30 Nisan 2015 Perşembe

 OSMANLI VE CUMHURİYET    DÖNEMİNDE (DERSİM)
 
 



Cafer Demir’in, Umut Yayımcılık tarafından 2009’da yayınlanan DERSİM kitabı, politik tarihe ilişkin.
Yazar katliamlar ve isyanlar coğrafyası Dersim’in, esasen 1852-1938 dönemini incelemiş.
Geçmişe kısa göndermelerle yetinmesi isabetli olmuş.
Bu yazıda, Demir’in kitabı vesilesiyle, son dönemde politik tartışmalarda iz bırakan Dersim tarihine göz atacağız.
BELGELER VE YAZILI ANILARI OLAN   ARAŞTIRMASIYLA TAMAMLAMAK



Yazar, Dersim tarihinin bu kesitini ele alırken, belgelerden, resmi sivil tarih kitaplarından, Jandarma Umum Komutanlığı raporlarından, TBMM tutanaklarından ve anı kitaplarından yararlanmaya özen göstermiş.
1926 Kocan aşiretine yönelik imha harekatından itibaren sözlü anılardan topladığı bilgilerle yazılı kaynaklardakileri denetlemiş.
Kitapta, Dersim aşiretlerinin yaklaşık 400 yıl süren özerk yönetiminin, 19. yüzyılın ortalarından itibaren merkezileşmeyi güçlendirmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu tarafından kaldırılmaya çalışıldığı belirtiliyor.
Osmanlı, başlangıçta, sert askeri saldırılarla resmi görev vermeyi ardışık uygulayarak özerkliği sona erdirmeyi deniyor. Osmanlı’nın askeri saldırılarına karşı, Dersim’in doğu bölgesinin beyi Çarekan aşireti reisi de, diğer mıntıkaların aşiretleri de direnirler.
Osmanlı 1863’ten itibaren doğu Dersim’in beyinin ailesinden birine Dersim Umum Müdürlüğü, bazı aşiret reislerine kaymakamlıklar vererek yönetmeyi deniyor.
Fakat aşiretlerin çoğunun reisleri ve halk Osmanlı’yı ve onunla uzlaşanları yönetici olarak kabul etmeyip 1875’te ayaklanma gerçekleştiriyorlar, özerkliği sürdürüyorlar.
1892’de (bazı Jandarma raporlarında halkın sözlü anlatımlarına gönderme yapılarak bu tarihin 1901 olduğu da belirtiliyor.)
Dersim’e yeni bir askeri saldırı yapılıyor.
Kocan aşireti ve destekleyenler direniyorlar.
Osmanlı’nın artık salt sopa politikasına geçtiği dönemdir. Sonraki yıllarda da bazı direnişler gerçekleşiyor.
Osmanlı’nın, hazırlanan raporlar doğrultusunda 1907’de Dersim’e yine askeri bir saldırı başlatıyor.
Hozat aşiretlerinin köylerini yakıp yıkan saldırı daha çok aşiretin direnişte birleşmesini kışkırtıyor.
Osmanlı generalleri önceki yılın başarısızlığı üzerine 1908’de daha büyük çaplı askeri saldırı hazırlıyorlar.
Aşiretler ekonomik ve askeri ablukanın kaldırılması ve tutukluların serbest bırakılmasını içeren nota veriyorlar.
Neşet Paşa komutasında Elazığ ve Erzincan’daki birliklerden 26 tabur ve Cibranlı aşireti süvari alayıyla yapılan 1908 saldırısının büyük gücü, Dersim aşiretlerinin direnişini geriletiyor.
Saldırı devam ederken Meşrutiyet ilanının çıkardığı affa rağmen, Neşet Paşa ve komutanlar, affı kısmen kabul edip az sayıdaki aşiretin direnişi sürdürmesini bahane ederek askeri saldırıya devam ediyorlar.
Aşiretlerin yenilgisine rağmen 4. ordu müşiri İbrahim Paşa, Kuzey Dersim aşiretlerine karşı 1909’da yeniden askeri harekat düzenliyor.
35 aşiretin liderleri uzlaşarak direnmekten vazgeçiyorlar.
Bu nedenle saldırı Haydaran ve Demenanlılara yapılıyor.
1911’de Kuzeydeki 5 aşirete karşı saldırı yapılıyor köyleri yakılıp yıkılıyor.
1914’e kadar sessizlik hüküm sürüyor.
1914’te direnişe geçen Kırxan aşireti yalnız kalıp yenilgiye uğruyor.
EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞI:
YARI-DESTEK


Emperyalist paylaşım savaşında doğu Dersim aşiretleri, Çarlık Rusyası’na karşı, ittihatçı-Osmanlı generallerinin yanında başından itibaren savaşa katılıyorlar.
Fakat batı Dersim aşiretleri ve Kureyşan aşireti generallere güvenmezler.
1916’da batı Dersim aşiretleri Ovacık kaymakamını ve memurları kovarlar.
Kureyşan aşireti Nazmiye’yi elegeçiriyor.
Destek aldığı diğer aşiretlerin güçleriyle birlikte Elazığ’a doğru harekete geçiyor.
Mazgirt, Çarsancak (peri) ve Pertek’e saldırıyor.
Galatalı Miralay Şevket Paşa komutasındaki  7 taburdan oluşan askeri saldırı gücünü geri püskürtüyor.
2.Ordu komutanı Ahmet İzzet Paşa, karargahını kurduğu Bingöl’e aşiret liderlerini görüşmeye çağırır.
Gelen az sayıdaki aşiret reislerine “vergi ve diğer yükümlülüklerden muaf tutulacakları, isteklerinin savaş sonrası kabul edileceğini” beyan eder.
Aynı yıl Talat ve Enver paşalar batı Dersim aşiret liderleriyle onları savaşa katmak amacıyla görüşmeye gelirler.
Hozat tarafından birkaç aşiret lideri toplantıya katılır ve ittihatçı liderlerin savaşa katılma önerisini kabul ederler.
Ardından bütün aşiretlerin savaşa katılmaları için Talat Paşa -toplantıya katılan aşiret reislerinin önerisine uygun olarak- Hacıbektaş Postnişini Cemalettin Efendi’yi görüşmelere gönderir. Cemalettin Efendi görevini başaramadan Rus ordusu 11 Temmuz 1916’da Erzincan’ı ele geçirir, ardından Dersim’i kuşatır.
Kuşatma ve batı Dersim aşiretlerinin Ermeni Murat Paşa’yla anlaşma sağlayamamaları sonucu bu aşiretler de Osmanlı-İttihatçı generallerin yanında savaşa katılırlar.
Sovyet Devrimi’nin Rus ordusunu geri çekme kararının yol açtığı elverişli durumda, milisleriyle Erzincan’ın “kurtuluşunu sağlarlar”.
Cibranlı Miralay Halit bey komutasındaki Kürt süvari alayı 1919’da Ovacık’a yerleşerek ittihatçı-Osmanlı yönetimini yeniden kurar.
Kemalistler de İttihatçıların sopa politikasını sürdürürler. Kurtuluş Savaşı döneminde batı Dersim aşiretlerinin de desteklediği 1921 Koçgiri İsyanı gerçekleşir.
Bunun dışında Dersim’de sessizlik hüküm sürer.
Ama diğer Kürt illerinde, isyanlar vardır; 1919’da Mityat’ta Ali Bate, 1920’de Urfa’da Milli Aşireti isyanı gerçekleşir.
RAPORLAR, HAZIRLIK, PLANLAR:
CHP'NİN DERSİM POLİTİKASI


Kemalistlerin sonraki askeri harekatlarının kavranabilmesi için, yazar, anlatım akışı içinde onların hazırladıkları raporlardan ve aldıkları kararlardan alıntılar veriyor.
Bunları büyük bölümüyle kitabının içinde ve ekler bölümünde yayınlıyor.
Buradan CHP iktidarının Dersim politikası açık-seçik ortaya çıkıyor.
Kemalistler, Kurtuluş Savaşı’nda Kürt feodalleri ve aydınlarıyla ittifak kurmalarına, Kürt ulusuna özerklik vaat etmelerine, 1921 Anayasası’na vilayet özerkliğini koymalarına rağmen, cumhuriyetin ilanı sonrası 1924 Anayasası’yla bunları tamamen terk ediyorlar. 1921 Koçgiri İsyanı’na karşı tavrı ve zorla asimilasyonu izleyecekleri politikasının temel iki boyutu haline getiriyorlar.
CHP diktatörlüğü, politikasını 1925 Şark Islahat Planı’nda (bundan sonra Plan olarak anılacak) formüle edip resmen ortaya koyuyor.
Şeyh Sait İsyanı’nı ağır katliamla yener yenmez, M. Kemal ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın hazır bulunduğu bir Bakanlar Kurulu toplantısında, Şark Islahat Planı hazırlayacak bir komisyonun kurulması, 18 Eylül 1925’te gizli kararname ile kararlaştırılıyor.
Komisyonda İçişleri Bakanı M. Cemil (Uybadın), ırkçılığıyla ünlü Adalet Bakanı M. Esat (Bozkurt) gibi isimler de yer alıyor. Komisyon hazırladığı gizli Plan’ı 24 Eylül 1925’te İnönü Hükümeti’ne sunuyor, kabul ediliyor.
Plan’ın ana fikri; a) Kürtleri Umum Müfettişlik(ler) biçiminde olağanüstü yetkili sömürge valileri ve komutanlarla yönetmek, b) Türk nüfus yerleştirme, sürgün ve zorla asimilasyon yöntemleriyle Kürtleri Türkleştirmektir.
Şeyh Sait İsyanı, Kürtlere ilişkin vaatlerini terk eden CHP iktidarına karşı ulusal temelde bir tepkiydi.
CHP iktidarı, isyan bölgesinde 15-20 bin insanı katleden tavrını, Şark Islahat Planı’yla sistematik bir politikaya dönüştürüyor.
Plan, içinde Dersim’in de yer aldığı bölgenin bütününü
“5. Umum Müfettişliği” alanı ilan ediyor. (2. madde)
“Program(ın) hitam-ı tatbikine kadar” sıkıyönetimin sürdürülmesine hükmediyor. (1. madde)
“Mıntıkadaki tali memuriyetlere dahi, Kürt memur tayin olunmamalıdır.” (10. madde)
“Silahlar toplanacak, (...) sahipleri, Divan-ı Harbi Örfilere tevdi olunacaktır.” (12. madde)
“Jandarma karakolları ve askeriye ve hudut karakolları (...) süratle inşa edilecek.” (17. madde)
“Şark şimendiferleri(nin) az zamanda” Diyarbakır, Erzincan, Van’a “varmasını temine çalışmak.” (19. madde).
Demiryollarının buralara uzatılması, askeri amaçla planlanıyor.
Plan’ın asimilasyon, koloniyerleştirme ve sürgün maddeleri: “Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere olan mevkide Türk Ocakları ve mektep açılması (...).
“Hasseten Dersim... leyli iptidailer (yatılı okullar) açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır” (14. madde)
“Dersimlilerin, Dersim’den çıkmak isteyen kısımları Sivas garbinde gösterilecek mıntıkaya nakledilebilirler.” (15. madde)
“Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan” Malatya’dan Muş ve Van’a, Dersim ilçelerinden Diyarbekir’e kadar halkın yalnızca resmi dairelerde değil “çarşı pazarlarda Kürtçe konuşmaları” yasaklanacak, “hükümete ve belediyeye muhaliflik” suçu sayılıp cezalandırılacak. (13. madde)
“Fırat’ın garbındaki (...) Kürtlerin, Kürtçe konuşmaları behemehal menedilmeli” (16. madde)
“Van ... ile Midyat arasındaki hattın garbında Ermenilerden metruk araziye Türk muhacirler yerleştirilecektir.” (5. madde)
Plan’ın ardından İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 02.02.1926 tarihli Dersim’e ilişkin raporu da Plan hükümleriyle aynı doğrultudadır.
Okuru tekrarla sıkmamak için özgün yanlarını vermekle yetindim.
Hamdi Bey, gezisinde ve görüşmelerinde Seyit Rıza’nın yakın bir zamanda harekete başlayacağına dair kanıtlar tespit edemediğini belirtmesine rağmen “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır.
Bu çıkan üzerinde kesin bir ameliyat yapma” tesbit ve önerisinde bulunuyor.
Okul ve fabrika açarak, halkın refahını yükselterek “kısaca medenileştirmek suretiyle ıslaha çalışmak, imkansız bir hayalden başka bir şey değildir” diyor.
“Dersim meselesinin bir an önce hal” edilmesini kuvvetli bir askeri saldırıyla öneriyor:
“Düzenli askeri kuvvetle... kuşatma ve tarama harekatı yapmak, görecekleri baskı üzerine dağlara çekilecek silahlı halkı da, kara ve hava kuvvetleriyle yok etmek... dikkat edilecek en önemli husustur.” (abç)
(...) Tedibatı (uslandırma) genele uygulamak gerekir.”
CHP iktidarının açık resmi raporu bile katliam öneriyor.
Hamdi Bey’in asimilasyon yöntemi de ilginçtir:
“25 sene devam etmek şartıyla idealist memur göndermek ... misyonerlik yaptırarak Kürtleri Türkleştirmek.”
“Bu müddet içinde okul açmamak, ancak 25 sene içinde ahaliye Türklük his ve terbiyesini verdikten sonra, okul yaptırmak ve halkı okutmak.”
Aynı yıl İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valisi Ali Cemal’i (Bardakçı) Dersim’e gönderiyor. O, farklı bir rapor hazırlıyor. Aşiretleri böl-yönet ve parçala politikasına uygun askeri harekat öneriyor. Nuri Dersim’i dahil aşiret liderlerinin çoğunluğuyla görüşüyor.
Yurtsever aydın Alişer daveti kabul etmiyor.
Ali Cemal, aşiret liderleri ve halkının çoğunluğunun kazanılacağını, Seyit Rıza’yı bile Elazığ’da yerleşmeye ikna ettiğini rapor ediyor.
“Üç beş şahıs müstesna, ağalar ve reisler de dahil tekmil Dersimliler müthiş bir fakrü zaruret içinde çarpınmaktadır” vurgsunu, “gasp-u garatların (gasp ve baskınların, bn.) sebebi, yaşam hissi ve endişesidir”  tesbitini yapıyor.
Tenkilin(2) yalnızca Kocan aşiretine yapılmasını öneriyor. Nitekim aynı yılın (1926) sonbaharında CHP Hükümeti, albay Mustafa Muğlalı komutasında kara birlikleri ve bombardıman uçaklarıyla –diğer aşiretlerinden tecrit ederek– Kocan aşiretine saldırıyor.
CHP diktatörlüğü, Ali Cemal’in diğer önerilerine aldırmıyor. 1928’de Genel Müfettiş İbrahim Tali’yi (Öngören) Dersim’e gönderiyor. İ. Tali ilk raporunda “tenkil”e şimdilik gerek yok diyor. Fakat 1930’da Müfettişlik adına ikinci bir rapor hazırlıyor. Kuvvetli askeri tenkil harekatı öneriyor:
“Kuvvetli olması şartıyla harekatın hiç olmazsa Haydaranlı, Yukarı Abbas Uşağı, Keçel, Demenan aşiretinin Çibokez grubuna teşmili (kapsaması) lazımdır.”
Bütün Dersim’i askeri kuşatma altına almayı ve bu yolla aç bırakarak “iltica” etmek zorunda kalanları Batı’ya dağıtmayı, “bu harekatın mutlaka yeterli kuvvetle yapılması”sını öneriyor.
Askeri harekata değin orada önerdiği tedbirler bile İ. Tali’nin tenkil zihniyetini yansıtıyor:
“Elazığ’da bir bomba teyyare filosu buludurularak ... hükümetin emirlerine muhalefet edenlerin aşiret ve köylerini kesin bir suretle bombalamak.”(abç)
“Tehdit edici çeşitli yerlerde kuvvetli birlikler bulundurmak. Bu müfrezeler Dersim hakkında mutassever (tasarlanan) umumi harekatın çekirdeklerini teşkil ederler.”(abç)
Genelkurmay Başkanlığı da o yıllarda kendisine sunulan raporların özet bir değerlendirmesini yapar.
Genelkurmay Başkanı, Mareşal Fevzi Çakmak’tır, M. Kemal’den sonraki sırada rejimin kararlarında belirleyici etkiye sahiptir. Şark Islahat Planı, Hamdi Bey ve İ. Tali raporlarıyla aynı düşünceleri paylaşıyor. Sömürgeci zihniyetini yansıtan alıntılarla yetiniyoruz:
“Reisler alındıktan sonra, halkın ve en azgın olanların Dersim’den çok uzak olan ovalara sevki ve öz Türk köyleri içinde dağıtılması.”
“Yerli memurların kamilen çıkarılması.”
“Yüksek idare memurlarına adeta koloni idaresindeki yetkilerin verilmesi.”
“Silahlı kuvvetin müdahalesi Dersimli’ye daha çok tesis yapar ve ıslahatın esasını teşkil eder.”
“Dersim koloni gibi dikkate alınmalı.
(...) Aşamalı öz Türk hukukuna tabi kılınmalı.”
1930’daki bir askeri harekatın komutanlığını yapan 2. Ordu Komutanı Ömer Halis (Bıyıktay) da yanı yıl rapor hazırlıyor.
Toplu sürgünü ve riskini tartışıyor sonuçta “yarının harbinde en kıymetli” asker ve ayrıca dayanıklı işçi olarak değerlendirmeyi daha yararlı görüyor.
1931’de CHP Hükümeti İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’yı Dersim’e gönderiyor.
Seyit Rıza ve Haydaran Mirleri dışında, Seyit Rıza’nın oğlu dahil aşiret reislerinin hemen tümüyle görüşüyor.
“Hepsinin tavrı mutidir [boyun eğici-bn], ilticakardır.” sonucunu  çıkarmasına rağmen büyük çaplı askeri harekat ve 347 aile ve akrabalarının Batı’ya sürgün edilmelerini öneriyor.
Seyit Rıza’yı “tedbirler alınmazsa istikbalin Dersim için hazırlanmış şefi” olarak değerlendiriyor.
Tenha geçit ve boğazlardaki mezraların yakılmasını, Kuzey Dersim aşiretlerinin toptan Batı’ya sürgününü öngörüyor.
İlginç ve iktisadi acımasızlığını yansıtan önerisi, geçmiş vergi borcu bakiyesini, kayda geçmemiş hayvan başına yeni vergilerin askeri harekatla birlikte –%20’lik olarak belirttiği marabalar dışında kalan– köylüler ve ağalardan alınması önerisi oluyor.
İ. İnönü (Başbakan) 1935’te bütün Doğu illerini kapsayan gezi yapıyor ve 21Ağustos 1935 tarihli Şark Seyahati Raporu’nu (ŞSR) hazırlıyor.
Rapor’da Dersim’e ilişkin sömürgeci zor ve asimilasyoncu içerikte görüşönerilere yer veriyor.
“Erzincan beyleri arazilerinde işlemek için Dersimlileri (maraba) adıyla kullanmaktadırlar.
Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar.
Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olması ile asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak gerekir.” (abç)
Dersimli yoksulların yakın bir ovadaki Türk toprak beylerine maraba olmalarını bile tehlikeli gören ırkçı-sömürgeci zihniyet kendi sözlerinden anlaşılıyor.
İnönü’nün Şark Seyahat Raporu’nun gizli ve Dersim’e ilişkin bölümlerinden kısa alıntılarla yetiniyoruz. “Dersim vilayetinin yeniden teşkili ile askeri idare kurulması.”
“Muvazzaf bir kolordu komutanı vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamı olacaktır.
Kaza memurlarından hiçbiri yerli olmayacak.”
“İdama kadar infaz ilbaylıkta bitecektir.”
“İlbaylığın emrinde 7 jandarma taburu bulunacaktır.
Sabit jandarma ayrıdır.
Karakolları yaptıracaktır.
1937 ilkbaharına kadar hazır olursa mürettep ve seferber 2. F. kuvvet ilbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir.”
Bu planı bakanlar, GKB, askeri vali ve 2 gneel müfettiş, meclis başkanı dışında kimse bilmeyecektir.
Gerçekten de, 1937-38 Dersim askeri harekatı, başlama tarihi dahil, Başbakan İnönü’nün 2 yıl önceki planına uygun olarak eksiği değil fazlasıyla yapılıyor.
Ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın 10.12.1935 tarihli Doğu illerinde ekonominin geliştirilmesine ilişkin raporu Dersim’e ilişkin özel bir şey söylemiyor.
Genel olarak isyan sonrası dönemlerde farklı davranılmamasının yararına değiniyor.
Fakat raporunun şu anlayışı tenkil yanlılığını yansıtıyor:
“Şark’ta bugün için dahi tamamen yerleştiğimiz iddia olunamaz.
İstinat edeceğimiz [dayanacağımızbn] en mühim kuvvet ordumuz ve jandarmamızdır.”
“İsyan edenleri tenkil etmek için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir.” (abç)
1934’te Mecburi İskan Yasası’nı yapan CHP Hükümeti, 25 Aralık 1935’te “Tunceli İdaresi Hakkında Kanunu” yasallaştırıyor. Böylece 1925-35 arası rapor ve planları yasa katına çıkarıyor.
“Tunceli Kanunu”, Dersim’in adını değiştiriyor, 4. Genel Müfettişlik’i kuruyor, kolordu komutanının vali olmasını ve bütün olağanüstü yetkilere sahip olmasını, Tunceli’de olağanüstü yetkili mahkemelerin kurulmasını hükmediyor.
Tunceli Kanunu’nun 1940’a değin yürürlükte kalması hükmediliyor.
Bu kanun, 1947’ye değin yürürlükte kalıyor.
4 Mayıs 1937’de, M. Kemal ve Fevzi Çakmak’ın hazır bulundukları Bakanlar Kurulu toplantısında alınan “1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı-Gayet Gizlidir” kararıyla, harekata resmen de tenkil adı veriliyor.
“Şedid [şiddetli] ve müessir [etkili, bn] bir taarruz harekatı” (1. madde)
“Bu defa isyan etmiş olan mıntıkalardaki halk toplanıp başka bir yere nakil olunacaktır.
Ve bu toplama ameliyesi de köylere baskın edilerek, hem silah toplanacak, hem de bu suretle elde edilenler nakledilecektir.”
“Köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.” (2. mad)
Resmi rapor ve kararlar Dersim harekatının 1925’ten başlanarak hazırlanan ve planlanan bir iş olduğunu tartışmaya yer bırakmayan açıklıkla gösteriyor.
POLİTİK İLHAK'IN
TAMAMLANMASI: 1921-38


