öfkesi, sağa sola hiddetle yüklenmesi, elindeki iktidarı kaybetme korkusu ile alakalıdır, yoksa bir belagat sorunu değildir.
Dolayısıyla, AKP bu nesnelliğe göre siyasetini kurgulamaktadır.
Otoriter baskıcı yönetim, tek adam hevesi, AB hedefi ve değişim programından uzaklaşma, başkan ya da başkanlık sistemi ve daha çoğalabilecek yönelimler, AKP’nin devletleşme/iktidarlaşma sürecinin döşeme taşlarıdır.
AKP’nin “Büyük Hüç” dediği devlet gücüdür, kendisinin yönetme aracı olarak kullanacağı “güçlü devlet”in soyut ifadesidir.
Ekonomik ve toplumsal yaşamın baskı altına alınması, halklar ve özgürlüklerin kullanımının kısıtlanması, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün daraltılması, hak arayan tüm kesimlerin dolaysız devlet şiddetine maruz kalması, politik kontrol mekanizmalarının sert yasa ve yasaklarla takviye edilmesi; güvenlik güçlerinin büyümesi-merkezileşmesi, yetkilerinin artması vb. adımlar ilan edilmemiş bir sıkıyönetim yanlılığını gösteriyor.
Parlamento, politik baskıya yasal görünü verme ve devlet baskısını örtme işlevi oynuyor.
Dün devlet organlarının antidemokratik tavırlarına itiraz ediyor, eleştiriyordu.
Anayasa Mahkemesi ve yüksek yargı organları, HSYK, YÖK ve Rektörler Kurulu vb. kurumların demokratikleşme adımlarına engel olduklarını öne sürüyordu.
Bugün aynı kurumları hegemonyası altına alınca, iktidar aygıtları olarak kendisi etkin biçimde kullanıyor.
Dün hiçbir devlet organının parlamentonun üzerinde olmayacağını söylerken, bugün bazı kritik devlet kurumlarını parlamento denetiminin dışında tutuyor, devlet üstü yapılar oluşturup yönetimi özerkleştiriyor ve merkezileştiriyor.
AKP, EMPERYALİST DÜNYAY YENİ UYUMUMUN ADIDIR
AKP’nin, statükocu devlete bağımlı kontrgerillaları tasfiye edip kendi kontrgerillasını örgütleme, MGK diktatörlüğünü geriletip AKP diktatörlüğünü inşa etmesi, yarı askeri faşist diktatörlüğün yerine dinci-milliyetçi faşizmi örgütlemesi gibi tartışmalar devlet-iktidar-politik hegemonya evrimini açıklamaya yetmiyor.
Bu süreç, uluslar arası ekonomik-politik merkezlerin onayı ve eşgüdümü ile deyim yerindeyse emperyalist dünya siyaseti ile uyumludur.
Dolayısıyla, iç ve uluslar arası bağlantıları ile birlikte devletin reorganize edilmesi, iktidarın yeni ellerde yoğunlaşması ve uluslar arası burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda kullanılacak politik hegemonya araç ve yöntemleri ile bütünlüklü ele alınmalıdır.
Bu arada İslamist burjuva ideolojilerinin dünya genelinde yükselişte olan dinamik bir gücü temsil ettiğini de ekleyelim.
AKP uluslar arası ekonomik ve politik sürece entegre olurken bu avantajını da kullanıyor.
Tarihin gerisinde kalan geleneksel statükocu devlet ve ulusalcı Kemalist-faşist rejim, uluslar arası sermaye ve işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin ekonomik-politik dönüşüm ve gelişimine daha fazla hizmet edemezdi.
Birincisi, AKP ile ilerleyen süreç dar bir burjuva ulusalcı kesim hariç sömürgeci burjuvazi ve egemen sınıfların gelecek perspektifleriyle örtüşüyor, açıktan verilen desteğin yanı sıra sürece taş koymama biçiminde dolaylı destek iç ve uluslar arası ekonomik-politik program üzerinde bir ortaklaşma ve konsensüs anlamına geliyor.
AKP KENDİ SENDİKALARINI KURDU
AKP devleti dönüşürken kendisi de dönüşüyor, ancak daha belirgin olan devletin AKP’lileşmesi değil, AKP’nin devletleşmesidir.
AKP’nin devletleşmesi tek yönlü, sancısız ve  çatışmasız ilerlemiyor.
Onu yolundan döndürecek, ele geçirdiği mevzilerden söküp atacak kudrette bir politik güç kısa vadede karşısına çıkacak gibi görünmüyor.
Yine de egemen sınıflar arasında burjuvazinin klikleri ve farklı çıkarlar peşinde koşan kuvvetler arasında şimdilik lokal düzeyde ve örtülü iktidar kavgaları yaşanıyor.
Bu kavganın tarafları arasında eski iktidar sahipleri ve bugün payına razı olmayan iktidar ortakları yer alıyor.
Egemen sınıfların saf değiştirmelerini, bir ortaklıktan diğerine geçmeleri, yeni ittifaklara yönelmelerini belirleyen olgu sınıf çıkarlarıdır.
Değişimci koalisyondan pazarlık gücü yüksek olan, dolayısıyla iktidardan daha fazla pay isteyenle bu koalisyonunun zayıf gücü olup kendisine parya muamelesi yapılan taraflar.
AKP’nin iki zayıf noktasını oluşturuyor.
Sınıf ilişkileri ve sınıfsal çıkarlar, toplumsal muhalefet güçleri ve sınıf mücadelesi karşısında değişime-bozunuma uğrar, saf değiştirmelere ve yeni ittifaklara zorlar.
İşte AKP’nin korkularını kabusa çeviren güçlü olasılıklardan birisi de budur.
Devlet ve iktidar doğrultusunda kurumsallaşma adımları ve yönetim tarzına sadece iktidarını sağlamlaştırma gözüyle bakılırsa genel ve soyut, siyaseti kendi başına amaç edinmiş bir parti olarak görme ve sunma hatasına düşülür.
AKP, sermaye birikimini güvence altına almak için yasallaştırılmış bir baskı düzenine, hesap verme zorunluluğu olmayan keyfi bir yönetim aygıtına ihtiyaç duyuyor.
Bunun için kitlelerin desteği ile yüksek oy oranı, yani kitlelerin sadakatini kazanma çabalarını da göz ardı etmiyor.
Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi milli hamasi nutuklar tek başına yeterli değildir bu sadakat için.
İşçi ve emekçilerin, yoksulların, emek cephesinin de rızasını alması gerekiyor.
Bu amaçla, bir yandan çalışma ve iş yaşamını düzensizleştiriyor, paralize edip sendikaların ulusal düzeyde ekonomik ve politik faaliyetlerini kırarken, bir yandan yerel düzeyde parçalarda, üretime dayalı sanayi işletmelerinde pazarlık imkanalrının kalmasını gözetiyor.
Emek hareketini tümüyle ortadan kaldırmıyor, ayrıcalıklı bir katman geliştiriyor, sendikalar üzerindeki gücünü pekiştirecek tedbirler ılımlı bir sendikal bürokrasi yaratıyor.
İşçi ve memur sendikaları arasında kitlesel tabana sahip hatta en büyük konfederasyon gücüne erişmiş sendikal örgütlenmeler bu yönelimin sonuçlarıdır.
Mevcut sendikalar arasında burjuva sarı sendikacılık yaftalı kimi sendikalarla dahi birlikte çalışmaya yanaşmıyor olması dikkat çekicidir.
Sendikal bürokrasiyi ekonomik-politik rüşvet ya da baskı yolu ile yanına çekmekten ziyade yeni sendikalar kurmayı, yeni sendikal bürokrasi yaratmayı tercih etmesi diğer burjuva parti ve hükümetlerden farklı bir yönetime işaret ediyor.