1. Emperyalist Savaşın sona ermesiyle, Kürt Teali Cemiyeti’nin Koçgiri Şubesi yöneticileri olan  yurtsever aydın Alişer ve aşiretin liderleri, batı Dersim aşiretleri liderlerinin desteğini alarak Kürdistan’a Muhtariyeti (özerklik) Ankara Hükümeti’nin de tanınması gerektiği fikriyle örgütlenirler.
Koçgiri reisi Alişan Bey, Ankara Büyük Millet Meclisi’ne (ve Paris Barış görüşmelerini sürdüren heyete) telgraf çekerek,  “Dersim’in müstakil bir idare istediğini, ancak bu milli talebin Ankara Hükümeti tarafından kabul ve resmen ilanından sonra Kürdistan’ın bir konfederasyon şeklinde hükümetle işbirliği yapabileceğini...” bildirir.
Ankara Hükümeti, Kürt egemenleri ve aydınlarının büyük çoğunluğuyla ittifakına ve meclisteki 72 milletvekiline güvenerek, Merkez Orduyu, Mart 1921’de başına Sakallı Nurettin Paşa’yı atayıp tam yetkiyle donatarak Koçgiri aşiretinin üzerine sürer. Kontrgerillacı Topal Osman’ın komutasındaki Muhafız Alayı 47. müfrezesini de gönderir.
Sivas, Elazığ, Erzincan’da sıkıyönetim ilan eder.
Batı Dersim aşiret liderleri, Elazığ Valisi aracılığıyla tavırlarına ilişkin soruya, ‘hükümetin Ermeniler gibi Kürtleri de tehcir etmek niyetinde olduğu malum olduğundan Koçgirililer Müdafaasının meşru olduğu’ cevabını verirler.
Koçgiri ve destekleyen aşiretlerin silah ve cephaneye yönelik eylemleri Temmuz 1920’de başlıyor.
Batı Dersim aşiret reisleri 15 Kasım 1920’de Ankara Hükümeti’ne, özerklik talebi çerçevesindeki isteklerini ve Koçgiri bölgesine gönderilen askeri birliklerin geri çekilmesini isteyen telgraf gönderirler.
Yazarın belirttiğine göre Seyit Rıza bu toplantılara ve Koçgiri ayaklanmasına katılmıyor.
Meclis’te Merkez Ordu’nun ve Nurettin Paşanın gönderilmesi üzerine tartışmalarda yalnızca Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) ısrarla muhalefet eder.
Batı Dersim aşiretlerinden üçünün (Kevan, Pezgewran, Kocan)güçleri Kemah ve Kuruçay kaymakamı ve memurlarını esir alırlar.
Koçgiri liderleriyle toplantı yaparak Ankara BMM’ne gönderdikleri telgrafla, isteklerini asgari düzeye indirirler: Koçgiri, Divriği, Refahiye ve Kemah’ın başına yerli Kürtler’den bir vali atanması koşuluyla il yapılması!
‘Zo diyenleri temizledik. Lo diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim’ sözüyle ünlü Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın çeteleri Koçgiri köylerinde tam bir katliam gerçekleştirirler.
Nurettin Paşa’nın zulmüne karşı çıkan fakat etkili olmadığı için Bakanlığa ve Meclise şikayet eden zamanın Sivas valisi Ebubekir Hazım Bey’in (Tepeyran) anlatımları katliamın boyutunu yansıtıyor:
“Hadise ise 132 köyün enkazı altında hayli zaman evvel bastırılmıştır.
Öldürülen 300’e yakın nüfustan başka binlerce masum ahali açlıktan, sefaletten ölüme mahkum edilmiştir.”
“Asilerin... bir tanecik olsun asker yaralayamamış olması... gösteriyor ki, Nurettin Paşa bu kadar nüfusu müsademe suretiyle değil, katliam şeklinde öldürtmüştür.”
Alişer, batı Dersim’e sığınıyor.
(Daha sonra aftan yararlanarak köye dönen Koçgiri reislerinden biri evi bombalanarak öldürülüyor.)
Dersim milletvekili Hasan Hayri Bey ve Erzincan milletvekili Emin
Bey “bu fecayi Ermenilere bile yapılmamıştır” eleştirisini yaparlar.
M. Kemal, Sakallı Nurettin Paşa’yı korur, hiçbir sonuç çıkmaz.
Koçgiri isyanı sonrası yıllarda M. Kemal ve Kemalist burjuvazi, Kürtlere verdiği özerkliği 1924 Anayasası’yla terk ediyor.
1925 Şeyh Sait ayaklanması üzerine Şark Islahat Planı hazırlanmasından 1 yıl sonra Dersim’e ilk askeri saldırı 1926’nın sonbaharında Kocan aşiretine karşı yapılır.
Başında Albay Mustafa Muğlalı’nın bulunduğu 6 alay, 3 dağ bataryası ve bombardıman uçakları saldırıda kullanılır.
Kocan aşiretini yok etme saldırısı, saldırıdan önce aynı yıl Dersim’e gönderilen Diyarbakır Valisi Ali Cemal’in (Bardakçı) önerisi üzerine yapılır.
Ali Cemal Bey, diğer aşiret liderlerini direnmemeleri için ikna ettikten sonra saldırı başlatılır.
EkimKasım ayları boyunca, ağır silahlar ve bombardıman uçaklarıyla yürütülen tenkil harekatı tam bir başarı sağlayamaz.
1926-1930 arası zaman Ağrı isyanlarının gerçekleştiği bir dönemdir.
1930’da Pülümür’ün batısı Erzincan merkeziyle sınırı olan alandaki aşiretler ve Haydaranlılara yönelik saldırı düzenlenir. Erzincan’daki ordu birlikleri saldırıya katılırlar.
Aralıklı olarak 2 defa ve birer hafta süreyle yapılan saldırıya bölgenin aşiretleri direnirler.
Kış şartlarının ağırlığı da etkili olur, saldırı silah toplamadaki kısmi başarıdan sonra sana erdirilir.
1937-38 Tenkili, 1918’den “1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı” alınıncaya kadarki süreçte çok sayıda rapor ve kararla yapılan hazırlıklardan sonra nihai saldırı olarak gerçekleştirilir.
Raporlar bölümünde genişçe yer verdiğimiz gibi, İnönü’nün 1935 şark illerine gezisinden sonra, Dördüncü Umumi Müfettişlik kurulur ve başına Korgeneral H. Apdullah Alpdoğan atanır.
Tunceli vilayeti oluşturulur, özel Tunceli kararı alınır. (07.11.1935’te Meclise sunulur.
4.1.1936’da kabul edilir) Sıkıyönetim ilan edilir, büyük çaplı kara birlikleri seferber edilir, bombardıman uçakları konuşlandırılır, saldırı 1937baharında başlatılır.
Askeri-ekonomik kuşatmaya karşı Demenan-Haydaran aşiretleri, Horçik çayı üzerindeki tahta köprüyü yıkar ve telefon hatlarını keserler. Süvari bölüğüne saldırırlar.
Ayrıca başka bir köydeki askeri birliğe baskın yapılır.(20-21 Mart gecesi 1937).
26 Nisan’da Askisor karakoluna baskın düzenlenir...
Hazırlıkları tamamlanan saldırı planı bu olayları bahane olarak kullanan Dördüncü Umumu Müfettişlik tarafından başlatılır.
Saldırı, Bingöl, Erzincan, Diyarbakır, Malatya ve Çanakkale’den getirilen askeri birliklerin takviyesiyle, Dersim içlerinde sabit jandarma karakollarının kurulmasıyla sürdürülür.
4 Mayıs 1937’de M. Kemal ve F.Çakmak’ın katıldıkları Bakanlar Kurulu toplantısının aldığı kararla harekata resmen de “Tunceli Tenkil Harekatı” adı verilir.
Başbakan İnönü, 9 Mayıs 1937’de askeri harekatı denetleyip geri dönen F. Çakmak’tan aldığı bilgiler üzerine Korgeneral H. Apdullah Alpdoğan’a 30 Mayıs’ta kutlama telgrafı çeker ve harekatın kışın da sürdürülmesini ister.
20 Haziran’da Dersim’e giderek büyük çaplı harekata dönüştürülmesinin son askeri hazırlıklarını denetler.
22 Haziran’da harekat Dersim’in dört bir yanına saldırıya dönüştürülür.
Mart 1937’de Sin Karakolu’na yapılan ve kim tarafından yapıldığı belli olmayan –resmi raporlarda da böyle söyleniyor– baskını, Seyit Rıza’nın ailesini 16-17 Ağustos’ta katletmenin ve Seyit Rıza’yı (10 Eylül’de) yakalayıp oğlu ve 5 arkadaşıyla birlikte 15 Kasım’da idam etmenin bahanesi olarak kullanırlar.
1. Tenkil Harekatı Batı Dersim’de direnişi sona erdirmeyi başarır. Harekatın çok büyük askeri birlikler ve hava bombardıman uçaklarınca yapılması, aşiretler arası çelişkiler/zarar görmemek kaygısı direnişe az sayıda aşiretin katılmasına yol açar.
(Haydaran, Demenan, Qalan, Yukarı Abbas’tan kısmen Bahtiyaran, Kureyşan ve Yusufan aşiretleri).
M. Kemal ve İnönü arasında anlaşmazlık nedeniyle Başbakanlığa C. Bayar atanır.
M. Kemal, C. Bayar ve F. Çakmak birlikte Kasım 1937’de Dersim’e gelirler.
Singeç köprüsünün açılışına katılırlar.
Bayar (1986’da Tercüman’da yayımlanan) anılarında o sıradaki konuşmalarını anlatırken, Bayar ve M. Kemal’in tenkil harekatında ne denli pervasız olduklarını yansıtıyor:
Bayar M. Kemal’e hitaben “anladım efendim ‘bana hitap edişinizin anlamını’ dedim.
Atatürk ‘mesuliyeti üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk.”
21 Mart 1938’de 2. Tenkil Harekatı emri verilir.
1938’de bir yıl öncekinden daha büyük çaplı olarak başlatılır. Daha önce direnişe katılmayan bazı aşiretler direnmeye karar verirler.
Fakat içlerinden yalnızca Kocan aşireti direnişe katılır.
Askeri birliklere karşı eylemler düzenler, çatışmalara girer.
Ordu birlikleri Kocan aşiretinin direnişine 21 Haziran’dan itibaren yoğun hava bombardımanıyla saldırırlar.
24 Haziran’da Kuzey’de Palan aşiretine karşı büyük çaplı saldırı başlatırlar.
28 Haziran’da Kirxat tarafına saldırırlar.
19 Temmuz’da Laç deresi civarına saldırırlar.
O alanlardaki aşiretler saldırılara karşı çatışmalara girerler.
Demenan aşireti 25. Alay’ın konuşlandığı karargaha saldırır.
Merkezi Erzincan’da olan 3. Ordu güçleri de Org. Kazım Orbay komutasında takviye güçler olarak ve ‘Manevra’ adı altında Ağustos’un başından itibaren tenkil harekatına katılırlar.
Haydaran bölgesine hava bombardımanları yapılır.
Hiçbir şekilde savaş hukuku uygulanmaz.
Hava bombardımanı, top ve makinalı atışlarıyla, kaçıp mağaralara sığınan halka dinamit kalıpları ve zehirli gaz atılarak(3) direnen aşiretlerin silahsız sivil halkı çocukkadın demeden katledilir. Köyleri ve hayvanları yıkılır, yakılır.
Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (Genel Kurmay basımı) kitabında ordu raporlarından aldığı bilgilerle askeri birliklerin, her defasında 50’şer, 100’er, hatta 500’er kişiyi birden öldürmelerini yazmaktan, bunların makineli tüfek taramaları ve bombardımanlarla yapıldıklarını belirtmekten kaçınmıyor.
Direnişe katılmayan aşiretlere de pek çok köyde katliam uygulanıyor.
Kocan aşireti bölgesi ile Kuzey’de Mercan-Pülümür arasındaki direnen aşiretlerin geniş bölgesi 2 yasak bölge ilan edilir.
1947’ye yasak bölgeler devam ederler.
Askeri birliklere, özel teşkilat (kontrgerilla) 6 Eylül’den itibaren katılır, 1938’in ikinci tarama ‘manevrası’na katılan ordu birlikleriyle birlikte tenkil harekatını sürdürür.
2 Ocak 1938’de fiilen başlatılan harekat, 16 Eylül 1938’de tamamen sona erer.
Ulusal Jenosid 1937-38 Dersim Katliamı’nda ordu birliklerinin öldürdükleri insan sayısına ilişkin ulaşılabilen belgelerde kesin ve gerçek rakam yoktur.
3. Ordu Müfettişliği’nin hazırladığı raporda “tarama bölgesi içinde ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır.” tespiti var… Harekatın içinde yer alan bir subayın hazırladığı 4. Umum Müfettişlik Raporu’na göre: 13 bin 160 bin sivil öldürülmüş ve 11 bin 818 (toplam 2 bin 258 hane) kişi sürgün edilmiştir… (Hasan Saltık’ın toplayıp kitap halinde derleyeceği belgeler arasında, Röportaj, 19 Kasım 2009 Sabah gazetesi.)
Dersim halkından; çocuk, yaşlı, kadın, erkek, direnişte yer alan-almayan ayrımı yapılmaksızın öldürülen insan sayısı muhtemelen 13 bin 160’ın bir hayli üzerindedir.
Yazar, Kemalist CHP diktatörlüğünün, politik egemenliğini pekiştirmek ve Türkleştirmek amacıyla gerçekleştirdiği katliamı jenosid (soykırım) olarak niteliyor.
Bu doğru bir nitelemedir.
1925 Şeyh Sait,(4) 1926-30 Ağrı, 1937-38 Dersim isyanlarında CHP diktatörlüğü aynı politikayı izlemiş, ordu birliklerini yalnızca direnişçilere karşı değil, sivil halka karşı da ölüm yağdıracak biçimde kullanmış ve her defasında 15-20 bin arası insan katletmiş, kitlesel sürgün ve yasak bölge yöntemlerini uygulamıştır.
Bu gerçekler Kürtlere karşı jenosid uygulandığını ortaya koyar.
Dersim Direnişinin niteliği Yazar, Koçgiri Ayaklanması’ndan farklı olarak, Dersim direnişini ulusal nitelikli olarak değerlendiriyor:
“Düşman olarak gördüğü (yabancı) bir gücün (devletin) egemenliğine girmeden, ... kendi inançsal ve kültürel değerleriyle yaşamak istiyorlardı.
“... bu son ‘operasyonla’ ... imha olmakla yüz yüze kalan kimi Dersim aşiretleri direnmeyi seçer.” (s.264)
Bu değerlendirme direnişin ulusal niteliğini vurgulamaktan kaçınan bir değerlendirmedir.
Oysa kültürel değerlerinin iki temel boyutu vardır; ulusal ve inançsal.
Direnişin, Dersim’in özerkliği vasıtasıyla sürdürmek istediği bir temel boyut, ulusal kimliğidir.
Bu direnişin niteliğini verir: Ulusal direniş.
Modern veya ileri bir örgütlülüğe, ulusal talepleri formüle eden bilinç yüksekliğine sahip olmaması direnişin ulusal niteliğini ortadan kaldırmaz.
Bilinç ve örgütlenme geriliği, bu niteliğin düzeyini gösterir ama ulusal niteliği (tabi aynı zamanda inançsal-kültürel niteliği) ortadan kaldırmaz.
C. Demir bu iki şeyi karıştırarak önemli bir yanılgıya düşüyor.
Yazarın da belirttiği gibi direnişçi aşiret reisleri ve aranan Alişer, Nuri Dersimi gibi yurtsever aydınlar, ulusal talepleri ileri düzeyde formüle  eden 1921 Koçgiri ayaklanmasına katılmışlardır.
O zamandan itibaren Ermenilere yapılan imhanın benzerinin Dersim Kürtlerine yapılacağı endişesi içindedirler.
‘37-38’de, örgütlü bir ayaklanma yoktur ama kaygılandıkları yok etmeye karşı, genişçe bölümü direnemeyip boyun eğerken, bir bölümü ise aynı jenoside uğrama kaygısıyla, başarılı olup olmayacaklarını düşünmeksizin, direnmeyi seçiyor.
Ulusal jenoside karşı direnişin niteliği ulusaldır.
Tenkil harekatını yönetenlerin, direniş daha örgütlü olmasın diye ilk öldürttükleri de Alişer gibi bir yurtsever aydın oluyor.
Seyit Rıza henüz yakalanmadan önce, eğer Alişer öldürülürse katliam yapılmayacağı aldatmacası dahil diğer komplocu yöntemleri de kullanarak yine bölge insanlarına öldürtüyorlar.
Yazar, Kemalist iktidarın bölgeye tam egemen olmak/ devlet otoritesini tam kurmak ve asimilasyon (Türkleştirme) amacıyla tenkil-sürgün-asimilasyon politikası uyguladığını vurguluyor.
Ancak bu politikayı sömürgecilik olarak nitelemekten kaçınıyor.
Yazarın da belirttiği gibi; 1921-38 arası dönemde bu aynı politika Kürtlerin yaşadığı bölge çapında uygulanıyor.
Bu politika bilimsel bakış açısıyla yorumlanırsa şu söylenmelidir:
Askeri zorla kısmi özerklikleri zaten söz konusu olamazdı.
Bu yıllara ilişkin ilgili bölümde alıntılar verdiğimiz raporlar, “koloni gibi ele almak”, “kolonileştirmek” gibi sömürgeleştirme kavramlarını açıkça kullanmaktan da kaçınmıyorlar.
Dönemin İçişleri Bakanı Cemil Uybaydın, M. Kemal’in isteği üzerine hazırladığı raporda, umumi valilik yöntemini de diğer öngördüğü yönetme biçimlerini de sömürgecilik olarak görüyor. Raporun başlığı da bu nitelemeyi yapıyor.
“Kürtler umumi valilikle ve müstemleke (sömürge-bn) usulüyle idare edilmelidir.” (Cemil Uybaydın’ın raporunun başlığını aktaran, Ümit Kardaş, 1921/1938 arası devletin Kürt politikası, Taraf gazetesi.)
1937-38 Dersim tenkilinin zaferiyle yalnızca Dersim’de değil, bütün Kürdistan’da politik ilhak tamamlanmış oldu.
Yazar, kitabında, Kazım Karabekir’in 1918 tarihli raporuna yer veriyor.
Rapor, Karabekir’in, Dersimlilere, tehcirden kaçan Ermenilere yardımcı olmalarından dolayı büyük bir kin duyduğunu sergilemiş oluyor.
Hem bir tarihsel somut gerçeğin bilgisini hem de Karabekir’in tutumunu öğrenmiş oluyoruz.
Ayrıca Dersim’e nasihat heyetleri içinde yeralan gazeteci ve CHP milletvekili Naşit Hakkı Uluğ’un Dersim halkının Kızılbaş-Alevi inancına karşı kin duyan ve iftira atan sözlerini aktarmakla da isabetli davranıyor.
Uluğ, Kızılbaş-Alevi inancına göre “Kızkardeşi ... bile... helal gördükleri” iftirasını atabiliyor, kitaplarında yayıyor.
Jandarma Umum Komutanlığı raporlarından biri de, Dersimli kadınların haftada bir gündüz, erkek “oynaş” tutuklarını, bu geleneğin Kızılbaş-Alevi inancına dayandığı yalanını yazabiliyor.
Bunlar, Kemalist CHP diktatörlüğünün, Kızılbaş-Alevi inancına düşmanlığını ve ilerici burjuva laiklikle ilgisinin olmadığını da göstermiş oluyor.
Derebeyliği tasfiye mücadelesi mi, tenkil ve asimilasyon mu?
Yazar, Dersim tenkilinin antifeodal bir mücadele olduğu görüşünü haklı olarak eleştiriyor.
Geçmişte ve bugün Kemalistler ve hatta ilerici aydınlar tarafından bu görüş, tenkil ve asimilasyonu örtmenin aracı olarak kullanılıyor.
Kemalistlerin bu yöndeki lafızı ilerici aydınları da etkiliyor. Ayrıca Komintern ve TKP’nin o dönemde bu yöndeki ağır yanılgısı da, Kemalistlerin demagojisinin ilerici aydınlar üzerinde etkili olmasına yardımcı oluyor.
Kemalistlerin “derebeylikle mücadele” iddiası gerçekte kaba bir demagojidir.
Birincisi, Kemalist CHP diktatörlüğü, “Kürt ulusal taleplerini” dile getiren ve bu tehlikeyi taşıyan feodaller –ki bunlar Kürt feodallerinin az bir bölümüdürler– dışındaki Kürt feodallerine dokunmamıştır.
Kürt feodallerinin geniş bölümüyle işbirliği yapmışlardır.
Bu işbirliği Cumhuriyet tarihi boyunca da sürmüştür.
Örneğin 1925’te Şeyh Sait ayaklanmasına katılan feodal unsurlar, bir grup Nakşibendi şeyhi ve büyük çaplı toprak ağası olmayan aşiret reisleridir.
Ki bu aşiretler Genç, Hani, Lice, Bingöl’deki küçük mülkiyetin yaygın olduğu dağlık bölgededirler.
Bir grup şeyh, bazı aşiret liderleri ve Azadi’nin kurucu yurtsever aydınları bir cephede, CHP diktatörlüğüyle Diyarbakır’ın büyük toprak ağaları onların karşı cephesinde yer almışlardır.
Kaldı ki; ulusal mücadeleler tarihinde bir bölük feodal unsur öncülüğünde veya feodal unsurların da önderlik içinde yer aldıkları ulusal mücadeleler gerçekleşmiştir.
Bunlar Marksistlerce, ezen, sömürgeci ulus burjuvazilerine karşı haklı ve ilerici mücadeleler olarak değerlendirilmiştir.
Şeyh Sait ve Dersim direnişlerinde de bir grup feodal unsur ulusal taleplerle veya CHP diktatörlüğünün sömürgeci katliamlarına karşı ulusal direnişin öncülüğünü yapmakla haklı ve ilerici ulusal bir rol oynamıştır.
Azadi’nin ilk kongresinde, Sovyetler Birliği’ne de yardım için baş-vurumasına, Sovyetler’in inançsızlığı temsil ettiği gerekçesiyle, itiraz edenlere karşı Şeyh Sait’in tavrı şu olmuştur:
“Türkler tarafından Ermenilerin akıbetine uğratılmaktansa inançsızlardan yardım almanın mübah” olduğunu söylemiştir. (Öncesi ve Sonrasıyla 1925 Kürt Direnişi, Felat Özsoy, Tahsin Eriş, Peri Yayınları s.111).
Seyh Sait’in, Ermenilere yapılanın benzeri bir jenosid beklediği CHP diktatörlüğüne karşı direnişi, haklı ve ilericidir.
İkincisi, vurgulamak gerekir ki Kemalistler, Türk burjuvazisinin temsilcisi olarak, daha ulusal kurtuluş savaş sürecinden başlayarak, Türk ve Kürt feodalleriyle işbirliği/ ittifak içinde olmuşlardır.
Bu, sonraki onyıllarda da sürmüştür.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde sayısız Türk ve Kürt toprak ağısı, şeyh, din adamı, eşraf yer almıştır.
Eskişehir’in en büyük toprak sahiplerinden Emin Sazak yıllarca CHP milletvekilliği yapmıştır. M. Kemal’in kendisi 150 bin dönümden fazla toprağa sahiptir.
CHP diktatörlüğü, Adana’da, Ege’de, Erzincan ovasında ve diğer yerlerde çok büyük topraklara sahip büyük kapitalist çiftlik sahiplerinin ve ağaların üzerine bir tek jandarma göndermemiş, tersine mülkiyetlerini koruyarak kapitalist gelişmeyi hızlandırmıştır.
Dersim’deki aşiret ve reislerine (ve Ş. Sait’e) karşı ordu birlikleriyle gitmişse, açık ki bunu ‘antifeodal mücadele’ için değil, sömürgeci politika izlediği için yapmıştır.
Somut bir gerçek de, Dersim katliamının en yoğun olduğu mıntıkalar, tarıma elverişsiz araziye sahip dağlıkormanlık alanlar olarak feodalizmin maddi temelinin sürmesi açısından en zayıf yerler olmasıdır.
“Derebeylerin tasfiyesi” yalanını yayanlar, 1935’teki seyahat raporunda Dersim’in yoksul köylülerine Erzincanlı Türk toprak beylerinin marabalığını bile tehlikeli bulan İnönü’nün, aynı Kürt yoksullarını katletmesinde anti-feodallik bulma tutarsızlığına/sahtekarlığına düşüyorlar.
Direnişlerinin niteliğini doğru değerlendiremese de Hikmet Kıvılcımlı, CHP diktatörlüğünün Kürtlere yaptıklarını (1925 direnişinde)doğru değerlendirebilmiştir, o yıllar da: “Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu saldırısı” (aktaran 1925 Kürt Direnişi).
Dersim’e ilişkin de CHP’nin faşist diktatörlüğü aynı şeyi yapmıştır: Jenosid.
Bugün de Kürtlerin ulusal demokratik taleplerine karşı çıkanlar ve kirli savaş destekçiliği yapanlar, sorun “Güneydoğu’daki feodalizmdir” diyerek aynı demagojiyi farklı biçimde sürdürüyorlar.
1. Raporlara ve Hükümet kararlarına ilişkin, kaynakları belirtilmeyen alıntıların tümü, C. Demir’in kitabından alınmıştır.
2. Tenkil’in sözlük anlamı; “1. Uzaklaştırma, 2. Herkese örnek olacak bir ceza verme 3. Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma”dır.
3. Tenkil harekatına katılanların yıllar sonra anlattıkları vahşi öldürme yöntemleri zulmün boyutunu gösterir:
İhsan Sabri Çağlayangil (Seyit Rıza’nın idamını gerçekleştiren polis şefi ve sonrası dönemde Demirel Hükümetlerinin Dışişleri Bakanı), 1986’daki ses bandı kayıtlı röportajda anlatıyor:
“Mağaralara iltica etmişlerdi.
Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden.
Bunları fare gibi zehirledi ve yediden yetmişe o Dersim’in Kürtlerini kestiler.
Kanlı bir harekat oldu. Dersim davası da bitti... Dersim böyle bitti.” (Aktaran Ayşe Hür, Taraf, 16.11 2008) Emekli Albay Hacı Hulusi Yaylagil (Son Şahitler adlı kitabından):
“1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya razı etmiş-lerdi  İsyan dedikleri şey de; bazı dağ köyleri o yıl vergi vermemişti.
Bize verilen emir ise, tek kelime idi; İmha!...
Canlı bir şey bırakmayınız, çocuk kadın vesaire.”
Emekli Yüzbaşı Şefik Bey (anılarında): “Hatta hınçlarını alamayarak, bazı taburlar topladıkları çoluk çocuk, kadın ihtiyar bigünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar ve ... teneke gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdi. ... bir kadın kucağındaki bebeğini... surun üstünden dışarıya fırlatmış.
Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngü- leyerek ... ateşin ortasına atmıştı, gözlümle gördüm.” (Abdülkadir Badıllı, Said-i Nursi kitabından s.1134’ten aktaran, Yeni Aktüel sayı 178, 2008) 4. 1930’da Dr. Bletch Chirgah mahlası kullanılarak yazılan (gerçek yazarı Celadet Ali Bedirxan veya Süreyya Bedirxan’dır) “Kürt Sorunu -Kökeni ve Nedenleri” adlı kitapta 1925-28 yılları arasında, Lice, Darabene, Erdoşin, Çapakçur, Nusaybin, Habab, Diyarbekir, Genç, İfnot’ta öldürülenlerin sayısına ilişkin bilgi veriliyor:
“Yarım milyondan fazla Kürt 1925-26, 1926-27, 1927-28 kışları boyunca Cumhuriyetin Batı vilayetlerine sürgün edildi.
Türk Hükümeti, zorlu kış şartlarının oluştuğundan emin olmak için Kürt sürgün topluluklarını kar yağışının başlamasından sonra harekete geçiriyordu.
Yaz boyunca bu sürgün toplulukları Kürt vilayetlerinin merkez noktalarında kıtlığa, hastalıklara ve bütün kötü hava koşullarına maruz bırakılmış olarak kederli tarihlerini bekliyorlardı.
Bu yıllarda, 8.758 köy yerle bir edildi ve 15.206 kadın, genç, kız, çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı bu köylerin yıkıntılarında katledildi. Maruz kaldıkları kıtlık, hastalıklar, kötü muamele ve zorunlu doğa şartları sonucunda hayatını kaybeden sürgün sayısı, cellatların süngüleri altında ölenlerle birlikte 200 bini aşıyordu.” (s.69-70).
Sürgün koşullarında ölenlerin sayısına ilişkin verilen sayıyı başka kaynaktan doğrulatma imkanı yok.
Ancak harekatlar esnasında öldürülenlerin sayısına ilişkin ayrıntılı bilgiler, kaç köyde ve hangi ilçelerde ne kadar insanın sağ kaldığıyla birlikte verildikleri için güvenilir bilgi olarak kabul edilmelidir.