AKP’Yİ AŞINDIRMAK VE AŞMAK
AKP’nin artan siyasal baskısının halk arasında bir toplumsal temeli gerekiyor.
Eğer kitle sadakati-toplumsal rıza üretimi parlamenter rejimde salt hegemonik politikalarla mümkün olaydı “güçlü devlet” gereksiz olabilirdi.
Öyle anlaşılıyor ki AKP, elinde tuttuğu parlamento aracı ve uyguladığı hegemonik politika yöntemleri ile bu rıza üretimi ve sadakati yeterli bulmuyor, uzun erimli, kalıcı ve sürekli olmayacağından kaygı duyuyor, daha sert baskı yöntemleri ile “güçlü devlet” meylediyor.
Sermayenin ekonomik ve politik hakimiyetini sürdürebilmesi için gerekli stratejileri üretmede üzerine düşeni yerine getiriyor.
Hak arayan, direnen kesimler, ilerici, sosyalist partiler, Aleviler, Kürtler, ötekileştirilenler, nükleer karşıtları, HES protestocuları, barınma hakkı için mücadele edenleri, toptan politik temsilin kurum dışı biçimleri olarak tasnif ediyor, gelişmelerini büyümelerini önleyici her yola baş vuruyor.
Bunun kalıcılığı ve güvencesi ise politik güçler dengesine bağlıdır.
“Güçlü devlet” resmi kurumsal yapıda güçlü olabilir, fakat devlet iktidarı verili andaki sınıf mücadelesinin sertliği ve keskinliği tarafından aşındırılır ve aşılır.
Ne kadar güçlü de olsa baskıcı müdahaleleri zayıf ve etkisiz kalmaktan kurtulamaz.
Bu kaçınılmaz son AKP’nin de kaderidir.
Güç yoğunlaşmasının zirvelerine erişen AKP’nin, Kürt yurtsever hareketi karşısındaki acizliği ve çaresizliği bunun kanıtıdır.
Genel olarak burjuvazinin parlamenter demokrasiden “güçlü devlet” baskıcılığına yönelmesi onun gücünü değil, yönetme zayıflığını gösterir.
AKP’nin “güçlü devlet”i Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin, devrimcilerin ve sosyalistlerin, Kürt halkı ve ulusal azınlıkların çok yakından tanıdıkları faşist devletten başkası değildir.
Devrimci harekete düşen görev, AKP ve egemen sınıf güçlerini yönetemez duruma düşürmek, en güçlüsü dahil olmak üzere devlet biçimlerini işlemez hale getirmek ve devrimci durumu örgütlemektir.
KADIN DÜŞMANI AKP
AKP, “Büyük millet büyük güç” sloganında, erkek egemen kapitalist sistemin kadın düşmanı politikalarını da tanımlıyor.
Nazi Almanyası örneğinde de görüldüğü üzere AKP Hükümeti’nin 10 yıllık iktidarı, “üç çocuk” söyleminden, kürtaj hakkının yasaklanmasına ve çocuk doğurma yönteminin belirlenmesine kadar varan erkek egemen cinsiyetçilikle kadınlara saldırısını sürdürdü.
Kadının korunması değil, “Büyük millet”i oluşturacak olan ailenin korunması esas alındı.
AKP Hükümeti’nde kadına yönelik şiddet %1400 arttı.
Son 9 yılda 4190 kadın katledildi.
Koruma talebiyle polise veya savcılığa başvuran kadınların %73’ü öldürüldü.
Onbinleri aşan çocuk ve kadın, cinsel saldırılara maruz kaldı.
MEDYADA TEK SES
Tutuklu gazeteci sayısı 105’e kadar çıktı, tahliye olanlarla halen, çoğunluğu Kürt basınından 80’i bulan gazeteci tutuklu.
Süren davaların ise sayısı binlerle ifade ediliyor.
AKP Hükümeri, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun oluşmasında ve etkin bir mücadele yürütmesinde öncülük yapan Türkiye Gazeteciler Sendikası’nı da hedef alıp, Anadolu Ajansı’ndaki üyeleri baskı ve zorla istifa ettirdi.
Ana akım medyadan birçok gazeteci, AKP politikalarını eleştirdiği için işten atıldı.
Sosyalist basından çalışanları ve yazarları hapis yattı.
Haberde Objektif-Yorumda Devrimci Atılım Gazetesi Eski Yazıişleri Müdürü Hatice Duman, müebbet hapsi aldı.
AKP İKTİDARININ 10 YILLIK İCRAATLARINDAN BAZILARI
Her aileden %64’ü borçlu yaşıyor. Yurttaşların toplam borcu 6,5 milyardan 252 milyar TL’ye yükseldi. AB standartlarına göre yoksul sayısı 17 milyon. Kayır dışı istihdam %40.
Genel Sağlık Sigortası Yasası çıkartılarak sosyal güvenlikte özelleştirme yolunda önemli bir adım atıldı. Sağlık için bütçeden harcanan para artarken, bu paranın büyük kısmı özel hastanelerin kasasını doldurdu.
Tersaneler, madenler, inşaat sektörü başta gelmek üzere 10 yıllık AKP iktidarında 10 bin 297 işçi yaşamını yitirdi. Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa birincisi ve Dünya üçüncüsü durumuna geldi. Afşin Elbistan’da göçük altında kalan termik santral işçileri için Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Güzel öldüler!” sözü, AKP’nin emekçi düşmanlığının simgesi oldu.
Doğal afetler, alınmayan önlemler nedeniyle yıkımlara yol açtı. Samsun’da dere yataklarının yer değiştirilmesiyle yapılan TOKİ binalarında yaşanan sel nedeniyle 6 vatandaş yaşamını yitirdi. İstanbul’da değişik dönemlerde yaşanan sel felaketlerinde toplam 31 kişi öldü.
Van depreminde 644 kişi yaşamını yitirirken, depremden etkilenen Vanlıların büyük bir kısmı halen çadırlarda yaşıyor. Kentsel dönüşüm adıyla, yüz binlerce ev hakkında yıkım kararı alındı.
AKP, tekçilik siyasetinin devamcısı oldu. Tek millet, tek bayrak, tek din, tek dil, tek mezhep, tek cinsiyete kadar, Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim haklarını, inançlarını yok saydı. Aşağıladı, hakaretler yağdırdı. Evler işaretlendi. Asimilasyon politikalarına fiziki saldırılar eklendi. Son olarak, Malatya Süngü’de Alevilere saldırılar düzenlendi. Ezidi inancı aşağılandı. LGBT bireylerine yönelik nefret söylemleri cinayetlere kadar vardı, onlarca kişi yaşamını yitirdi.
Başbakan Erdoğan, Kars’taki “İnsanlık heykeli”ne ucube olarak tanımlaması, 10 yıllık iktidarının kültür ve sanata yaklaşımını ortaya koydu. Barajlar, Bergama ve Hasankeyf başta olmak üzere tarih sulara gömüldü. Şehir Tiyatroları, bürokratların yönetimine verildi.
“Sıfır sorun” adı verilen dış politika, Suriye’yle savaş eşiğine getirdi. “Bölge liderliği” yaklaşımıyla, sorunsuz sınır komşusu kalmadı.
Eğitim sistemi, 4+4+4 sistemiyle, sermayenin, dinin ve AKP siyasetinin hizmetine sokuldu. Sınav sistemindeki şifre skandallarıyla milyonlarca öğrenci mağdur oldu. “Demokratik, bilimsel, anadilde eğitim” talep eden öğrenciler gözaltı ve tutuklama saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Atanamadıkları için gelecekleri kararan yüz binlerce öğretmen adayı “Atanamayan öğretmenler” hareketi başlattı.