 19 ŞUBAT 1915 ÇANAKKALE: HANGİ VATAN?
KİMİN İÇİN SAVAŞ?

Çanakkale Savaşı yıldönümlerinde, M. Kemal'in kahramanlığının yanı sıra, savaşın Osmanlı açısından “yurt/vatan savunması” olduğuna dair yoğun ajitasyon yapılıyor.
Geçmişte, Çanakkale Savaşı, ağırlıklı olarak İttihatçıların liderliğinde girilen emperyalist savaştan koparılarak ele alınıyor, ulusal kurtuluş savaşının ön muharebesi olarak yüceltiliyordu. Ancak bugün aynı burjuva akımların pek çoğu, İttihatçı diktatörlüğün Alman emperyalizmi safında emperyalist paylaşım savaşına girmesini, Çanakkale Savaşı’yla birlikte yurt savunması olarak kutsamaya başladı.
Bu geniş şovenist birlik, Pantürkçülerden Türk-İslamcılara, panislamcılardan ırkçı milliyetçi cephenin başaktörlerinden CHP’li Kemalistlere ve neo-faşist Perinçeklere değin uzanıyor.
Pantürkçü Enver Paşa'nın mezarının '80'li yılların sonunda devlet töreniyle Türkiye'ye getirilmesi, '90'lı yıllarda “eski Musul eyaleti” hevesinin canlandırılması, “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne” nüfuz kurma hayalinin propaganda edilmesi, ABD'nin emrinde Bosna'dan Afganistan'a pek çok yere birlikler gönderilmesi, Talat Paşa'yı bayraklaştıran “akıncı” gösteriler, Türk burjuvazisinin emperyalizmin yedeğinde “bölgesel güç” olma hevesini ifade ediyordu.
Bunun sonucudur ki burjuvazi, özellikle SSCB'nin yıkılmasının hemen ardından Enver'in kurtlanmış kemiklerine kendi bedenini giydirerek imparatorluk günlerinin şaşasına yeniden kavuşma hayaline kapıldı.
Bu hayallerin kırılmış cam gibi tuzla buz olması için fazla zaman geçmesi gerekmedi. “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne” ABD taşeronluğunda Türkçe konuşan halklar üzerinde kültürel nüfuz kullanarak nemalanma hevesi kursağında kaldı.
Böyle olsa da, ABD çıkarları doğrultusunda Somali ve Bosna'dan Afganistan'a askeri saldırganlık, Balkanlar'dan Kafkasya'ya askeri-polisiye bugün için de “Enverizm” ajitasyonunu, burjuvazinin bütün kesimleri için gerekli kılıyor.
Bu duruma karşın, “Enverizm” generaller önderliğindeki ırkçı-milliyetçi cephe için salt bir ajitasyon, halkı aldatma aracı değil, geçmiş imparatorluğun dağılması korkusunun bugün, 21. yüzyıl başındaki Türkiye'sine tercüme edilmiş halidir.
Edirne'den Kars'a egemenliğini korumakta zorlanan egemen sınıfların askeri temsilcilerinin cephesi, Talat-Enver sömürgeci politikalarını bugünün kangrenleşmiş sonuçlarına çözüm dayanağı olarak görüyor ve günümüze uyarlamaya çalışıyorlar.
Sermaye oligarşisinin emperyalizmle tam uyum içinde “kapsayarak genişleme” politikasına karşı generaller partisi “ezerek korunma” ve fırsatçı yayılma arayışı içindedir. 20. yy.da Talat-Enver çetesi için, “engel” olarak gördüğü Ermeniler vardı, bugünkülerin “engel” gördükleri Kürtler var.
Talat-Enver çetesi Orta Asya steplerine doğru at koşturuyordu, bugünküler Kerkük'e tank sürmeyi düşlüyor olabilirler. Tüm bunların sonucudur ki, burjuvazinin bütün cepheleri için yıkım döneminin başkahramanları, bugünün egemenlerinin suretinde yeniden ete kemiğe bürünüyorlar, bu doğal ve anlaşılır bir durumdur da.
Yıkım, bu kez egemenlik aygıtının kapısını çalmaktadır. Irkçı-şoven temeller üzerine kurulan egemenlik aygıtı çatırdarken geçmişine sarılıyor, ama o geçmiş bir daha geri gelmemek üzere yok olup gitti. Ne var ki bugünkü Enverler, o günün kafasını bugünün hastalıklı gövdesine monte etmek istiyorlar, elbette ortaya bir ucube çıkıyor.
Mutlak surette bir an önce yok edilmesi gereken bir ucube, aksi taktirde kendisiyle birlikte herkesi felakete sürükleyeceği tarihsel tecrübelerin henüz canlı hatıralarıyla orta yerdedir.
Hal böyle olmasına rağmen egemen sınıflar, en başta da ırkçı-milliyetçi güruh, Ermeni soykırımı, Osmanlı İmparatorluğunun son yılları, Talat-Enver çetesi hakkında demagojiye başvuruyor, tarihsel gerçekleri ters yüz etme çabasına giriyorlar.
Osmanlı İmparatorluğunun sömürgelerini elde tutma savaşını “vatan savunması”, Alman emperyalizminin baş işbirlikçisi Talat-Enver çetesini de “vatansever savaşçılar” olarak sunuyorlar artık.
Emperyalist Dünya Savaşı, tüm taraflar için bir yağma savaşıydı
Ağustos 1914'te başlatılan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı; dünyayı hangi emperyalist haydut grubunun talan edeceği ve sömürgeleri gasp edeceği üzerine girişilen gerici, haksız bir savaştı.
Her iki emperyalist ittifak grubunun liderleri, itilaf grubunun liderleri İngiliz-Fransız emperyalistleri ile İttifak devletlerinin lideri Alman emperyalizmi, dünyaya egemen olmak için savaşı başlattılar. Bu emperyalist haydutların arkasında saf tutan diğer emperyalist, otokratik ve işbirlikçi burjuva devletlerin her biri de, bu kanlı soygun savaşına, kendi gerici/haksız çıkarları için girdi.
Örneğin, İtalyan emperyalistleri bu yağma savaşına önce “tarafsız” işgalci olarak katılırlarken, İtilaf Devletlerinin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ilhakı altındaki Adriyatik bölgesinin ve işgal ettikleri Libya vb. yerleri rüşvet olarak sunması karşılığında, İtilaf emperyalist grubuna katıldılar.
Askeri-feodal bir emperyalist olan Rus Çarlığı, yalnızca ilhaklarını ve sömürgelerini korumak için değil, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirmek için de İtilaf grubunun yanında savaşa girdi.
Çok daha küçük çaplı burjuva devletler; örneğin Romanya, Macaristan'ın bazı bölgelerini yutma hevesiyle İtilaf grubu safında, Bulgaristan Çarlığı Makedonya'yı yutmak için İttifak Devletleri safında Almanya'nın arkasına bağlanarak savaşa girdiler.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ilhaklarını/sömürgelerini korumak, İngiliz emperyalistlerine kaptırmamak için, Alman emperyalistlerinin safında savaşa girdi, savaşı ilk başlatan olmaktan kaçınmadı.
İttihatçı iktidar altındaki Osmanlı İmparatorluğu, ilhaklarını korumak ve yitirdiklerinden bir kısmını yeniden ele geçirmek için Alman emperyalistlerinin safında savaşa girdi.
Elbette, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın her iki ittifak grubunun liderleri, İngiliz-Fransız emperyalistleri ve Alman emperyalizmiydi.
İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere İngiliz-Fransız emperyalistleri, sömürge imparatorluklarına sahiptiler. Uzak Doğu'dan, Güneydoğu Asya'dan Afrika'ya ve Latin Amerika'ya değin sömürgelere sahiptiler. Sömürgelerini, yeni ve hızlı gelişen, sömürge paylaşımında geç kalmış Alman emperyalistlerine karşı korumak için, dahası Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının ilhakı altındaki toprakları ile geçirmek için emperyalist savaşa girdiler.
İttifak Devletlerinin elebaşısı Alman emperyalist haydudu ise, hızlı ekonomik gelişme sağlayarak güçlenmiş ama sömürge edinmede geç kalmıştı. Yeni güç ilişkilerine göre dünyayı yeniden paylaşma isteğindeydi. Kapitalist-emperyalist dünyanın ve sömürgelerin hali hazırdaki egemenleri olan İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı şiddetli rekabeti, dünya çapında savaşa tırmandırması buradan geliyordu.
Alman emperyalistleri, yanlarına Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarını alarak, İttifak Devletleri grubunu oluşturdular ve bir Sırp milliyetçisinin Avusturya veliahdına suikastını bahane ederek önce Avusturya-Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilanını sağladılar. Rus çarlığıyla Avusturya-Macaristan imparatorluklarını savaş ve seferberlik ilanlarına ittikten sonra, belli başlı rakiplerine karşı 3-4 Ağustos'ta savaş ilan ederek, paylaşım savaşını başlattılar.
ABD emperyalizmi hızlı gelişerek güçlenen başlıca emperyalist bir güç olarak, rakiplerinin savaşın şiddeti içinde yıpranmalarını sağladıktan sonra, savaşın sonuna doğru, 6 Nisan 1917'de Almanya ve sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na savaş ilan ederek galiplerin sofrasından pay kapmaya çalıştı. Ayrıca Wilson Prensipleri ilanıyla emperyalist barış görüşmelerinde ABD, mandacılığı ve himayeciliğini yaymaya çalıştı.
İttihatçı iktidar, Alman emperyalizminin arkasına bağlanarak, Almanların galip geleceklerine güvenerek onların safında ve birlikte planladıkları biçimde emperyalist savaşa girdi. Alman generalleriyle, ittihatçı liderler, Goeben ve Breslou kruvazörlerine Türk bayrakları çekip Karadeniz'e geçirdiler, 29 Ekim 1914'te Rus limanlarını bombalatarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Almanların yanında savaşa soktular.
Emperyalist savaş ve İttihatçı iktidar
İttihat ve Terakki Partisi, halkçı olmayan 1908 burjuva devrimiyle iktidara geldi. Reformcu aydınların ve halkın padişahlığa tepkisini yedekledi. İktidarda Osmanlı hanedanlığıyla uzlaştı ve iktidar ortaklığı yaptı. Monarşist rejimi; 1908 Anayasasıyla (1876'da hazırlanıp uygulamadan kaldırılan Anayasayı yürürlüğe koyarak) ve parlamento kurarak, meşruti monarşi rejimine dönüştürdü.
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme ve grev hakkının gerçekleştiği ve değişik uluslardan parlamenterlerin seçilebildiği ortam uzun sürmedi. Bir yıl gibi kısa bir süre sonra 1909'da, sendikal örgütlenme hakkı tamamen gasp edildi, grev hakkı büyük ölçüde kısıtlandı. Reformcu aydınlara karşı zindan ve imha politikası uygulandı.
İttihat Terakki'nin triumvirası Enver, Talat, Cemal; gerici baskıları ve suikastları yükseltmeye paralel iktidarı ellerine aldılar, halklara baskıyı yoğunlaştırdılar. Hilafetçi 31 Mart ayaklanmasını ordu birlikleriyle bastırdılar. 1913'te silahlı baskın yoluyla, İngiliz yanlısı sadrazamı değiştirdiler. İttihat Terakkici Mahmut Şevket Paşa'yı sadrazamlığa getirdiler. Aynı yıl Mahmut Şevket Paşa'ya yapılan suikastı bahane ederek silahlı baskın yöntemiyle hükümeti tümüyle ele geçirdiler.
İttihatçılar Balkan yenilgisinden sonra, Pantürkçü eğilimlerini ön çıkardılar. Müslüman halklar üzerindeki ilhaklarını korumak, kaybedilenlerin bir kısmını geri almak ve Turan hayali yönünde adım atma politikasında karar kıldılar.
Elbette Osmanlı İmparatorluğunun iktisadi temeli, sömürge/ilhakları sürdürmeye uygun değildi. Zayıf ve gecikmiş kapitalizmiyle Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist kapitalizmin yarı sömürgesiydi, feodalizm egemendi. İttihatçıların büyük askeri güce dayanarak imparatorluğu sürdürmesi olanaklı değildi.
Oluşmakta olan Türk kapitalizminin temsilcisi İttihatçıların askeri güce dayanarak milliyetçi, hatta Pantürkçü bir çizgide imparatorluğu sürdürme çabası ya olanaksız ya da dünya egemenliği için çatışan büyük emperyalist aktörlerden birinin himayesi altında “mümkündü.” Bu da onun yarı sömürgeleşmesinin derinleşmesi demekti. Nitekim kısa zamanda Osmanlı, Alman mali sermayesinin yarı sömürgesi haline geldi. İttihatçıların Osmanlı İmparatorluğunu koruyarak savaşa girmesi, bu emperyal ve işbirlikçi gerici içeriğe sahiptir.
İttihatçılar, Türk burjuvazisini geliştirmek için, Rum ve Ermeni burjuvaların mülkiyet ve sermayesini ele geçirme politikasını izledi. Daha önemlisi de Alman tekelleriyle işbirliği içinde Türk burjuvazisini geliştirme stratejisi izledi. İngiliz-Fransız tekellerine ait imtiyazları (kapitülasyonlar) kaldırırken Alman tekellerini teşvik etti.
Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde Türk burjuvazisini palazlandırma stratejisi uyguladı. Daha 1898'de Bağdat Demiryolu imtiyazını elde eden Alman mali sermayesi, İttihat Terakki iktidarında Osmanlı'ya egemen emperyalist sermaye haline geldi. İttihatçı iktidar, Osmanlı hanedanlığını sürdürdüğü gibi, feodal toprak sistemine de dokunmadı.
İttihatçı iktidar amacı doğrultusunda, içte gerici bir diktatörlük kurdu. Dış politikada ise, işbirlikçisi olduğu Alman emperyalizminin vurucu gücü olarak, Pantürkçü çizgide emperyal bir politika izledi.
Bununla, Osmanlı sömürge hakimiyetini koruyacağını ve yitirilen Mısır, Kıbrıs, Batı Trakya'yı elde edeceğini hesap ediyor; dahası petrol rezervlerine sahip Bakü'yü, İran Azerbaycanı ve Orta Asya Türki halklarının ülkelerini ilhak etmeyi umuyordu. Bu doğrultuda Pantürkçü ideolojiyi geliştiriyor, ayrıca Halifeliği ve İslami gerici ideolojiyi de Mısır gibi yerleri almak için kullanıyordu. İttihat Terakki'nin ideologu Ziya Gökalp, Pantürkçülüğün teorisyenliğini yapıyordu.
İttihatçı iktidar, Almanların yanında emperyalist savaşa emperyal politikasının devamı olarak da girdi ve başlayan savaşa dahil olmak için acele etmekten geri durmadı.
İtilaf devletleri emperyalist grubunun elbette Osmanlı topraklarını sömürgeleştirme amacı vardı ve zaten Mısır, İngiltere'nin sömürgesi haline 1880'li yıllarda gelmişti. Dahası, Ortadoğu ülkelerinin petrol rezervlerine sahip olduklarının açığa çıkmasıyla bölgeye yönelik İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeleştirme iştahı daha da kabarmıştı.
Ancak savaş başladığında, Almanya karşısında avantajlı duruma geçmek isteyen İtilaf güçleri, Osmanlı'yı savaş dışında tutmak taktiğine başvurdular. O konjonktürel durumun yarattığı savaş dışında kalma imkanını reddetmeleri de İttihatçı liderlerin emperyal politikasını gösteriyor.
İttihat Terakki'nin, İtilaf emperyalistleriyle “savaş dışında kalma” görüşmelerini yürüten ekipten olan Emir Şekip Aslan, anılarında bu görüşmeleri Almanların yanında savaşa girme hazırlıklarının öğrenilmesini gizleyen bir örtü olarak kullandıklarını açıklıyor.
Görüşmelerde, İtilaf Devletleri’nin, Osmanlı ilhaklarına dokunmama ve Rusya'nın 30 yıl boyunca Osmanlı'ya saldırmama güvencesi vermelerine rağmen, Mısır'ı yeniden Osmanlı'ya bağlama talebinde ısrar ederek savaş dışı kalma imkanını değerlendirmediklerini anlatırken de, İttihatçıların emperyalist politikayla savaşa girdikleri açığa çıkıyor: “En önemli sorun Mısır'dı. Türkiye, İngiltere'nin Mısır'dan çekilmesini ve Mısır'ın içişlerinde bağımsız, dışarda Osmanlı halife ve sultanına bağlı hale getirilmesini istedi.”
Almanya savaşı kazanırsa, İttihatçıların Mısır'a, Kıbrıs'a, Batı Trakya'ya ve Makedonya'ya sahip olmayı umduklarına Şerafettin Turan da değinmektedir. Nitekim 7 Kasım 1914'te yayımlanan cihat fetvası ile 11 Kasım'da yayınlanan Hattı-ı Hümayun'da, “Osmanlı yöneticilerinin böyle bir cihat ile yakın geçmişte kaybettikleri toprakların hiç olmazsa bir kısmını geri alabilecekleri” amacı dile getirilmektedir.
İttihatçıların Turan hayallerini Doğan Avcıoğlu gibi Kemalistler, Bülent Tanör gibi aydınlar dile getirmektedirler:
“Almanya'nın Osmanlı Devleti'ne bakışında çıkara dayalı bir sevecenlik vardı. Rusya ile Osmanlı'nın uğraşmasını istiyordu. Bunun ödülü de Orta Asya Türkleri ile birleşmesi konusunda yeşil ışık yakması ve Pantürkizmi desteklemesi olacaktı.” (Bülent Tanör)
“Almanya, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini yanına alabilmek için, Rusya'da yaşamakta olan Türklerin Osmanlı sınırları içine alınmasını amaçlayan Pantürkist hareketi de kışkırtmaktaydı. Osmanlı yöneticileri çıkacak bir savaşta, Rusya'nın yenilgisi ile bu ülkünün gerçekleşebileceğini umduklarında, Almanya'ya yanaştılar.” (Oral Sander)
Eski İttihatçı Pantürkçülerden Rahmi Apak da, Turancı yayılmacı amaçlarını sonraki yıllarda şöyle yazacaktı:
“Hem Panturanizm ve hem de Panislamizm hülyaları içinde yaşayan İttihatçılar (Kuzey İran ve Türkistan'a yönelik) böyle maceralara girişmek için yanıp tutuşuyorlardı. ... O zamanlar ben de heyecanlı bir Türkçü ve Turancı idim. Rütbem de üsteğmen idi. ...1914 sonbaharına doğru İstanbul'dan ayrılık hazırlıklarına başladık. Turan'a gidecektik. İran Azerbaycanı'na girip Azeri Türkleri ayaklandıracak, sonra Türkistan'a sızacak, oradaki Türklüğü silahlandıracak ve büyük Turan davası için çalışacaktık...”
Rus Çarlığının Türkmen halkları üzerindeki boyunduruğu sömürgeciydi. Rus Çarlığı, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirme emperyalist politikasına sahipti. İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin, Osmanlı'nın ilhakı altındaki toprakları ele geçirme, sömürgeleştirme amaçları vardı.
Bu gerçek, İttihatçıların Osmanlı ilhaklarını korumak, kaybedilenlerin bir kısmını geri almak ve Türki halklarının topraklarını ele geçirmek amaç ve politikasını emperyalist olmaktan çıkarmaz, “vatan savunması” asla kılmaz.
Nitekim bu emperyalist savaşta tüm tarafların amacı, zaten yeni sömürgeler elde etmek veya eldeki sömürgeleri korumaktı. Hiçbirinin sömürgeci amaçları bir diğerini meşrulaştırmaz. Ancak emperyalist savaş yandaşları her zaman kendi egemenlerine desteklerini ‘düşman’ kamptaki emperyalistlerin sömürgeci planlarına dayandırmışlardır. Böylece “anavatan savunması” adı altında kendi egemen sınıflarını savunmuşlardır.
İttihatçılar, bu burjuva yayılmacı ve ilhakçı amaçlarla emperyalist savaşa girdiler; bugünün şovenist milliyetçilerinin sokak ağzıyla ifade edecek olursak, emperyalist savaşı “fırsat” bilip “bir koyup üç almaya” çalıştılar.
Sonucun tersine Almanya zafer kazansaydı, “alacak”ları umdukları düzeyde mi, ya da daha az mı olurdu; bu, politikanın niteliğinin emperyalist olduğu gerçeğini değiştirmez, tersine kanıtı olurdu.
Yenilen tarafta olmak sonucu, elbette savaşın ağır felaketini yalnızca işçi ve yoksul köylülerin yaşamasıyla sınırlı olmaktan çıkarmış, burjuva feodal egemenlerin de yıkılmasına yol açmıştır. Ama bu görünüşteki “mağduriyet” de, İttihatçıların savaştaki amaç ve politikasının emperyalist niteliği gerçeğini yok saymayı yanlış kılar.
Alman işbirlikçiliğiyle emperyalist savaşçılık
İttihatçıların emperyalist savaşa girmelerinde, emperyalist politikasının yanı sıra, Alman işbirlikçisi olmalarının da temel bir rolü olmuştur.
İttihatçı iktidar, Türk burjuvazisinin gelişimini hızlandırma amacına bağlı belli başlı tedbirler aldı. Tatil-i Eşgal Kanunu'nu* iktidarının birinci yılında çıkardı. Bu yolla sermaye birikimini işçi sınıfının sırtından hızlandırmaya girişti.
Teşvik-i Sanayi Kanunu'nu çıkararak yerli sermayeli şirketleşmeyi etkili bir şekilde destekledi ve yabancı sermayeyi, dış borçlanmayı teşvik etti. Geçmişte İngiliz, Fransız sermayesine tanınan imtiyazları kaldırırken, Alman sermayesinin hemen öncesi dönemde Bağdat Demiryolu imtiyazıyla atılım yapmaya başlamasından sonra, Alman tekelci sermayesiyle işbirliğini esas aldı.
Özellikle emperyalist savaşın başlamasıyla birlikte İttihatçılar içinde emperyalist sermaye ile işbirliği konusunda ortak hareket eden iki eğilimden, Alman “korumacı” modelini benimseyenler öne geçtiler. Gümrük vergilerini yükselten ve Alman sermayesiyle işbirliği yapan İttihatçı iktidar, savaşı finanse etme kaynaklarının &'sını Almanya ve Avusturya'dan aldığı avanslardan sağladı.
İttihatçıların ideologları Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi isimlerin “milli iktisat” adını verdikleri bu kapitalist gelişme stratejisinin belirgin amacı, Türk olmayan ve özellikle Rum, Ermeni burjuvalardan sermaye mülkiyetinin Türk burjuvazisinin eline geçmesini sağlamaktı. “Milli İktisat” adlandırmasının anlamı da esasen buydu.
Aynı ideologlar; Türk burjuvalarının hızlı palazlanmasını, savaş koşullarında aynı zamanda da spekülasyon/vurgun yoluyla da “Ey Türk zengin ol” ajitasyonuyla teşvik ediyor, Türkmen ve diğer halklardan emekçilerin sırtından sağlamaya çalışıyorlardı.
İttihatçı liderlerin Alman emperyalizmiyle işbirliği çizgisinin çok daha belirgin boyutu, politik-askeri işbirliğiydi.
Hızlı gelişen Alman emperyalizmi sömürgeci açgözlülükle, yaşlı emperyalistlerle başlattığı dünyayı yeniden paylaşım savaşında, Osmanlı İmparatorluğu'nu iki bakımdan da kendi cephesi içine almayı gerekli görüyordu: Askeri bakımdan rakip İtilaf emperyalistlerinin ama özellikle de Rusya'nın askeri gücünü, Avrupa dışı alanlarda uğraştırarak Avrupa'da yoğunlaşmasını önlemek için Osmanlı ordusunu kullanmak. Ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarının sahip olduğu petrol rezervlerine konmak, hatta Bakü'ye konmak.
Bu emperyalist amaçla, İttihatçı iktidarın Osmanlı ilhaklarını koruma ihtiyaç ve hedefi çakıştığı için, İttihatçılar, Alman emperyalizmiyle işbirliğinde, Alman'dan daha çok Almancı kesildiler. İttihatçı'ların Pantürkçülüğü de benzer biçimde Almanların sömürgeciliğini yaygınlaştırmak ihtirasıyla çakışıyordu.
Alman emperyalizmi savaştan çok önce, hatta 1890'lardan başlayarak Osmanlı ordusunun yenilenmesi/yeniden örgütlenmesinde etkinlik kurmaya başladı. Ordu, Prusya geleneği tarzında örgütlenirken, Alman askeri uzmanlarını çalıştırarak silahlanmada Almanlara bağlılık geliştirmeye başlamıştı.
İttihat Terakki'nin 1913 Bab-ı Ali darbesiyle iktidarı tam olarak ele geçirmesiyle Alman generaller, başlıca komutanlıklara atandılar. Enver Paşa'nın kendi kendisini baş komutanlığa (resmen vekiliydi ama fiilen Başkomutan'dı.
Çünkü padişah resmi Başkomutan olarak hiçbir rol oynamıyordu) atamasıyla, önemli orduların komutanlığına Alman generallerini atadı. Başkomutanlık Savaş Kurmaylığına -Genelkurmay Başkanlığı- Von Seeckt'i, 1. Ordu Komutanlığı'na Liman Von Sanders'i, sonra Goltz Paşa'yı, Filistin Cephesi Komutanlığı'na Von Falkenhayn'ı, Sina Cephesi'nin başına Von Kressein'i, Donanma Komutanlığı'na Amiral Souchon'u getirdi. Alman emperyalizmiyle İttihatçıların askeri işbirliği bu denli ilerlemişti.
İttihat Terakki Partisi ve Hükümeti içinde, geleneksel “denge” politikasına yatkın ve savaş dışı kalmak isteyenleri Enver-Talat-Cemal üçlüsü, parti ve hükümette geri plana itti, etkisizleştirdi. Böylece, İttihatçı iktidarı Almanlarla politik işbirliğinde ve savaşa girme gözüdönüklüğünde kararlı hale getirdi. İttihatçı liderleri bugün “yurtseverlik” bayrağı olarak göndere çeken, “Talat Paşa” adına “Avrupa'ya akıncı seferleri” düzenleyen Perinçek ve diğer milliyetçi faşistler, sahiplendikleri bu mirasla gerçekte burjuva milliyetçiliğinin ne denli gözüdönükçe faşist saldırganlık olacağının kanıtını da sunmuş oluyorlar.
İttihatçılar, Alman emperyalizmiyle politik-askeri işbirlikçilikte o denli ileriydiler ki, 2 Ağustos 1914'te Almanlar ile Osmanlı topraklarını koruma taahhütünü veren anlaşma yaptıktan sonra, 1. paylaşım savaşının başladığı 3-4 Ağustos'tan henüz 3 ay geçmemişti ki, 21 Ekim'de “Karadeniz'de Rus donanmasına saldırılması, Kafkasya ve Mısır cephelerinde seferleri içeren bir plan üzerinde anlaştılar.” Daha doğrusu bu plan üzerine Enver Paşa ile Bronsort Von Schellendorf gizlice anlaştılar.
Zaten 2 Ağustos tarihli anlaşmada, Rusya’nın Avusturya’ya saldırması durumunda Osmanlı’nın Almanya’nın ve Avusturya’nın tarafında savaşa gireceği açıkça yazılıdır.**
Nitekim, 29 Ekim 1914'te savaşın henüz 3. ayı dolmamışken, İtilaf emperyalistlerinin Osmanlı'yı o anki taktiği gereği savaş dışında tutmak için görüşmeleri bitmemişken, İttihatçı Paşalar ve Alman generalleri Goeben (Yavuz) Kruvazörü'yle Karadeniz'deki Rus limanlarını bombaladılar, savaşa girdiler.
Saydığımız diğer nedenlerin yanı sıra, Alman emperyalistleriyle işbirlikçiliğin bunda ağır basan bir etkisi vardı. Çünkü Avrupa'nın Doğu/Rusya'nın Batı cephesinde, Alman ve Avusturya-Macaristan askeri güçleri Rusya güçleri karşısında özellikle de Prusya'nın doğusunda zor duruma düşmüşlerdi.
Almanlar, Rus ordusunun bir kısmını Doğu'da tutarak gücünü bölmeye şiddetle ihtiyaç duyuyorlar ve Osmanlı'yı bu nedenle Kafkasya'da savaşa sokmayı acilen başlatmak istiyorlardı. İttihatçıların aşırı Alman işbirlikçiliği, onları savaşa bir an önce girmede aceleciliğe itiyordu. Nitekim, Sarıkamış felaketi 1915 kışında yaşanacak ve emperyal maceracılıkta aceleciliğin faturasını gösterecekti.
Benzeri maceracı çıkışlar, sonra da İttihatçılar tarafından sergilendi. İttihatçılar, Galiçya'da ve Romanya'da 1916'da İtilaf güçlerince zor durumda bırakılan Alman ve Avusturya güçlerinin emrine Osmanlı ordusundan tümenler göndermekten geri durmadılar.
Almanlardan daha çok Almancı konumuna düşmeleri, onların işbirlikçiliğinin düzeyini gösteriyor. Ve emperyalist savaşa girmelerinde Alman işbirlikçiliğinin rolünün ne denli ağırlık taşıdığının da ifadesi oluyordu. Enver Paşa, Alman Genelkurmayı'na “Tümenlerimiz emrinize hazırdır” teklifiyle ve bunu Osmanlı topraklarındaki savaşta zor durumdayken yapmasıyla efendilerini bile hayrete düşürüyordu.
Bütün bunlar, Türk burjuvazisinin temsilcisi İttihatçı iktidarının, emperyal hedeflerle ve işbirlikçiliği nedeniyle 1. Emperyalist paylaşım savaşına girdiğini kanıtlar. Ve savaşa girmesinin nitelik ve içeriğinin, haklı bir “vatan savaşı” olmadığını açık seçik gösterir.
İtilaf emperyalistlerinin Osmanlı ilhaklarını sömürgeleştirme amaçları; İttihatçıların “ilhakları korumak” ve kaybedilmiş “ilhakların bir kısmını geri almak”, hatta Kafkas ve Orta Asya Türk halklarının topraklarını fethetmek amacıyla emperyalist savaşa girmelerini haklı kılmadığı gibi, emperyal niteliğini değiştirmez.
Zaten, aksi de mümkün değildir; feodal bir imparatorluk için “vatan” kavramı yabancıdır; tıpkı feodal toprak ağasının toprağa açlığı gibi, imparatorluk da fetihe açtır.
En zayıf düşmüş haliyle dahi, her feodal imparatorluk fetih hayaliyle yaşamıştır. Vatan, burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı bir kavramdır ve 1914’te halen pek çok milletin burjuva uyanışını karnında taşıyan bir feodal imparatorluk niteliğindeki Osmanlı’ya uzak bir kavramdır.
Bir “vatan savunmasından” ancak Anadolu’nun emperyalist işgali sonrasında, ulusal kurtuluş savaşı bağlamında söz edilebilir. Aksi durumda, tutarlılık bakımından, Balkan Savaşları’nı, 1897 Osmanlı-Yunan savaşını, hatta Osmanlı’nın Balkanlar’daki halkların ulusal kurtuluş savaşlarına karşı giriştiği zalim bastırma seferlerini dahi “vatan savunması” saymak gerekecektir.
Nitekim Kemalist tarih tezine göre; Bulgar, Yunan, Arnavut, Makedon, Sırp uluslarının Osmanlı’ya başkaldırıları ulusal kurtuluş savaşı statüsünde değildir, “Tarihteki ilk ulusal kurtuluş savaşı” Anadolu’da verilmiştir!
Feodal emperyalist Rus Çarlığını yıkan, önderlik ettikleri devrimin zaferiyle Çarlığın gizli anlaşmalarını, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirme gizli politikalarını dünya halklarına açıklayan ve Çarlığın emperyalist savaşına son veren Bolşeviklerin analizi de, İttihatçıların emperyalist savaşa girmesinin haksız, gerici ve emperyalist niteliğine işaret eder.
Ki Bolşevikler, emperyalist savaşa uzlaşmaz karşıtlıkları ve kararlı mücadeleciliğiyle İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı uzlaşmazlıkları ve savaşçılıklarıyla en güvenli tanıktırlar. Bolşevikler Rus ordusunu dağıtıp savaştan çektikten sonra, Gürcistan'da kurulan milliyetçi hükümete ilişkin 1918'de analiz yaparlarken Türk-Alman güçlerinin niteliğine de değiniyor. Ve şunları söylüyorlar:
“Tiflisli Menşeviklerin ve bunların hükümetinin Rus Devrimi'nden bağımsızlıkları kaçınılmaz olarak, Türk-Alman ‘uygar’ haydutlarına kölece bağımlılığa dönüşecektir. Bu, dümen başındaki Menşeviklerin, Türk-Alman emperyalistleri ile Rus devrimine karşı bir ittifakı olacaktır.”(1)
Nitekim aynı yıl içinde, Karadeniz'in Kuzey'inden Kafkasya'ya giren Alman emperyalistleri Gürcistan'ı işgal etti ve Gürcistan hükümetini himayeci sömürgeciliği altına aldı. Güney'den Osmanlı ordusu Kafkasya'ya girerek Ermenistan ile Azerbaycan'ı işgal etti.
Alman ve Türk askeri güçleri, Sovyet iktidarı altında kalan Bakü'yü tehdit etmeye başladı. Fakat, İran'ı işgal altında tutan İngiliz emperyalist güçleri, Kafkasya'ya girerek, bu ülkeleri Alman-Türk kuvvetlerinin elinden alarak işgal ettiler.
İttihatçı paşalar, Kafkas ülkelerini Alman emperyalistleriyle birlikte ve onlara Bakü petrolünün yolunu açarak sunarlarken, Pantürkçü amaçlarının en emperyalist ve işbirlikçi niteliğini de sergilemiş oluyorlardı.
Talat Paşa, Enver’e çektiği telgrafta şunları belirtiyordu: “Almanlardan gerekli kuvvetleri isteyerek Karadeniz yoluyla Batum’a asker çıkarmak ve mümkün olur ise, Kafkasya’daki Müslümanlarla birleşerek harbin başlangıcındaki fikrimizi tatbik etmekten başka çare yoktur. Ruslar bütün Rusya adına sulhu imzaladıklarına göre, şeklen kendilerine asi vaziyette kalan Kafkasya Cumhuriyetine karşı yapılacak bu harekete itiraz etmemeleri gerekir” (2)
Ancak “harbin başlangıcındaki fikir” bu kez de sosyalist ihtilalin Kafkasya’da tutunmasıyla suya düşecekti.
Kafkas ülkeleri savaşın son yıllarında, Alman-Türk birlikleri ile İran'ı işgal altında tutan İngiliz emperyalist askeri birliklerinin işgali altında el değiştirmekten kurtulamıyorlardı.
Bu ülkelerin milliyetçileri de, Bolşeviklerin önderliğindeki sosyalist devrime karşı, hangi emperyalist işgalci güç üstünlüğü ele geçiriyorsa ya onlara yamanıyor veya savaşamayıp teslim oluyorlardı. İttihatçı paşaların, emperyalist niteliği Ermenistan işgallerinde yansıdığı gibi, Azerbaycan işgalinde Türk kültürel ortaklığını kullanmaları, bu niteliği ortadan kaldırmaz, Pantürkçülüğün İttihatçı burjuvazi tarafından Alman emperyalizminin çıkarına sunulan bir silah olduğunu gösterir.
İşte bu gün nasyonalist faşistlerin “yurtsever” olarak bayraklaştırdıkları Enver-Talat-Cemal üçlüsü, Alman emperyalizminin emrindeki emperyalist savaşçı, ilhakçı ve fetihçi olmaktan başka bir şey değildi.
İttihatçı iktidar Arap halklarının yaşadığı topraklarda da aynı rolü oynadı. İngiliz emperyalistlerinin sömürgeleştirdiği Mısır'ı geri almak ve diğer yerleri ilhak altında tutmak için savaştı. Alman emperyalistleriyle planladığı Süveyş Kanalı seferini 1916'da başlattı. Sonuçta başarıya ulaşamadı. Yemen’de alevlenen ulusal Arap isyanına karşı İsmet Paşa komutasında bir bastırma seferi düzenledi, ama başarısızlığa uğradı.
Sonuç olarak; Osmanlı İmparatorluğu ve onun İttihatçı hükümeti, yoksul Türk ve diğer halkların genç evlatlarının yüzbinlercesini bu ilhakçı ve Almancı amaç için savaşta kırdırdı. Lenin bu gerçeği, “Alman mali sermayecileri, İngiltere'yi Mısır'dan atmak için bir Türk seferi düzenliyorlar.”(3) sözleriyle berrak biçimde dile getirdi.
İttihatçı burjuvazi, tüm ilhakçı ve emperyal amaçlarına ve bu amaçlar için emperyalist savaşçılıklarına rağmen, bağımsız gelişen kapitalist emperyalist güç olarak değil, Alman emperyalizminin bağımlılığı altında kapitalist bir güç olarak gelişebilirdi.
Kapitalist-emperyalist dünya sisteminde, zayıf burjuvazilerin doğası şu ya da bu emperyalist büyük gücün işbirlikçisi olmalarını kaçınılmaz kılar. Bunun bir ifadesidir ki, ırkçı-milliyetçi İttihat Terakki, sırtını Alman emperyalizmine dayamışken, diğerleri Hürriyet İtilaf Partisi aracılığıyla İngilizlere bağımlılığı savunuyorlardı.
İttihatçı iktidar altında Osmanlı'nın o yıllardaki durumu, Lenin'in vurguladığı gibi, “Almanya'nın şu anda Türkiye'yi kendisine gerek mali, gerekse de askeri uydusu haline getirdiği gerçeği” idi. (4) İttihatçıların Pantürkist milliyetçiliği, bu gerçeği Türk-Müslüman halkımızın görmesini engellemek dışında bir rol oynamıyordu.
Bugün, nasyonal faşist Perinçek “milliyetçiliğin devrimcilik olduğu” yalanıyla, “Talat Paşa” seferleri düzenleyerek, burjuvaziye ve asker temsilcilerine yamanma/yol gösterme rolü oynayarak özsel olarak aynı şeyi yapıyor.
Çanakkale Savaşı; emperyalist savaşın bir muharebesi
Çanakkale Savaşı, Türk halkımızın yaşadığı ülke üzerinde cereyan ettiği ve halkımızca kolaylıkla öyle algılandığı için, bütün burjuva kesimler tarafından emperyalist savaştan koparılarak anayurdun işgaline karşı milli bağımsızlık savaşı olarak yutturuluyor.
Oysa Çanakkale Savaşı, İttihatçıların Almanlar liderliğinde girdikleri emperyalist savaşın değişik cephelerinde süren muharebelerinden biriydi. Bu muharebenin çok şiddetli bir savaş olarak geçmesi, can kaybının büyüklüğü, dahası bugünkü Türkiye topraklarının bir parçası üzerinde geçmiş olması, onu milli bir direniş kılmaz.
Çanakkale Savaşı, 4 yıl süren emperyalist savaşın henüz 1. yılı içinde cereyan etmiş, sonrası süreçte, emperyalist savaş bitmeden, sonuçta yol açabileceği olası bazı ulusal kurtuluş mücadelelerine dönüşmekten süreç henüz çok uzaktayken gerçekleşmiştir.