 Kürt sorununda çözümsüzlük, onlarca çocuk, askerlerin ve polisin kurşunuyla yaşamını kaybederken “TMK mağduru çocuklar” kavramı AKP siyasetini tanımlar hale geldi. Tutuklanan çocuklar, Pozantı örneğinde olduğu gibi hapishanelerinde işkence, tecavüz, taciz saldırılarına  uğradı. Roboski katliamı AKP iktidarının gerçek yüzüydü. 34 Kürt köylüsü, savaş uçaklarından atılan bombalarla yaşamını yitirdi. Kürt siyasetçilerine vurulan kelepçeler bir kez daha görüldü. AKP iktidarında milletvekilleri de dahil olmak üzere BDP çatısı altında siyaset yapan binlerce kişiyi, KCK davaları adı altında hapishanelere tıktı. Anadilde eğitim ve savunma hakkı talepleriyle, 72 hapishanede 10 bine yakın Kürt siyasetçisi açlık grevine girdi.

22 Mayıs 2013 Çarşamba



YETERLİLİK SİZSİNİZ İŞÇİ SINIFI!

Burjuvazi ve hükümeti, önümüzdeki dönemde kadrolu öğretmenleri de daha ağır bir performans/yeterlilik boyunduruğuna almayı hedefliyor.
Milli eğitim bakanı, bu sistemi daha nitelikli eğitim, daha yetkin öğretmenler için, diye gerekçelendirdi.
Oysa, performans sisteminin amacı, emeği yetkinleştirmek değildir. Tam tersine, işçinin kendini hep yetersiz hissetmesini sağlamaktır.
YETERSİZ, VE DOLAYISIYLA ÖĞRETİ VE GEREKSİZ! 
Bu yüzden her türlü performans ölçme/değerlendirme sistemi, işçileri sermaye için yeterliliklerini ve dolayısıyla gerekliliklerini kanıtlayabilmek için kendilerini parçalarcasına rekabete koşullandırır. Özgüvenlerinin büsbütün kırılmasına yol açar. Köleliği derinleştirir. Sermayenin yalnız sömürüsünü değil egemenliğini de, emeğin (sürekli bir “yetersizim, her an gereksiz de olabilirim!” korkusuyla) bizzat içgüdüsü haline getirip, azamileştirmeyi amaçlar.
İşçiler çalışırken sürekli tepelerinde kendilerini az çalışmakla, yetersizlikle suçlayan şeflerin
baskısından muzdariptir. Fakat performans sistemi bundan fazlasıdır: Performans sistemi bir kez
yerleşti mi, artık, çok çalıştığını ve “yeterli” olduğunu tepesindekilere sürekli kanıtlamak durumunda olan bizzat işçinin kendisidir. Performans sisteminin ve emeği ölçme, değerlendirme, karşılaştırma mekanizmalarının en yıkıcı sonucu işte budur. Bu, suçlayanın “suçu” kanıtlaması yerine her daim potansiyel “suçlu” addedilenin “suçsuzluğunu” (sermaye için çok çalıştığını, yeterli ve gerekli olduğunu) kanıtlamakla yükümlü tutulduğu sermayenin emek üzerindeki despotik bir yargı mekanizmasıdır. İşçilerin kendilerini sürekli yetersiz, ve dolayısıyla eğreti ve gereksiz (aldığı üç kuruş ücreti bile haketmiyor, sanki patronun zamanını ve parasını çalıyor  gibi) hissetmesiyle sağlanır. Yetersizlik baskısı ücretli köleliğin ayrılmaz bileşenidir
İşçinin işinde ve yaşamında kendini yetersiz hissetmesi, ücretli kölelik sisteminin ayrılmaz bileşenidir.  İşçi patrona ne kadar değer (artıdeğer/sermaye) üretirse, kendi işgücü  o kadar değersizleşir. Sermaye birikimini sürdürmenin ve yükseltmenin ilk koşulu, emek üretkenliğini durmaksızın artırmak, sınırsızca artırmaktır. Zaten sermaye emek üretkenliğini artıramaz hale gelince krize girer. Krizden çıkmasının da ilk koşulu da, yeni teknolojiler, yeni üretim ve emek
organizasyonları, daha az işçiye daha çok iş yaptırmak, çalışma temposu ve süresini artırmak, bir
bütün olarak emek üretkenliğini bir üst düzeyden azamileştirmektir.
Kapitalizmin mutlak yasası: Bir kutupta sermaye birikimi, diğer kutupta, kendi emeklerini patronlara sermaye olarak üreten işçilerin safında ise sefalet birikimi. İşte işçilerin kendilerini değersiz, yetersiz, yeteneksiz, gereksiz hissetmeleri de bu sefalet birikiminin biçimlerinden biridir.
Üretimin araçlarından yoksun; emek sürecinde bile kontrol ve inisiyatife sahip olamayan; zaten salt bir “işgücü”ne indirgenmiş, işgücü de patronların komutasında bir meta haline gelmiş; toplumsal-teknik iş bölümüyle yaşam ve çalışma alanı alabildiğine daraltılmış ve parçalanmış; toplumsal,
politik, kültürel olarak etkin bir yaşama ne vakti, ne enerjisi kalan, ne de bunun eğitim ve olanağına
sahip olabilen; kendisinin ve ailesinin çoğu zaman en temel istem ve gereksinmelerini bile karşılayamayan … işçilerde derin bir “yetersizlik” sendromu yaşanması kaçınılmazdır.
İşçilerin içine itildiği ve olağan koşullarda çoğunluğunun da kabullendiği bu “yetersizlik” kapanı olmasaydı, kapitalizm kapitalizm olmazdı. Bu, basitçe psikolojik bir sorun olmayıp, kapitalist kölecilik sisteminin yapısal bir bileşenidir. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki en yıkıcı, en kıyıcı
hakimiyet biçimlerinden biridir. En ileri bilimsel, teknolojik emekten en ince duygusal, estetik
emeğe kadar üretim ve yaşamı var edip durmaksızın geliştirenlerin, bilmeye ve kendi emek ve
yaşamlarını yönetmeye, kendileri için yeni ve daha yüksek bir yaşamı da kurmaya yetenekli olmadıkları; sermaye hükümranlığına mecbur oldukları önyargısı, kapitalizmin temel bir sınır taşıdır. Bu önyargının yıkılması da, kapitalizmin mezar taşı olacaktır.
NEOLİBERALİZM: EZELİ YETERSİZLİK 
Neoliberal üretim ve emek organizasyonları, işçilerin işteki yetersizlik duygusunu had safhaya vardırır. Artık işçiler arası dayanışma, birbirine bilgi ve beceri aktarımı ile kazanılacak bir “yeterlilik”
yoktur. Kalıcı işlerde, iş güvencesi ve deneyimle kazanılacak bir “yeterlilik” yoktur. Belli bir işin yapılabilmesi için hiçbir zaman yeterli sayıda işçi istihdamı da yoktur. Dahası, eğitimle, bilgiyle,
beceriyle de kazanılacak bir “yeterlilik” de yoktur. İşçiler için, işsizlik ve güvencesizlik kapanına
alınan eğitimli işçiler de dahil, sürekli derinleşen bir “yetersizlik” baskısı ve duygusu vardır.
Bu “yetersizsiniz!” baskısıdır ki işçileri, 1- Sermaye için kendilerini parçalama “yeterlilikleri”ni
de bizzat kendilerinin kanıtlaması zorunluluğunda bırakır. (Bu “yeterlilik”, öğle tatillerinde ve hafta
sonlarında çalışma, fazla mesai ücreti almadan fazladan çalışma, iş tanımında olmayan angarya işlerini yapma, iş dışında da işini gelecekte koruyabilmek ya da işten atıldığında yeni iş bulabilmek
için bilgisayar, dil gibi çeşitli kurs ve dershanelere gitme, yeni “yeterlilik” sınavlarına hazırlanma,
vb gibi biçimler kazanır.) 2- Patron ve şeflere karşı tepki ve taleplerini dile getirmekten alıkoyar.