Çanakkale Savaşı'ndan sonra 1916'da olgu haline gelen Almanya'nın Romanya gibi küçük bir ülkeyi başkent Bükreş dahil işgal etmesi ve savaş sonuna değin bu işgalin sürmesi dahi, savaşı Romanya açısından milli bir direniş savaşı, ulusal bağımsızlık savaşı kılmadı.
Romanya, burjuva-feodal egemenleri eliyle, Avusturya-Macaristan'dan Transilvanya bölgesini ele geçirmeyi de amaçlayarak, İtilaf emperyalistlerinin yanında savaşa girdi.
Aralık 1916'da Alman birlikleri tarafından işgal edildi. İşgalden ancak savaşın sonuna doğru 1918 sonunda, İtilaf güçlerinin galip gelmesiyle kurtulabildi. İtilaf emperyalistlerince, Transilvanya bölgesini “ilhak”ına izin verilmesiyle ödüllendirildi. (Ama aynı zamanda 1919 Macar sosyalist devrimini ezmesi işiyle görevlendirildi). Birkaç yıl süren işgale karşı, Romanya burjuva-feodal egemenlerinin “mücadelesi” yine de, ilhakçı ve işbirlikçi karakterde kalmaya devam etti.
Peki, Çanakkale Savaşı'nın, Romanya'daki, -Romanya halkları açısından- savaştan farkı ne? Açık ki hiçbir farkı yok.
Dahası, Osmanlı egemen sınıflarının gücüyle Romanya'nın gücü kıyas kabul etmez farklılık taşımaktaydı. Romen burjuva-feodal yönetim, İtilaf emperyalistlerinin işbirlikçisi olması ve bir iki bölgeyi “ilhak” amacı nedeniyle girdiği savaşta gerici ve yayılmacı/ilhakçı bir rol oynuyordu; “ülke işgal altında” kalsa da, savaşının niteliği buydu.
İttihatçıların ise, geniş ilhakları korumak, kaybedilmiş olanların bir kısmını yeniden ele geçirmek ve yeni bölgeler -Kafkasya ve Orta Asya'da- ilhak etmek amacı nedeniyle girdikleri savaşın niteliği gerici-emperyalistti, Çanakkale işgal saldırısına uğrasa da savaşın niteliği değişmezdi, aynıydı.
İttihatçı iktidar, Almanların yanında ve teşvikiyle acele ederek Rus limanlarını bombalayarak savaşa girmiş, Kafkas cephesinde savaş başladıktan yaklaşık 3 ay sonra İtilaf emperyalistlerinin saldırısıyla Çanakkale Savaşı 19 Şubat 1915'te başlamıştı.
Öncesi ve sonrasıyla 4 yıl süren emperyalist savaşın başlangıcından 7 ay, Osmanlı'nın savaşa girmesinden 3.5 ay sonra gerçekleşen Çanakkale Savaşı'ndan sonra da, Osmanlı ordusu, 1916'da Süveyş Kanal seferinden 1918'e değin Ortadoğu cephelerinde, yine 1918 sonuna değin Kafkas cephesinde emperyalist savaşı sürdürdü.
Dahası Galiçya ve Romanya cephesinde savaşmak üzere Almanların emrine tümenler verdi. Bütün acımasızlığı ve ağır bedelleri halklarımız, çeşitli ülkelerden işçi ve emekçiler ödemesine rağmen Çanakkale Savaşı, bu emperyalist savaş seferi/muharebeleri zincirinin yalnızca bir halkasıdır, böyle olduğu için de ondan koparılarak ele alınıp değerlendirilemez. Emperyalist seferler/muharebeler zincirinin niteliği ne ise Çanakkale muharebesinin niteliği de olur.
Çanakkale'ye İtilaf emperyalistlerinin saldırısının özgün nedeni, savaş güçlerinin strateji ve taktikleriydi. Savaşın yoğunlaştığı Avrupa'da Rus ordusunun yoğun güçleri karşısında Prusya ve Galiçya'da zor duruma düşen Almanya, güçlerini avantajlı duruma getirmek için, Rus ordularının bir bölümünü Kafkasya cephesine çekip bölmek stratejisiyle, Osmanlı ordusunu savaşa soktu.
İngiliz ve Fransız emperyalist savaş kurmayı da, Rusya'nın Kafkas cephesinde Sarıkamış'a değin ilerleyişini korumak amacıyla Batı'dan Osmanlı'ya saldırılması talebini karşılamak; dahası Osmanlı güçlerini savaş dışı bırakarak Rusya'nın Avrupa'da Alman ve Avusturya-Macaristan güçlerine karşı yoğunlaşması ve Boğazlar ve İstanbul'a girerek Alman güçlerinin Bulgaristan ve Türkiye'den tecridini sağlamak istiyordu.
Böylece Rusya'nın Kafkas Cephesi güçlerini rahatlatmanın yanı sıra, Alman güçlerini Türkiye ve Bulgaristan'dan tecrit edip, savaşın yoğun olduğu bölgelerden biri olan Sırbistan'ın ve güneydoğusunu tehlike dışında tutarak, Avrupa'da yoğunlaşmış savaşı erken bir zaferle bitirmeyi hedefliyordu. Bu stratejik hedefle Gelibolu'ya saldırdı.
Bu bakımdan Çanakkale savaşının arka planındaki gerçek güçler bakımından bir İngiliz-Alman savaşı olduğu söylenebilir.
Alman ve Osmanlı generallerinin komutasındaki Osmanlı ordusuna karşı Çanakkale Savaşı'nda, istedikleri başarıyı elde edemeyince İngiliz güçleri, yenilgiyi kabullenip 9 Ocak 1916'da Gelibolu'yu boşaltıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Almanya, halklarımızın ağır bedeller ödemesi sayesinde Avrupa'nın doğusunda, Balkanlar'da savaşı daha elverişli koşullarda sürdürdü. 1916'da Romanya'yı işgal etti. Doğu Avrupa'da Ruslara karşı başarılar kazanabildi.
İttihatçılar, Çanakkale Savaşı'ndan sonra da emperyalist savaşta Almanların emrinde savaşı sürdürdüler. 1916'da Süveyş Kanalı seferine giriştiler. Ancak yenildiler. İngiliz ve Fransız güçleriyle Kanal'dan Arabistan ve Irak'a değin çok sayıda savaşa girdiler.
Kafkas cephesinde, Sarıkamış bozgunundan sonra, Osmanlı ordusuna karşı Ruslar, Trabzon'dan Van'a uzanan bir hatta kadar ilerlemişlerdi. 1917 Rus devrimi çarlığı yıkınca ve Ekim Devrimi savaşa son verip Çarlık ordusunu dağıtınca, İttihatçılar bu durumdan Kafkasya'yı işgal etmek için yararlandılar.
Önceki bölümlerde vurguladığımız gibi Ermenistan ve Azerbaycan'ı işgal ettiler, Alman birliklerinin Gürcistan'a girmesiyle onlarla birleştiler. Turan hayali bu savaş yorgunluğunda gerçekleşme imkanına sahip değildiyse bile, Kafkasya işgal ve ilhakı gerçekleşmişti. 1918'de İran'ı işgali altında tutan İngiliz birlikleri Kafkasya'ya girinceye değin İttihatçılar buradaki işgali sürdürdüler.
Demek ki, Çanakkale Savaşı'nın sonrasındaki bütün bu emperyalist ve Alman işbirlikçisi savaşlar, Çanakkale Savaşı'nın niteliğinin ulusal olmadığını gösteriyor. Çanakkale Savaşı'nın, bir emperyalist grubun (İngilizlerin liderliğindeki İtilaf grubu) rakibine karşı (Alman emperyalistlerine) savaşı erken bir zaferle bitirmesi imkanını bozmuş, onların erken zaferini engellemiştir, o kadar.
Bazılarının ileri sürdüğü bir tez de, Çanakkale Savaşı'nda Türkiye'nin zaferle çıkmasının, İngiliz, Rus güçlerinin birleşmesini engelleyerek, Rus devriminin koşullarını elverişli kıldığı görüşüdür.
Bu görüş de doğru değildir. Çünkü, Karadeniz üzerinden İngiliz savaş gemilerinin yardımını Çanakkale'de Osmanlı ordusunun direnişi engellemesine rağmen, 1917'ye değin 2 yıl boyunca Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'de ilerlemişlerdir. Her büyük çaplı savaşların tümünde olduğu gibi, Rus çarlık ordusu da, Doğu Avrupa ve Kafkasya'daki savaşlarda kayıplar verdikçe, savaşın başlangıcında Rus halkında yaratılan şovenist yükseliş, yerini yoksul halkın gerçekleri görmesine bırakmıştır.
Halk gençliği ve halklar ödetilen ağır bedellerin, açlık ve ölümlerin, kendi sınıfları için değil burjuva feodal emperyalistlerin çıkarları için olduğunu görmüş, Bolşeviklerin savaşa karşı mücadele ve örgütlenmesinin etkisiyle Çarlığa karşı ayaklanmışlardır. Devrime yol açan nedenlerin bazıları bunlardır.
Kaldı ki, İngilizler Çanakkale'yi varsayalım ki geçip İstanbul'a üslenselerdi bile, Rus ordusuna yardım yaparlar ama Rusya'nın talep ettiği İstanbul'u Rus Çarlığına vermezlerdi. Bu durumda, Çarlığın bu yolla şovenist atmosferi yüksekte tutarak iktidarını koruması olanağından yine mahrum bırakırdı.
Sonuç olarak, Çanakkale muharebesi, 1914-18 emperyalist savaşında, baştan sona emperyalist savaşlar, muharebeler zincirinin halkalarından biridir, ulusal nitelikte bir savaş değildir.
Yenilgi sonrası İttihatçı liderlerin barınağı, Alman emperyalizminin denizaltısı olmuştur. Talat Paşa, postu Almanya'ya kaçarak kurtarmış ama soykırım suçunun günahını bir Ermeni ulusalcısının kurşunuyla ödemiştir. Cemal Paşa, Kafkasya'da aynı akıbete uğradı.
Enver Paşa ise, yenildiği İtilaf emperyalistlerine karşı kısa bir süre devrimin Rusya'sından yararlanma oyunu oynadıktan sonra, Türki halklarındaki devrimi ezmeye çalışarak bu kez de çarlık artığı generallere ve İtilaf emperyalistlerine hizmet etti, hayatını bu gerici çatışmayla sona erdirdi.
İttihatçıları bugün “milliyetçiliğin” kaynağı olarak yüceltenler, İP'ten MHP'ye, CHP'den generallere değin bütün milliyetçiler, gerçekte Türk halkımızı şovenizmle zehirleyenler, yeni boğazlaşmalar ve yayılmacı savaş felaketleri hazırlıyorlar.
Ama aynı zamanda emperyalist savaşçılığın ve işbirlikçiliğin mirasçılığını yapıyorlar. İç gericiliği, faşist milliyetçiliği geliştirmek için, “vatan savunması” aldatmacasıyla, emperyalist savaşın bir parçası olan Çanakkale Savaşı'nı daha çok kullanıyorlar.
Proletaryanın ve halklarımızın devrimci güçleri; evlatlarını Alman işbirlikçiliği ve Türk burjuvazisinin yayılmacı çıkarları için kırdıran, halkları felaket acılara boğan Pantürkçü ve her türden şoven milliyetçiliğe karşı gerçekleri açıklamayı şaşmaz kararlılıkla sürdürecekler.
ABD ve NATO'nun emrinde geçmişte Kore'de olduğu gibi bugün Bosna, Kosova, Afganistan ve Lübnan'da savaşa sürülmeye karşı çıkmak ve Güney Kürdistan'a olası bir maceracı saldırıya karşı direnmek için bu devrimci tavır zorunludur.
Dahası, halklarımızın özgürce ve kardeşçe birliği, kapitalizme ve emperyalizme karşı birliği ve sosyalist kurtuluş yolunda birliği için bu gereklidir.
Mustafa Suphi'nin, İttihatçıların savaş suçuna karşı sözleriyle tavrımızı bağlayalım: “Ama elçilik Müslüman Doğu dünyasını ikiyüzlü sorularıyla aldatmak isteyince, biz Türk komünistleri dünyanın vatanımız, insanlığın da milletimiz olduğunu büyük bir ciddiyetle bildirdik.” Mustafa Suphilerin yolunda yürüyen biz komünistler, Talat ve Enverlerin yolundan yürüyen şovenist milliyetçilerle mücadeleyi sürdüreceğiz.
DAĞILMA EMARELERİ
İmam midye dolmayı yasaklıyor, cemaat midyeciye lanet ediyor.
Cumhuriyet, Charlie Hebdo'nun niteliksiz ve yüz milyonlarca Müslüman'ın inancına saygısız karikatür üretimine yer verince birileri ortaya saldırıyor, IŞİD'den farksız Vakit'çi faşistler Mustafa Kemal'le alay eden "fotoğraf" yayınlayınca ulusalcı faşistler Vakit'i taşlıyor, taşlananlar binadan ateş açıyor.
Sarayda fazlasıyla sıkılan ve konuşma fırsatı sunduğu için hastane açılışlarını bile kaçırmayan devlet bakanı, on altı "Türk" devletini temsilen kostümler giydirdiği, türlü çeşitli sakal bıyık takıp pusatlandırdığı on altı memur/"askerle" konuk ağırlıyor ve inanılmaz bir iş yaparak o sırada "diriliş Ertuğrul" dizisinin müziğini fon olarak kullanıyor.
O sarayda neler oluyor, ne yenilip ne içiliyor hakikaten bilmek istiyoruz!
Peki, denize düşmüş yüzme bilmeyen Dışişleri bakanının haline ne diyeceğiz?
Devletin resmi tezlerini savunması için Doğu Perincek'e sarılıyor ve onun yurtdışı yasağının davaya katılabilmesi için kaldırılmasını istiyor.
AK'istler Perincek'i kurtarıcı sayıyor, duyda inan.
En nihayet bunun üstüne tüy dikilmesi gerekiyor ki o tüy de geliyor.
Meğer devlet ricali, 24 Nisan'da yani soykırımın 100. yılında alternatif bir programlı Çanakkale Savaşı'nı hatırlatacak etkinlikler planlanmış.
Bu dağılma hali Batı'da yaygın iç çatışmalara dönüşebilir.
Yasaları hazır iç savaş planı, silahsız biçimlerde ve son derece sinik metotlarla yürürlükte.
Kaçışa ramak  var.
Sınıfsal/toplumsal uzlaşma ihtimalleri sona erer, ara yol önerenleri ve eylem planları akamete uğrarken Türkiye'nin Batı yakasını yıkıcı günler bekliyor.
Devletle çatışan bütün kuvvetlerin ve bu arada Alevilerin, Kürtlerin devletin bir türlü asimile edemediği inanç ve ulusların varlığı tehdit altındadır.
Devrimci demokrasi mücadelesinin demokratik cephesine büyük sorumlulukların düştüğü örneksel genel seçimlerin milyonlarca buluşma kitle demokrasisi, söz savunma temelinde halk inisiyatifleri yaratma gibi onlarca başlık altında ezilenler dünyasıyla kopmaz biçimde iç içe geçme vazifesi yüklediği ilk elden söylenebilir.
Son iki yüzyılın baş belası "üniter"liği suni teneffüsle ayakta tutmaya çalışırken özerkliğe düşman rejim ile onun otoriter despotlukla harelenmiş bütün kolları, fiili bir özerkliğin önünü açmış oldular.
En sakil olanları, eski Türk devletlerine esasen de Osmanlı'ya gönderme yaparak fütuhatçı ruh hallerini ortaya koydular bile.
Çok kültürlülükmüş, Kürtlerle diğer halklarmış umurlarında değil, üniter devleti imparatorlukçu bir emperyal proje yararına geriletmenin derdindeler.
Üniterliği betonlaştıran bazıları bakımından son 90 yıl her şey ve ondan öncesi zaten berbat.
Diğerlerinin ne dediği belli değil,
esasen Kürtlere ve devrimcilere bazen de Avrupa'ya dair ne varsa tümüne karşılık üzerinden kendilerini kurtarmayı siyaset sayıyorlar.
Bu güçler, rejimin hayati meselelerinde var oluş refleksiyle ortak davranırlarken iç meselelerde kimsenin diğerine karışmadığı etkide bulunamadığı özerk alanlar yarattılar.
Tabloya Kürt özgürlük mücadelesini kattığımızda, önümüzdeki günlerin hangi yatakta akacağı aşağı yukarı belli oluyor.
Onlara özerklik haram, kendi inisiyatifleriyle tutum almak haram!
Bakın işte, bütün gayretiyle önümüzdeki dönem silahsız mücadele yöntemlerini öne çıkarmak isteyen Kürt halkının politik uzlaşma çabaları hala hakaretle, alayla, küçümsemeyle karşılanıyor.
Rejimin politik uzlaşmaya gelmeyeceğini defalarca belirtmiştik.
12 yaşındaki çocuklarımızın beyinlerini dağıtan ve küstahça bunu izah etmeye çalışan olmayınca karşılarında aptal varmışçasına provokasyondan, cemaatten bahsedenler geçmiş, 16 devletin birikimini ve tarihini de sahipleniyorlar.
90'ları andıran bir savaşın şimdikinden daha evla olduğuna inandıkları için Kürt direniş hareketini dağlara yönlendirmenin ve böylelikle halktan koparmanın peşindeler.
Henüz Rojava devrimi bütün bütüne kurumsallaşmadan Kürtlerin çekileceği çıplak savaş onların lehinedir, yarın kurumsallaşmış bir Rojava devriminden sonra kimse Kürtleri sömürgeci ilişki biçimlerinde razı edemez çünkü.
Ellerinde yeterince ölümcül silah var nasılsa, dağ merkezli halkın sürgüne uğratıldığı bir savaşta değil bir çocuk ölünce bunun infiale yol açması, onlarca gerillayı öldürmek bile onların hesabına göre toplumda etki yaratmaz.
Bu, tipik bir kontrgerilla taktiğidir.
Kürdistan halkının hazırladığı yer yer uygulamaya başladığı, kitlesel inisiyatif ve direnme stratejisi bir geleneksel halini almasın diye her tür zulmü yapacaklardır.
Ne çabuk unuttuk, Sivil Cumaları bile gaz bombasına boğan bir iktidardan bahsediyoruz.
Gerçek hayatta da masa başı vaatler, sıkışınca kabullenmeler değil somut olaylar ve bu olaylar sırasında alınan tutumları herkesin ve bu arada partilerin ve devlet aygıtının hareketlerini ortaya koyar.
Devletin bekası uğruna kardeş katlini meşru bulanlar ve bunun teorisini yapanlar, Rojava'da kazanamasın diye Kürtlerin karşısında IŞİD çetelerini destekleyenler, sokağa çıkan 12 yaşındaki çocukları öldürmekten asla çekinmez.
Üstelik bu henüz hiçbir şeydir.
Halk kendi öz savunmasını inşa ettikçe "kamu düzeni" denilen zehirli sözcüğün nelere yol  açacağını, direniş ilerledikçe görebilir ve bu arada halkın onlar hatta yüzler halinde katledildiği açık kitlesel infazlara tanıklık edebiliriz.
Bunca ölümün, gözyaşının sonunda halk bütün acılarına karşın asla kaybetmeyecektir.
Emin olunabilir, her çocuğun katliyle rejim biraz daha kendi sonuna yaklaşmış olur ve en nihayet halkın asla bastırılamaz isyanıyla işlevsizleşir.
Kürdistan ve özel olarak da Cizre Bota bölgesi, özgürlük güçleriyle rejim güçlerinin kapışma alanıdır.
Rejimin orayı bir türlü pilot bölge seçtiği ortada.
Kobané, Rojava için ne anlama geliyorsa Bota'nın akıbeti de Kürdistan bakımından benzer anlamlar  taşıyor.
Elbette herkesin bulunduğu yerde Kürdistan halkıyla dayanışması kıymetli ve gerekli ancak Kobané'de alınan tarihsel tutumun benzeri en yaratıcı biçimlerde Botan'da alındığında bunun da Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin hanesine onurla kaydedileceği açık.
Şehir yoldaşlarımızın "devrim neredeyse biz oradayız" şiarı bu açıdan da yol gösteriyor.