İşsizlik, güvencesizlik, aynı işyerinde bile işçilerin farklı istihdam biçimleri, ücret ve statü farklarıyla parçalanması ve katmanlılaştırılması, yönetim teknikleri ve rekabetle birbirinden tecrit edilmesi… Neoliberalizm, eğitim, sağlık, çalışma, emeklilik, her şeyin, tüm bir yaşamın bireysel atomizasyonudur. Neoliberal emek organizasyonunun (hukuki ifadesini bireysel iş sözleşmesinde bulan) özü de, işin bireyselleştirilmesidir. Her türlü üretim ve emek sürecinin iç içe geçtiği, birbirine
bağlandığı, üretim ve emeğin toplumsal niteliğinin olağanüstü geliştiği günümüzde, tekil işçinin, hem de yaptığı iş üzerinde hiçbir kontrol ve inisiyatif tanınmadığı halde, yaptığı iş ve sonuçlarından yalnızca bireysel olarak sorumlu tutulmasıdır.
Emek görülmemiş toplumsal bileşik bir nitelik kazandığı halde,
1- İşçilerin birbirinden soyutlanması,
2- İşçilerin yalnız birbiriyle değil kendi kendileriyle acımasız bir rekabete sokulması,
3- İşin mutlak biçimde bireyselleştirilmesi,
4- Emeğin “ölçme ve değerlendirilmesi”nin de, her türlü nitelikten soyularak tümüyle sayısallaştırılması…
Böylelikle, işçinin işteki “yeterliliği”, artık belirli tarihsel ve toplumsal bir bağlam içinde, belirli
bir deneyim ve bütünün parçası olarak var olamaz. Daha doğrusu işçinin kendisi açısından belirli bir
toplumsal bağlam, deneyim ve bütünün parçası olarak algılanamaz hale gelir. Sayısallaştırılmış “yeterlilik” her türlü somut bağlamdan ayrı, sürekli değişmeye hazır, patronun karlılığına ve kaprislerine, piyasanın gereklerine göre ancak anlık olarak var olabilen, her an uçup gidebilir, yerine yenisi ile değiştirilebilir, sayısallaştırılmış (soyut) bir karakterdedir. “Yeterlilik”, sadece o anda sermayenin azami birikimine yeterli olma ihtimalidir. Sayısallaştırılmış her türlü
eğitim-deneyim, her türlü bilgi-beceri her an “yetersiz” addedilmeye, yerini hemen alıverecek yeni
bir sayısal “yeterlilik” ölçüsüne bırakmaya hazır olmalıdır. Böylelikle konulan her “yeterlilik” ölçütü
ve değerlendirmesi daha geniş bir kesimi “yetersizler” safına fırlatır. Güvencesiz çalıştırılmalarını, ücretlerinin düşürülmesini veya işlerine son verilmesini rasyonalize eder. Zaten performans sisteminin ve onun ayrılmaz bileşeni olan sayısallaştırılmış yeterlilik ölçme ve değerlendirme mekanizmalarının asıl işlevi, her türlü emeği birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirip, işçiler arasındaki rekabeti körüklemek, emeğin (artıdeğer) üretkenliğini son sınırına kadar artırmak,
ve bunun kadar önemlisi, emek üzerinde içselleştirilmiş bir azami kontrol ve güdüm kurmaktır.
EMEK ÜZERİNDE AZAMİ KONTROL-GÜDÜM 
Şunlar ne kadar vurgulansa azdır: Her türlü performans sistemi, emeğin sayısallaştırılmış kontrolüne dayanır. Emeğin sürekli yinelenen, dolayısıyla sayısal olarak ölçülebilir bir takım en basit işlemleri yapmaya indirgenmesine, bu “istendik” işlemlerin her işçi açısından sayısal olarak hesaplanıp/birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirilmesine, bir takım sayısal yeterlilik ölçüt ve kademelerinin konulmasına dayanır. Hepsi birlikte, emek üretkenliğini (sömürüsünü) ve emek
üzerindeki kontrolü azamileştirmenin araçlarıdır. Sayısallaştırılmış yeterlilik ölçme/değerlendirme sistemleri, aynı zamanda sermayenin emek üzerindeki azami egemenlik, kontrol ve yönetim araçlarıdır.
Çünkü ölçülemeyen emek tam kontrol altına alınamaz. Bilimsel emek, sanatsal emek, sportif emek, öğretmen ve sağlıkçının emeğinin ölçülebilir hale getirilmesi, bu alanlarla da öznel emek süreçlerinin (kendi emek süreçleri üzerindeki kısmi özerklik ve inisiyatif olanağının) ölüm çanıdır. Öznel emekten nesneleştirilmiş emeğe, nitel emekten sayısallaştırılmış emeğe, içeriksel emekten
biçimselleştirilmiş emeğe, özgül emekten genel emeğe, işinde yeterli ve gerekli olan emekten yetersizlik duygusu içinde ve her an gereksizleşebilir emeğe geçiş olarak, yıkıcı proleterleşme sürecinin en çarpıcı dinamik ve ifadelerinden biridir.
Bireysel rekabetçi performans sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucu da, bu alanların tümünde,
yalnızca mesleki örgütlerin değil, mesleki statülerle birlikte mesleki kolektif birikim ve kültür, norm ve kimliklerin tasfiyesinin hızlandırılmasıdır. Bu yüzden, bilim insanının, akademisyenin, aydının, sanatçının, sporcunun, mühendisin, mimarın, avukatın, öğretmenin, sağlıkçının emeği ne kadar nitelikli olursa olsun; kendine ne kadar toplumsal gereklilik ve statü atfederse etsin, bir kez sayısal olarak ölçülebilir bir takım basit hareketlerin yapılmasına indirgenince, zaten basit emekle  karşılaştırılmaya ve basit emeğe doğru indirgenmeye başlamış;
sermaye tarafından tam zaptedilerek, genel emeğin her an vazgeçilebilir herhangi bir parçası
haline gelmiş demektir.
Bugün bir futbolcunun yalnız kaç gol attığının değil, kaç isabetli şut ve pas attığının, kaç asist yaptığının, kaç top çaldığının, maç boyunca kaç kilometre koştuğunun da hesabı tutuluyor. Futbolcuya bunlara göre “değer” biçiliyor. Bu ayrıntılı sayısal istatistiklerin tutulması ve her maçtan sonra yayınlanması bile, futbolcuyu sayısal pas, şut, top çalma vb ratinglerini artırmak için gü-
dümlemenin aracıdır. Sırf bu sayısal “performans” ölçme/karşılaştırma istatistikleriyle bile, futbolcular “seyir verimliliğini” artırmaya zorlanır, maçların daha tempolu ve kıran kırana oynanmasıyla, seyirci daha çok bağlanır ve daha çok seyirci çekilir. Futbol sektörünün bağlayıcılığı ve
karlılığı artırılır.
Oyun temposunun ve agrasifliğinin azamileştirilmesi, her futbolcunun haftada 2-3 maça çıkması, ağırlaştırılmış antrenmanlar, son dönemlerde daha önce görülmemiş biçimde
maç sırasında ölüm ve baygınlık olaylarının da nedenidir. Bunlar da kapitalizmin emek üretkenliğini ve kontrolünü azamileştirme tekniklerinin yol açtığı iş cinayetleridir!
ABD ve İngiltere’de “Eğitim Standartları Büroları” kurulmuş, öğretmenlerin terfi ve atamaları, ücret düzeyleri ya da işlerine son verilmesi, okul ve öğrencilerin “performans” sıralamasına göre yapılması planlanmaktadır. Gelişme, küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin küresel eğitim, sağlık vb üst kurullarının oluşması, ülkelerin eğitim, sağlık sistemlerinin daha doğrudan
bunlar tarafından ölçülüp birbiriyle karşılaştırılması, küresel eğitim-sağlık liglerinin oluşturulması, yaptırıma bağlanması ve fiyatlanmasıdır. Eğitim ve sağlık sistemleri de buraya doğru gitmektedir. “Okulların rekabet performansı”nı gösteren “okul ligleri” uygulaması MEB tarafından zaten uygulanmaktadır. Yapılan merkezi sınavlardan sonra illerin puan ortalamaları, hangi ilin kaçıncı
olduğu, en başarısız iller hangileri çıkaran uygulamalar mevcut. Bu sistemle, okul müdürlerinin koltuklarını bu performans sıraları belirliyor. Bu sadece merkezi sınavlarla da yapılmıyor. Yıl içerisinde illerde başarı değerlendirme sınavları yapılıyor. İdareciler okullara geldiğinde bu sınavlar üzerinden değerlendirmeler yapıyorlar. En başarılı okul olabilmek için öğretmenler arasında
okula gelecek en “verimli” öğrencileri toplama, en “verimli” sınıfı oluşturma rekabeti vardır. Okullar
en başarılı öğrencileri toplama telaşındadırlar.
“Ulusal Öğretmen Stratejisi” eğitim alanını bir bütün olarak performans/yeterlilik sistemlerine bağlanmasında vites büyütüyor. Öğretmenlere ve öğrencilere uygulanması planlanan
“yeterlilik ölçme/karşılaştırma testleri”, öğretmenlerin bu testlerde ne sorulacaksa ona odaklanmalarına, iş dışı zamanlarında da onlarca test kitabı çözüp buna hazırlanmalarına, öğrencilerini de bu testlere hazırlamak için birer dershane öğretmenine dönüşmesine yol açacak,
eğitim sistemini de bir bütün olarak bu testlerin içerik ve biçimine göre şekillendirecektir. Bazı illerde öğretmenleri veliler ve öğrenciler değerlendirmeye ve performans notu vermeye başladı. Ayrıca öğretmenler kendi zümrelerini, idarecilerini müdür ve müdür yardımcılarını, hizmetlileri değerlendiriyor. Burada öğretmen, müşteri velinimetimizdir mantığından hareketle velileri ile
iyi geçinmek zorunda, hatta onlara yaranacak davranışlarda bulunmak zorunda, gönlünü hoş tutmak zorunda. Kendi okulunda çalıştığı en yakın arkadaşının başarısız olması için altını oymak zorunda kendinin başarılı olması için, aynı zamanda da yüzüne gülümsemek mecburiyetinde çünkü ondan not alacak. Tüm bunlar rekabet, bencillik, bireycilik, çıkar ilişkisinin ön plana çıkartıyor.
Hizmet içi eğitim denilen bir mekanizma var eğitimde. Öğretmenler hizmet içi eğitim kurslarına katılıyorlar. Geçmişte bir nebze eğitimin niteliğini artırmak için yapılan bu hizmet içi eğitim şimdilerde rekabet ve yanındaki arkadaşının önüne geçmenin bir basamağı oldu, oluyor.
Eğitim de teknoloji kullanımı, öğrenci koçluğu, baba destek eğitimi, vb. yüzlerce alana da hizmet içi eğitim kursları açılıyor. Öğretmenler bunlara gitmek zorunda bir adım önde olabilmek için. Bu sertifikalar, idarecilik atamalarında, ödül almada, ek ders almada şimdilik değerlendiriliyor.
Dershanelerde de yine bir performans tekniği olan koçluk sistemi yaygınlaştırılmaktadır. Buna göre dershanede belli sayıdaki öğrenci tek bir öğretmene zimmetleniyor. Onların tüm derslerinden, sınavlarındaki yükseliş ve düşüşlerinden tek bir öğretmen sorumlu oluyor. Eğitim sistemi baştan aşağıya yeniden yapılandırılırken, performans/yeterlilik sistemi de bunda çok kritik
bir rol oynuyor. Bu yüzden, geleneksel solda, sendikalarda buna ilgisizlik, bilgisizlik, kavrayışsızlıkla da ciddi mücadele içinde ileriye doğru somut stratejik-taktik mücadele programları önem kazanıyor.
Emek üretkenliğini sayısal kontrol güdümleme teknikleri bugün, sanayiden her biri sanayileşen eğitimden sağlığa, mühendislikten sanata kadar pençesine almaktadır. Öğretmenin,
sağlıkçının, sanatçının, mühendisin, avukatın emekleri; kafa emeği, hizmet emeği, duygusal emek, estetik emek de artık sayısallaştırılmakta, sayısal olarak kontrol altına alınıp emek üretkenliğini azamileştirmeye güdümlenmektedir.
Yeterlilik testleri, iş dışı zamanları da doldurmaya başlayan düzinelerce
sayfalık yeterlilik formları “performans ölçme/değerlendirme” tekniklerinin yaygın biçimleri arasında yer alır. Böylelikle örneğin bir hekimin yalnızca günde baktığı hasta sayısı azamileştirilmekle kalmaz, kaç hastadan laboratuar tetkiği istediği, kaç ilaç yazdığı, hangi tedavi biçimlerini uyguladığının sayısal, ve dolayısıyla karlılık açısından en ayrıntılı
hesabı tutulabilir, bunlar üzerinden hekimin emeği azami egemenlik altına alınır ve istendiği gibi güdümlenebilir hale gelir. Sayısal ölçme/değerlendirme istatistikleri, hekimin “performansı”nı bunlara bağlayarak, her hastadan gereksiz tetkikler istemeye, fazladan ilaç yazmaya, ya da
daha düşük maliyetli tedaviler uygulamaya rahatlıkla güdümleyebilir. Sayısal emek kontrol yöntemleriyle, işçinin her türlü hareketi kontrol edilebilir, sermayenin daha karlı gördüğü iş yapma biçimleri azamileştirilebilir, o alanda en yaşamsal ya da mesleki etik açısından gerekli olduğu halde karlılığı düşüren her türlü iş yapma biçimi tasfiye edilebilir hale gelir. İşçiler de, tıpkı sayısal programlı robotlar gibi, sayısal ölçme/karşılaştırma sistemleri üzerinden programlanabilir hale
getirilmektedir. Böylelikle en nitelikli emek süreçleri bile, kendi içinde ayrıştırılıp ayıklanır, toplumsal içerik ve işlevinden soyulur, salt bir biçime, bir takım basit hareketlerin azami sayıda yinelenmesine indirgenir.
Altyapı, toplumsal koşullar, kurumsal sistem, üretim, emek, yönetim süreci ve ilişkilerinin bütünü, ayrılan kaynakların, işçi sayısının, bilgi ve beceri düzeyinin yeterli olup olmadığı işçilerin ne durumda olduğu “sonuç odaklı” sayısal emek ölçme/değerlendirme tekniklerini hiç ilgilendirmez. Minimize edilmesini ya da maksimize edilmesini koşulladığı hareketler, sayısal kontrole bağlanarak, geri kalan her şeyden, soyutlanır. Bu sonuçlara dönük olmayan her türlü toplumsal ilişki biçimi,
her türlü bilgi beceri, her türlü çaba, amaç, araç tasfiye edilir. Hekimin hastasıyla, öğretmenin öğrencisiyle kurduğu rehabilete edici, pedogojik ilişkiler, işçilerin birbiriyle ilişki kurması, sayısallaştırılmış “çıktı verimliliğini” düşürdüğü için tasfiye edilmelidir. Ve zaten işçiler bir kez,
bu “performans ölçme/karşılaştırma” kapanına sokuldular mı, bu sayısal kontrolü birbiriyle rekabetçi bir iç güdü olarak içselleştirirler. Böylelikle, “sonuç odaklı, ölçülebilir, öngörülebilir performans/yeterlilik” sisteminin, emek üzerinde bir azami kontrol, azami güdüm sistemi
olduğu daha bir açıklık kazanır. Sayısal ölçme/değerlendirme sistemlerinin en önemli özelliklerinden
biri de, karşılaştırmacılıktır. Nitelikler birbiriyle karşılaştırılamaz. Niteliksel olan şeyleri birbiriyle karşılaştırılabilir ve değiştirilebilir, birbirinin yerine geçebilir hale getirmek için, somut niteliksel özelliklerinden soymak, sayısallaştırmak gerekir.