ARTIK YETER
Onlar konuştukça, biz öldük.
Onlar konuştukça, bizim bgedenimizi kendilerine helal bildiler.
Bedenimize sahip çıkınca, cezamızı kestiler.
Bedenimiz gerçeğin delili olmasın diye de, ellerimizi kesip yaktılar.
Özgecan'ımızı katlettiler.
Bu acı dayanılmaz.
Bu acı unutulmaz.
Bu acı affedilmez.
Asla!
Özgecan'ın katledildiği o dolmuşun, bu toplum olduğu asla unutulamaz.
Cumhurbaşkanından esnafına, polisinden siyasetçisine, avukatından gazetecisine hepiniz o dolmuştasınız.
Hepiniz suçlusunuz.
İsyanımız; tüm erkek egemen sisteme.
İsyanımız; okuldan eve, işyerinden dolmuşa tüm erkeklere.
İsyanımız; evde, işyerinde, sendikada, partide, sokakta!
Her yerde!
Gücümüz; dayanışmamız.
Gücümüz; kadın yoldaşlığımız.
Gücümüz; acımızın ortaklığı.
Gücümüz; kızıl sopalarımız.
Gücümüz; özsavunmamız.
Normal olduğunu sandığımız sabahlara uyanıyoruz hepimiz.
Normal düzeninde geçiyor günler.
Kahvaltılarımızı yapıyor okula gidiyor, akşamları minibüslere biniyoruz.
Sonra her gün aramızdan üç beş tanesi bu normallikten dışlanıp tecavüze uğruyor öldürülüyor.
Kalanlar bir gün tecavüze uğrayabilecekleri, katledilecekleri ihtimaliyle devam ediyor yaşamaya.
Peki nereye kadar?
Ne zaman bitecek?
Yaşadığımız bu sistemde hiçbir günün normal olmadığını anladığımızda bitecek.
Tecavüze uğrayan her kadında tecavüze uğradığımızı, öldürülen her kadında biraz daha öldüğümüzü fark ettiğimizde bitecek.
Kadınlar sözü aldığında; hep bir ağızdan bitti dediğimizde bitecek.
Binlerce kadının aklından geçiyor.
Binlerce niyetleniyor.
Peki azımız ses çıkarıyor pek azımız dillendiriyoruz.
Ama bir gün, yine bir tecavüz ve katliam haberinde öfkelerimiz birleşiyor.
Artık yeter diyoruz.
Her yaştan her kesimden kadın bu isyanı büyütüyor sokaklara akıyor.
Ve meydanda bir kadın bağırıyor:
"Gerekirse silah da alırız. Gerekirse devlete de karşı geliriz. Değiştiririz!"
Gerekiyor.
Gerektiğini anladığımızda değişmeye başlayacak her şey.
Özgecan da bizden biriydi.
20 yaşında psikoloji öğrencisi.
Tecavüze uğradı.
Defalarca kez bıçaklandı..
Ölmediği için başına levye ile vuruldu.
Tırnaklarıyla tecavüzcünün yüzüne direnişinin izlerini bırakmıştı.
Bedelini cansız bedeliyle ödedi.
Elleri bileklerinden kesildi.
Cesedi tanınmasın diye yakıldı.
Bir çöplüğe, Cin Deresi'ne atıldı.
Okumaya bile dayanamadığımız bu katledişin aşamaları ise bize pek çok şeyi hatırlattı.
İşkenceler sonunda bedenleri parçalamak...
Parçalanan bedenleri çöplüklere toplu mezarlara, derelere atmak.
İzleri yok etmek için yakmak...
Özgecan'ın katillerinde somutlaşan bir devlet: "Erkek", "devlet", "faşist".
Öldürüyor.
Alıkoyuyor.
Korkutuyor.
Gözetliyor.
Dinliyor.
Tecavüzleri ve katilleri çok seviyor.
En çok onları koruyor.
Çünkü kendisi tecavüzcü.
Çünkü faşist devlet, katil.
O çöplükten çıkan neydi?
Tecavüze uğrayan bizdik.
Her gün her an her hakkımıza sahip olma isteği ile saldıran ise faşist devlet.
Çöpten çıkan bedene iyi bakın; her erkek, her kadın, o beden biziz!
İnsanlığın çöplüğünde ölü bedenlerimiz!
Cin Deresi'nde yatan bir ülkenin katliam tarihidir.
Yakılıp tanınmaz hale getirilmeye çalışan kadınlığımız.
Kabul edilmeyen; hava karardıktan sonra sokaklarda olma cesaretimiz.
Kabul edilmeyen; okulları, işyerlerini, meydanları dolduran varlığımız.
Hazmedilemeyen; artan cins bilinci ve yükselen kadın devrimi.
Kadınlar artık gür bağrıyor, öldürülüşlerimiz susturulmaya çalışmamız bundan.
Özgecan Aslan isminin altından toplanan binlerce kadının öfkesi kendilerine dayatılan fıtratlarınadır.
Sokaklarda her yaştan kadının isyanı var.
Tacizlere, tecavüzlere sessiz kalınan zamanlar geride kaldı.
Şimdi elinde silah DAİŞ'in kabusu olan kadınların yoldaşlığı doğuyor her yerde.
Kobané'den yükselen devrim her kadında yeniden yeşeriyor.
Her sokakta kendini korumanın, özsavunmanın bilinci ışıyor.
Öfkemiz adaletimizi doğuruyor, kadınlar tacizlere tecavüzlere ilk elden kendileri cevap veriyor.
Bakanlık, "aile bakanlığı" kalsın; kadınlar dünyalarını baştan kuruyor.
Tıpkı katlediliş aşamasında olduğu gibi yargılamada da devletin erkliği, adaletsizliği bizi şaşırtmayacak.
Şimdiden tecavüzcüleri haklı çıkarma çabaları başgösterdi.
Uyarıyoruz; her tacizci ensesinde kızıl sopalıların nefesini hissetsin.
Dünyayı değiştirecek olan kadınların aklında açan kızıl bir çiçek gibi o soru şimdi:
Dünyanın altının üstünden daha iyi olmadığını nereden biliyorsunuz?