Kapitalizmde, her şeyi, somut niteliğinden, toplumsal işlevinden, kullanım değerinden tamamen soyutlanmış olarak, birbiriyle karşılaştırılabilir, birbiriyle değiştirilebilir, ve tabii ki paraya çevrilebilir, parayla alınır satılır hale getiren, biricik sayısal ölçüt, içerdikleri emek-zaman niceliğidir. Ancak içerdikleri emek-zaman niceliğine göre, karpuz şiir kitabıyla, tıraş bıçağı eğitim hizmetiyle, bilgisayar ameliyatı birbiriyle değişebilir, biri satılıp diğeri alınabilir. Kapitalist değer yasası, her şeyi, somut yararlılık ve niteliğinden soyup, emek-zaman ölçütüne indirgeyerek piyasalaştırır, sermaye
birikimine bağlar.
Küresel tekelci kapitalizmin, bilgi, eğitim, sağlık, kültür, sanat, spor, doğa, tarih, aşk, cinsellik gibi nitelikleri bile sayısallaştırma ve sayısal olarak ölçme/karşılaştırma takıntısının amacı, yaşamın tüm alanlarında, hiçbir boşluk bırakmadan azami piyasalaştırma ve kar kontrolünü tam sağlamaktır. Böylece aşk bile, sevgilinize hangi belli biçimsel jestleri en çok yaptığınız, hangi sözleri en çok söylediğiniz, ne satın aldığınız ve karşılığında ne aldığınızla sayısal olarak ölçülmeye, ve bunun
başkalarının sevgilisine ne aldığı, ne sattığı ile karşılaştırılmasına dayanan bir meta egemenlik ilişkisi
haline getirilir.
Her türlü sınai ürün gibi, kafa emeğinin, sağlık emeğinin, öğretmen emeğinin, duygusal emeğin de çıktıları üzerinden sayısallaştırılması, bu sayısallaştırılmış çıktılar için toplumsal olarak gerekli emek-zamanın sürekli minimalize ve dolayısıyla artıdeğerin maksimalize edilmesine
dönüktür. Belli bir hizmetin üretimi için toplumsal olarak gerekli emekzaman miktarı bir kez ölçülebilir hale gelince, artık onu sürekli minimize etme süreci de başlar: Daha az işçiyle daha çok iş, her işçinin “istendik” çıktılarını azamileştirmek için işin en basit bazı hareketlerin azami sayıda yinelenmesine indirgenmesi, vb…
Tüm sayısal ölçme/karşılaştırma (kontrol-güdümleme) sistemlerinin kaçınılmaz sonucu, her türlü somut niteliğin, özgüllüğün ortadan kaldırılması, karlılığı azamileştiren, sermaye açısından öngörülebilirlik ve kontrolü kolaylaştıran, sayısallaştırılmış belli düşünce ve davranış biçimlerinin standartlaştırılarak tek tipleştirilmesidir. Sayısal ölçme/karşılaştırma sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucu ve tamamlayıcısı, sermayenin istediği belli biçimlerin, belli düşünce davranış hareket biçimlerinin genelleştirilmesi ve standartlaştırılmasıdır.
Emeğe uygulandığında ise, ki bu sistemlerin her zaman asıl hedefi emeği daha fazla zaptırapt altına almaktır, her türlü emeği nitel, özgül karakteri ve içeriğinden soyup, bir takım sayısal olarak ölçülebilir basit hareketlerin sürekli yinelenmesine doğru indirgeyerek genelleştirir ve standartlaştırır. Böylelikle sınırlı sayıdaki basit hareketleri sürekli yinelemeye dayanan fabrika işçisinin emeği ile, kendi emek süreci üzerindeki inisiyatif ve yaratıcılığını tümüyle kaybederek belli basit hareketlere indirgenmiş hekim ya da öğretmen, hatta belli bir takım formülleri uygulamaya indirgenmiş roman yazarının emekleri arasında pek az fark kalır. Böylelikle her türlü nitelikli emek de, standartlaştırılmış bir takım en basit hareketlerin azami sayıda yinelenmesine dayanan basit
emeğe doğru indirgenmekte, genelleşen emeğin bir parçası haline gelmektedir. En nitelikli işler bile,
en karmaşık bölümünü makine-bilgisayarların yaptığı, geri kalanın da, her birini en basit yinelenen hareketlere indirgenmiş biçimde farklı işçilerin yaptığı, en basit ve standartlaştırılmış parçalarına ayrılarak, belli bireylere, nitelikli emeğe bağlı olmaktan çıkmaktadır.
Örneğin bir katarakt ameliyatı 20 yıl önce 3 saatte yapılırken, bugün lazerli bilgisayar teknolojisiyle 5 dakikada yapılmaktadır. Ameliyatı bilgisayar yapmaktadır, hekimin yaptığı ise bilgisayar programını hastanın durumuna göre ayarlamak ve kontrol etmektir. Eskiden yüksek vasıf gerektiren, günde en fazla 2 katarakt ameliyatı yapan hekim, bir bilgisayar operatörü haline gelerek,
günde seri üretim halinde 20′den fazla katarakt operasyonu yapar hale gelmiştir. Sağlık alanında emeğin toplumsal üretkenliğinin nasıl arttığını görmek için şu rakamı bilmek yeter: İstanbul’un yalnız 4 büyük hastanesinde yılda toplam 6 milyon hasta tedavi edilmektedir.
İşin belli bireylere bağlı olmaktan çıkması, her işin giderek genişleyen ve çeşitlenen yetenekler toplamı hale gelmesi, her türlü üretim ve emek sürecinin birbirine bağlanması, işlerin artan bölümünün en basit biçimlerine indirgenerek herkes tarafından yapılabilir hale gelmesi;
her türlü emeğin bir parçası haline gelerek içinde eridiği, birbiriyle kaynaştığı genel emeğin, bugün bir üst düzeyde küreselleşen evrensel emeğin ortaya çıkmasıdır. Emeğin niteliği artık tek tek bireylerde değil, belli bir işçinin belli bir işte ne kadar yetkin olduğunda değil, tüm emeklerin birbiriyle bağlantısında, emeğin tüm emeklerin birbirini bütünlediği ve birbiriyle kaynaştığı bu
evrenselliğinde, dev çaplı toplumsal niteliğindedir.
Artık tekil emek, belli bir anda yaptığı şu ya da bu işin de kendisine bağlı olmadığı, kendi başına hiçbir şeydir; ancak bu muazzam, çok yönlü, çok çeşitli emeklerin genelleşmiş bütünlüğünün, dev çaplı toplumsal emeğin bir parçası, bir bileşeni olarak olağanüstü toplumsal niteliğini
(yeterliliğini, yetkinliğini) kazanır.
             SINAV CEHENNEMİ: ÖĞRENCİLER İŞÇİLEŞİRKEN İŞÇİLER DE ÖĞRENCİLEŞTİRİLİYOR.
            Emek üzerinde tekelci mali oligarşik bir azami kontrol-güdüm mekanizması olarak performans ölçme/değerlendirme sistemlerinin en eski biçimlerinden biri sınav sistemidir. Bugün sınav cehenneminin okullardan işe, tüm yaşam ve çalışmaya doğru yayılması, gerçekte neoliberal despotik performans/yeterlilik sistemlerinin her türlü toplumsal emek ve faaliyet üzerinde nasıl kabus gibi bir tahakküm kurduğunun dehşet verici bir ifadesidir.
            Çocuk daha ilkokuldan başlayarak içine girdiği çok engelli sınav maratonunun bir kademesinde tökezlerse, daha fazlası için “yetersiz” ve “gereksiz” demektir! Çocuk işçiler, çocuk gelinler… Meslek liseleri gibi üniversitelerde de yaygınlaştırılan bir dönem öğrencilik bir dönem stajyer işçilik sistemiyle, öğrenci işçilerin notlarının artan bölümünü de doğrudan stajyer işçi olarak çalıştıkları şirketlerdeki patronlar, işteki performanslarına göre vermeye başlıyor. Böylece kapitalist eğitim sisteminin  yapı taşı olan öğrenmeyi ölçme/değerlendirme sistemi ile neoliberal esnek çalışma rejiminin yapı taşı olan çalışmayı ölçme/değerlendirme sistemi iç içe geçip bütünleşiyor.
            Diyelim ki tüm bu sınavlarla ölçülüp değerlendirdiğiniz, sizinle rekabet eden milyonlarca öğrenci işçiyle karşılaştırıldınız ve mühendislik, öğretmenlik ya da tıp fakültesinden mezun oldunuz. Artık yeterli misiniz? Hayır, değilsiniz. Kendi içinde de yeterlilik sistemleriyle kademelendirilen bu mesleklerin her birine giriş için ve girdikten sonra her kademesinde ayrıca yeterlilik sınavları var. KPSS, öğretmen yeterlilik, yetkin mühendislik, tıp uzmanlık vb .vb. sınavları… Ve bu mesleki yeterlilik sınavları, artık mesleki kademelerde yükselmekte olan, o meslekteki işçilerin artan bölümünü “yetersiz” ve dolayısıyla “gereksiz” kılma amaçlı. Mevcut iş durumunuzu bırakalım yükseltmeyi, koruyabilmek için bile, delice yeterlilik sınavlarına çalışmanız, performans sistemleriyle posanızın çıkarıldığı işten arta kalan zamanınızı da bu kademeli yeterlilik sınavlarına hazırlanmakla geçirmeniz gerekiyor. Öğrenciler işçileşirken, işçiler de öğrencileştiriliyor; çalışırken de bir türlü reşit olamama durumu, ezeli yetersizlik kapanı ve rekabeti içinde tutuluyor.
            Tüm toplumsal çalışma ve yaşamın bir neoliberal sınav cehennemi pençesine alınması, kaçınılmaz olarak buna karşı tepkileri de ortaya çıkartıyor. Henüz çok zayıf da olsa, sınav köleciliğine karşı slogan ve eylemler de gelişiyor.
Hemen her yer “yeterlilik” sınavı, yarattığı toplumsal gerilimle, öncesinde, sırasında, sonuçların açıklanmasıyla, yerleştirme ve atamalar sürecinde protesto ve eylemlere konu olmaya başlıyor. Bu önemli bir gelişmedir. Her türlü “yeterlilik” sınavının, bir bütün olarak sınav sisteminin kaldırılması, proletaryanın sınıf savaşımı talebi haline gelmelidir ve gelecektir. Ancak bugün her türlü “yeterlilik” sınavının, işçi sınıfını azami parçalama, katmanlaştırma, rekabete sürme, azami boyunduruk altına alma ve sömürmenin bir aracı olduğu da görülmelidir. Kim bizim emeğimizin yeterliliğini neye göre ölçüyor? Kim bizim üretkenliğimizin, bilgimizin, becerimizin yeterliliğini/yetersizliğini neye göre değerlendiriyor?
Sınavlar dahil, yeterlilik ve   performans ölçme/değerlendirme sistemleri, teknik bir sorun değildir. Salt ekonomik de değil, siyasal-sınıfsal bir sorundur. Yargıçlar, ölçücüler, değerlendiriciler, seçiciler, karar vericiler kimlerdir? Hangi sınıf hangi sınıfı neye göre ölçüp biçiyor, yeterliliğini/yetersizliğine neye göre karar veriyor? Asıl sorulması gerekenler bunlardır. Yanıtı açıktır: toplumsal çalışma ve yaşamın her alanında, yeterlilik/yetersizlik ölçütlerini koyan ve açık örtük yeterlilik/performans ölçme ve değerlendirme sistemleriyle emeği ve yaşamı durmaksızın kendi sömürüsünü ve egemenliğini artırma çerçevesinde azami güdümleyen sermayedir. Ölçülen, değerlendirilen, birbiriyle ve kendisiyle ölüm kalım rekabetine sokulan ise emektir. Yeterlilik, performans, ölçme, seçme, karşılaştırma, değerlendirme vb. sistemleri, sermayenin emek üzerindeki sömürü ve egemenliğini azamileştirmenin araçlarıdır. Yalnızca sınav cehennemi değil, asıl temelindeki, sermayenin emeği koyduğu her türlü sayısallaştırılmış performans/yeterlilik/ölçme/değerlendirme (kontrol-güdüm) sistemi kaldırılmalıdır.
KAPİTALİZM YETERSİZLİK ÜRETİR!
Kapitalizm öncesi toplumlar, üretken güçlerin ve dolayısıyla ihtiyaçların sınırlılığı nedeniyle, bir açıdan kendine yeterlilik toplumlarıdır. İhtiyaçların sınırlılığı (“bir lokma, bir hırka, bir dam”) nedeniyle, kendine yeter olandan fazlası için çalışma, başkası için çalışma, bir iç dinamik haline gelmemiştir. Dışsal bir zorlamayı gerektirir. “Emek üretkenliği ne kadar düşükse, ne kadar az şey üretebiliyorsa, o kadar yeterlilik duygusu hakimdir.” Kapitalizmde ise, ne kadar çok üretiliyor ve tüketiliyorsa, ne kadar yeni ihtiyaçlar yaratılıyorsa, toplumsal emek üretkenliği ne kadar yükselmişse, ne kadar aşırı çalışılıyorsa, ne kadar çok sömürü ve egemenlik varsa, o kadar yetersizdir.
Kapitalizm durmaksızın yeni ihtiyaçlar yaratıp kitleleri bunların peşinden koşturur, borçlandırır, daha çok çalışmaya güdümler. Kapitalist piyasayı genişletmek ve yeni kar alanları açmak için durmaksızın yeni ihtiyaçlar yaratmayı, en büyük ihtiyaç haline getirir. Toplumsal emek üretkenliğinin ulaştığı hiçbir düzey yeterli değildir. Zaten sermaye üretkenliği artıramaz hale geldiğinde krize girer. Ve krizden çıkışının tek yolu da toplumsal emek üretkenliğini, yeni teknolojik yatırımlar, yeni üretim ve emek organizasyonlarıyla bir üst düzeye çıkarmaktır. Yeterlilik/performans sistemleri de, zaten sermayenin emek üretkenliğini azamileştirmek terörünün giderek öne çıkan  bir aracıdır. Durmaksızın yeni üretim, emek, yönetim organizasyonları, durmaksızın yeni eğitim, çalışma, yaşam standartları ile öncekileri yetersiz ilan eder.
Katı olan her şeyi, her türlü yeterlilik duygusunu buharlaştırır. Her yeni yeterlilik standartı da daha yerleşmeden yetersizliğe dönüşür. Artık yaşamın hiçbir alanında bir kez kazanılmakla sürgüt yeterlilik diye bir şey yoktur. Ancak o an için ve daha o anda elden kaymaya başlayan biçimde  ya da gelecekte, belki bir gün yeterli olabilme ihtimali vardır. Kapitalizm, her yerde, durmaksızın yetersizlik üretir! (…)
Kapitalizm yetersizlik üretir ve bunu, kitlelerin ve bireylerin daha çok çalışmak, daha çok tüketmek için büyüyen korku ve küçülen hayal dolu bir içgüdüsü  haline getirir. Kapitalizmin tarihsel rolü, yaşamın her alanında ve bütününde bu yetersizliği yaratmak ve büyütmektir. Geleneksel küçük üreticinin kendine yeterliliğini, geleneksel eğilimli emekçilerin mesleki yeterliliğini, geleneksel ailenin emek gücünün yeniden üretimindeki yeterliliğini, geleneksel bilgi, eğitim, deneyimin yeterliliğini, geleneksel işkollarının kendine yeterliliğini, geleneksel ulusal kendine yeterliliği, her türlü yeterliliği –evet her türlü yeterli-liği buharlaştırır. Ve her türlü üretim, emek, bilgi, beceri süreçlerini birbirine bağlayarak, tümünü her birinin temeli haline getirerek her birini kendi başına yetersizliğe çevirir. (..)