 ALEVİLER NEDEN SÜREKLİ KATLEDİLİYOR? ALEVİLİK NEDİR?
NE YAPMALIYIZ?
Alevilik nedir?
Aleviliğin felsefesi nedir?
Aleviliğin tarihsel temeli nedir?
Aleviliğin tarihsel evrimi nedir?
Aleviliğin İslam'la ilişkisi nedir?
İslam dini Aleviliği neden neden "sapıklık", "küfür" olarak damgalar?
Aleviliğin talepleri nelerdir?
Aleviler homojen bir bütün müdür?
İşbirlikçi Türk egemen sınıflarının ve faşist diktatörlüğün Alevilik karşısında duruşu nasıldır?
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne (MGSB) Alevilikle ilgili eklenen maddeyle işbirlikçi devlet neyin peşinde?
AB, neyin peşinde? Alevi yol düşkünlerinin hesapları ne?
Bu sorular çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır da.
Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti'nden bu yana eziilen, sayısız katliamlara uğrayan, "katli vaciptir", "Canları, malları, karıları, kızları, kanları helaldir"  diye haklarında alçakça fetvalar yayınlanan Alevilik nasıl bir "hilkat garibesi"dir ki, bu denli sınırsız zorbalığın hedefi oldu, olmaya ve hala Sivaslar'da yakılmaya devam edilmektedir?
Tüm bunlar raslantı mı?
Kuşkusuz ki tüm bunlar raslantı eseri olarak ortaya çıkmamıştır ve çıkmamaktadır.
Tüm bu saldırıların tarihsel, sınıfsal, ideolojik, politik nedenleri mevcuttur.
TASAVVUF VE BATINİLİK
Alevilik, tasavvufi bir karakter taşır.
Tasavvufun (mistisizm) tarihi oldukça eskidir ve her dinin kendi içerisinde kolları vardır.
Hakim inanç içerisinde bir tepki hareketi olarak ortaya çıkan ya da hegemonik dinin ve egemen sınıfın baskısına boyun eğmek zorunda kalan ama gerçekte hegemonik dini benimsemeyen, biçimsel kabulünü egemen inanç biçimini yeniden yorumlayarak özünde yadsıyan  bir akımdır.
Tasavvuf, en az İslam'dan 1000 yıl öncesine uzayan bir tarihe sahiptir.
Örneğin Kabalacalık Musevi mistisizmini ifade eder.
Örneğin Almanya'da ortaya çıkan Anabaptistler, Fransa'da ortaya çıkan Katar mezhebi, Bulgaristan'da ortaya çıkan Bogomil mezhebi, Kapadokya'da ortaya çıkan Messalianizm vb. diğer örnekler olarak hatırlatılabilir.
Hıristiyan tasavvufun en büyük merkezi Kuzey Suriye (Antakya) ve kapadokya'dır.
Bektaşilik de mistisizmin eski bir merkezi olan Kapadokya'da XIII. yy'da kurulur.
Alevi/Bektaşiliği kurumlaştıran Balım Sultan'dır.
Ve Balım Sultan Osmanlı Sarayı'nın bir yetiştirmesidir.
Tarih boyunca, uygarlıklar ve inançlar birbiriyle etkileşim içerisinde olagelmiştir.
İlk uygarlık merkezi olarak Sümer'le başlayan Mezopotamya uygarlıklarının Hint, Çin, Mısır, Anadolu ve Akdeniz uygarlıklarını etkilemesi, etkilenmesi; ticaretin yanı sıra "kavimler göçü" yoluyla da kültürel alışverişi taşıması anlaşılır bir tarihsel olgudur.
Alevilik tüm bu uygarlıkların inanç ve felsefesinden etkilenmesine karşın, özellikle de ortak mülkiyeti, eşitliği ve özgürlüğü savunmuş olan Mazdakçılık ve Manicilikten; İslam'a karşı muhalefetini asırlarca radikal bir yoldan geliştirmiş olan ilk dönem Şiiliğinden; özel mülkiyeti reddeden ve mülk ortaklığını, adalet ve eşitliği savunan Batıni hareketlerden daha çok etkilenmiştir.
ZULME, SÖMÜRÜYE VE ADALETSİZLİĞE KARŞI ÇIKIŞ
Alevilik, sömürüye, zulme ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkan bir inanç biçimi, bir inanç hareketi, tarihsel ve politik bir akım olagelmiştir.
Aleviliğin bu karakteristlik niteliğini Baba İlyas'tan Şeyh Bedreddin'e, Pir Sultan Abdal'dan Kalender Çelebi'ye uzanan tarihsel çizgide, Aleviliğin direnme, başlakdırı, ayaklanma çizgisinde ve geleneğinde açıklıkla görmekteyiz.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin tarihinde yer alan sayısız ayaklanma aleviliğin damgasını taşır ve bu ayaklanmalar baskı ve sömürüye maruz kalan değişik kavimlerden yoksulların destek ve katılımını da içerisine alarak gerçekleşmiştir.
Anadolu Aleviliğinin "Ser Çeşme" kabul ettiği Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas'ın mürüdüdür.
Bektaş Veli, Baba İlyas ve Baba İshak'ın önderliğinde Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı patlak veren Babai Ayaklanmasına katılır, kardeşi Menteş şehit düşer, kendisi kurtulu.
1921 Koçgiri Ayaklanması, 1937-38 Dersim Ayaklanması Türk burjuva cumhuriyeti döneminde Alevi Kürtlerin damgasını taşır.
1960-1970 yıllarının anti-emperyalist, anti-faşist devrimci özgürlük mücadelesini yine en önde omuzlayanların arasında Alevi inancından emekçiler önemli yer tutmuştur.
Sosyalizme sevgi ve sempatide, kitlesel olarak sosyalizm bayrağı altında toplanmada Alevi emekçiler bir kez daha ön saflarda yer almışlardır.
Alevi emekçileri sayısız evladını, erkek ve kadın savaşçılarını devrimci-demokratik harekete, komünist harekete, yurtsever harekete sunmuştur ve sunmaya da fedakarca devam etmektedir.
Açık ki, Aleviliğin bu duruşu raslantılarla izah edilemez.
Bu, Aleviliğin mücadeleci ruhunun, mücadeleci geleneğinin ürünüdür.
Alevilerin tarih boyu horlanmasının, ezilmesinin, vahşice kitlesel katledilmesinin, yakılmaya devam edilmesinin nedeni işte tam da bu direnişçi, isyancı, mazlumdan yana olma niteliğinden dolayıdır.
Alevilik, sömürene karşı sömürülenden yana, zulmedene karşı mazlumdan yana, eşitsizliğe karşı eşitlikten yana, adaletsizliğe karşı adaletten yana, dinsel bağnazlığa karşı aydınlıktan yana olmuştur.
Alevilik, gerçekte, Tanrı değil insan merkezli bir inanç biçimidir.
Alevi hümanizmi, Alevi felsefesinin ve inanç biçiminin ve yaşam tarzının temel taşlarından birisidir.
Doğaya saygı ve sevgi, insana saygı ve sevgi Aleviliğin insanı ve doğayı kutsal sayan inançlarıyla dolaysız ilişki içerisindedir.
Ama Aleviliği bozmak ve ehlileştirmek isteyen çevreler, bilinçli ve sistematik bir tarzda, Aleviliğin devrimci ve başkaldırıcı içeriğini ve tarihi geleneğini yok etmek için, tek yanlı bir şekilde, Aleviliğin sevgi dini, uzlaşma inancı olduğu propagandasını yaparak Türk egemen sınıflarıyla, faşist devletle, Alevi burjuvazisi ile işbirliğine itmeye çalışmaktadırlar.
Oysa Alevi hümanizmi, bir acuç sömürücünün ve zalimin ezdiği, sömürdüğü, horladığı insanların çıkarlarını savunur.
Mazlumun hakkını, hukukunu savunur.
Zalimlere boyun eğmez.
Zalimlerden hesap sorar.
Zalimleri de insandan saymaz.
ALEVİLİK VE İSLAM
Alevilik öğretisi Zahiri (görünürdeki) değil, Batıni (görünmeyen-içrek) bir karakter taşır.
İslam dini ise Batıniliği "sapkınlık" olarak, "Allaha şirk koşmak" olarak görür ve keskinkes reddeder; Batınilerin katlini vacip görür.
Aleviliğe göre, önemli olan Kuran-ı Kerim'in dışsal (zahiri) anlamı değil, içsel, gizli (Batıni) anlamlarıdır.
Aleviliğe göre, "Okunacak en büyük kitap insandır." (Hacı Bektaş Veli) "Tanrıya ibadetle değil, muhabbetle varılır."
Tanrı-doğa-insan özdeştir, bir ve aynı şeydir.
İnsan tanrısal bir varlıktır.
Tek tanrılı dinlerin ünlü "ilk günah" nedeniyle insanı doğuştan suçlu olduğu saçma tezini reddeder.
İnsanın yaratılmadığını, sadece tanrısal bir görünüş olduğunu savunur.
İnsanı, İslam'ın Tanrısından üstün tutar.
Şu deyişlere dikkat edin:  "Her ne arasan kendinde ara Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da değil",
Ellerin Kabesi var
Benim Kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır."
"Bilmeyenler bilsin beni
Ben Aliyim Ali benim" (Pir Sultan abdal)