Neoliberalizm ise emeğin ve emek gücünün yeniden üretiminin üst toplumsallaşmasına karşılık özelleştirilmesi (metalaştırılmasını) ve bireyselleştirilmesi çelişkisini en uç noktasına vardırır. Yeterlilik/performans sistemleri, aynı zamanda kapitalizmin bu özsel çelişkisinin açığa çıkmasının ve alabildiğine şiddetlenmesinin bir ifadesidir. Bugüne kadar özelleştirme üzerine çok şey yazılıp çizildi. Fakat hepsinin temelinde yatan, emeğin bir üst düzeyden özelleştirilmesi/metalaştırılması ve bireyselleştirilmesi üzerine hiçbir şey! Oysa günümüzde küresel temelde toplumsallaşan, bütünleşen emeği asıl yıkıcı olan bu özelleştirilmesidir. Dev çaplı toplumsallaşmış çalışmanın parçalayıcısı üretim-emek organizasyonlarına ve bireysel rekabetçi “performans” sistemlerine bağlanması… Böylelikle, bir işçinin yetişmesi, çalışma yeteneğini kazanması ve  geliştirmesi, tamamen çok yönlü toplumsal emekle gerçekleşmemiş, bu toplumsal emek bireysel emeğe en başından itibaren içerili değilmiş ve temelini oluşturmuyormuş gibi, bireysel emek toplumsallığından bir üst düzeyde soyulur, özelleştirilir ve içeriksizleştirilir.
Performans/yeterlilik sistemleri, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal emek üretkenliğini
arttırmada giderek daha fazla zorlandığının, artan ölçüde engeli haline geldiğinin, emek üretkenliğini ancak emeği en yıkıcı ve  kıyıcı biçimlerde artırabilir hale geldiğinin de en açık göstergesidir. Başka bir ifadeyle: Üretimin toplumsallaşmış güçlerinin bugün geldiği dev çaplı gelişme düzeyinde, asıl sermaye sisteminin yetersizliğini ve  gereksizliğini apaçık halde gözler önüne serer. Performans/yeterlilik sistemleri asıl burjuvazinin sınıf egemenliğinin (üretim-emeği-toplumu örgütleme ve yönetmedeki vb.) artan ölçüde yetersizleşmesi ve gereksizleşmesinin ifadesi olarak, ileri toplumsallaşmış proletarya tarafından yıkılmasına, üretkenliğin çok daha kısa çalışma süreleriyle, çok daha zahmetsiz, yaratıcı, dayanışmacı ve eğlenceli biçimlerde artırılabileceği yeni ve daha yüksek bir topluma çağrıdır.
Sermayenin küresel temelden üst birikim sürecine geçişi, önceki toplumsal-mesleki işbölümü ve yeterlilikleri de bir daha geri gelmemek üzere yıkmaktadır. Performans/yeterlilik sistemleri, mühendis, öğretmen, sağlıkçı, gazeteci, sanatçı, sporcu gibi mesleklerin, tüm içe kapalı mesleki kültür ve şekillenişleriyle birlikte, yıkımını hızlandırmaktadır. Hepsini küresel tekelci kapitalizm ve mali sermayesinin, çoklu alanlardan merkezi-bileşik üst birikim ve egemenliğine bağlamaktadır. Fakat bunu yapmakla, karşı kutbunda da tüm bu mesleklerin, evrenselleşen ve çok yönlüleşen emek içinde eriyerek, bir üst nitelik kazanan proletaryanın çoklu alanlardan toplumsal-bileşik mücadelesinin bileşenleri haline gelmesini de hızlandırmaktadır. Toplumsallaşmış bireylerin ömür boyu bir parça işe, bir parça mesleğe bağımlı olup, toplumsal yaşamın geri kalanına yabancılaştığı ve yalıtıldığı bir durumdan çıkarak, sabah bir iki saat öğretmenlik ya da sağlıkçılık, öğleden sonra istediği türden spor, akşam da tiyatro oyunculuğu yapabileceği, hepsini oyun eğlenceyle ve yaratıcılıkta birleştirebildiği,  özgür zaman toplumunun da ufkunu ve bunun için mücadele zorunluluğunu da göstermektedir.
Yeterlilik bireysel, mesleki bilgi, beceri, deneyimde değil, toplumsal ilişkiler, yetenekler, ihtiyaçların bütünsel sistemindedir. Tek tek işlerde, mesleklerde büyüyen yetersizlik baskısı ve yıkımı, uzunca bir süre bireylerde, esleklerde eski toplumsal-mesleki işbölümünü, dar bireysel-mesleki yeterliliği geri getirme umutsuz çabasına yol açsa da, yeterliliğin üst toplumsallaşmış temelinden, yetersizlik boyunduruğunun asıl kaynağı olan kapitalist üretim, işbölümü ve egemenlik ilişkileri sistemini yıkmaya, toplumsal-bileşik işçi sınıfı hareketine doğru bir eğilimi de ortaya  çıkarmaktadır. İşçiler, ömür boyu tek bir parça işteki/meslekteki tekçi-bağımlılık temelindeki yeterliliklerini kaybetseler de, her türlü iş ve mesleğin genel/evrensel emeğin bileşeni haline gelmesiyle yeni ve daha üst bir tolumsal-bileşik işçi yetisi; toplumsallaşmış çok yönlü bireyin daha gelişkin koşulları da ortaya çıkmaktadır. Bunlar çok daha gelişkin bir sosyalizm/komünizmin de koşullarıdır.
İşçilerin, kendi emeklerine, üretkenliğine ve ürünlerine karşı, sermaye-ücretli emek sisteminde var olan en aşırı yabancılaşma biçiminin ve onun da performans/yeterlilik sistemlerindeki en uç biçiminin, bir geçiş aşaması olduğu, kapitalizm koşullarında kafası üstü duran biçimiyle de olsa, üretkenliği, yaratıcılığı ve özgürlüğü engelleyen tüm sömürü/kölelik koşullarının aşılması potansiyelini de içinde taşıyıp büyüttüğü, bunun yerine üretimin sermayeye bağlı olmaktan çıkmasının ve bireylerin toplumsal yaratıcı güçlerinin evrensel boyutlarda gelişmesini  tüm koşullarının nasıl geliştiği görülmelidir. İşçiler belli bir iş/meslekteki yeterliliklerini kaybetmekte, ancak tüm işçilerde görülmemiş bir toplumsal-bileşik yetkinlik kazandıkları gibi, üretimi ve yaşamı kendileri için yepyeni ve daha üst bir düzeyden örgütleme ve yönetme yeteneğini kazanmaktadır. Dahası, sınıf savaşımında da daha üst bir yeterlilik kazanmaktadır.
Performans/yeterlilik sistemi, uygulandığı alanlarda başlangıçta, neoliberal rekabetin özgür bireyselliğin ve bireysel kuruluşun sözde mutlak biçimi olduğu yanılsamasını yaratabilir. Ancak ilerleyen aşamalarında asıl burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürü ve tahakkümünün mutlak bir biçimi olduğunun ortaya çıkmaya başlamasıyla, sınıf savaşımının yeni bir itilim kazandıran, ekonomik-toplumsal olduğu kadar politik mücadele dinamiği olarak kavranmalıdır.