"tuttum aynayı yüzüme
Ali göründü gözüme." (Hilmi Dedebaba)

"Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen koca Tanrı
Alem okur kalem ile
Sen okursun hece Tanrı
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsin deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a tanrı." (Kaygusuz Andal)

"Daha Allah ile cihan yok yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
Kendisinin henüz ismi yok idi
İsmi şöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik." (Edip Harabi)

"Bir Şah olsam hükmeylesem cihana
Kilise, mescidi yıkar giderdim
Okullar yapardım bütün insana
Cehaleti kökünden söker giderdim
Gerçek insanlarıbilirdim Allah
Onlardan gayrisine tapmazdım billah
Ne kabe kalırdı ne de Beytullah
Yerine arpa eker giderdim
İnsanlıktan başka olamazdı cennet
Yok olurdu İsa, Musa, Muhammet
Klakardı dünyada mezhep, tarikat
Dinlerin bağını çözer giderdim." (İbreti)
bu gibi sayısız deyişlerde söz konusu olguları görmekteyiz.

Alevilik, İslamın beş şartını tanımaz.

"Bizim orucumuz tutulmuş, namazımız kılınmıştır" der.

Müslümanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'in zahiri anlamıyla ilgilenmez.
İlk üç halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman) halifeliğini tanımaz.
Onları ve ardı sıra gelen Muaviye'yi ve Yezid'i Allah, Muhammed, Ali, Kuran-ı Kerim düşmanları ilan eder; teşhir ağacına çiviler ve durup dinlenmeksizin lanetler yağdırır.
İslam uleması Alevileri "kafir", "zındık", "katli vacip", "kanı helal" vb. ilan ederek geldiği halde, yine de "biz de Müslümanız" der.
Çünkü Alevilik İslami gericiliğe, feodal egemenlere karşı mücadelesini görünüşte Müslümanlığı kabul ederek, "biz de Müslümanız" deyişi altında yürütür.
Ali'nin "hakkının yenildiği", "Ehli Beyt'in yok edildiği", gerçek Kuran-ı Kerim'in bozulduğu, tahrif edildiği savunmasıyla mazlum ve mahrum edilenin arkasına geçerek muhalefetini sürdürür.
Ehli Beyt içerisinde de Emevi halifesi Muaviye'ye boyun eğen (her ne kadar imam ilan ederek savunsa da) Hasan'ı değil, Yezid'e karşı kahramanca savaşarak ölen Hüseyin'i kendine örnek alır.
Ölümüne dek Ebu Bekir'e biat etmeyen, boyun eğmeyen, hakkını helal etmeyen Hazreti Fatma'yı ilahlaştırır ve başköşeye oturtur. (ali Fatma'nın ölümüyle Ebubekir'e biat eder.)
İslam'ın kanlı kılıcından bir türlü başını kurtaramayan Alevilik, görünüşte İslam'a boyun eğer,  ama gerçekte bu boyun eğiş biçimseldir.
Ama biçimsel de olsa ondan etkilenir; temelde inançlarını değiştirmez, ama "Allah-Muhammed-Ya Ali" der.
Gerçekte Ali'ye ve Ehli Beyt'e her şeyin üzerinde değer biçer.
Zor durumlarda kalındığında Allah'tan ziyade Ali'yi, Hızır'ı yardıma çağırır.
Vahşice katledilen (ki çoğu zehirle yok edilmiştir) 12 İmam'ı bayraklaştırır. Emevi Devleti'ni (661-7509 ve ardı sıra gelen Abbasi Devleti'ni (750-1258) lanetler.
Arap, Selçuklu, Osmanlı İslami gericiliğine karşı kavgasını bu bayrağın ardına gizlenerek yürütür ve asla boyun eğmez.
Gerçekte Ali'yi tanrısallaştırır (40'lar Cemi öyküsünü hatırlayalım), hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için ve mülk ortaklığını, toplumsal ideallere adanmışlığı yine aynı öyküde kutsallık katına yükseltir.
İslam'ın Allah'ının peygamberini (Muhammed) bu öyküde sıradanlaştırarak arasına (40'lar Cemi'ne) alır; O'na hiçbir ayrıcalık, üstünlük tanımaz.
arap İslam aristokrasisinin Ali'sini değil, kendi düşlerinde yarattığı Ali'yi, Anadolu Ali'yi yüceltir; Ali arkasına gizlenmiş panteist bir tanrısallıkla "Tanrı Ali'yi" kendi ütopyasında yeniden yaratırç
"Ali benem, ben Aliyem" diyerek insan-tanrı düşüncesini yüceltir.
Sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe karşı savaşan, her daim mazlumun yanında düldülü'yle, Zülfikar'ıyla hazır ve nazır bir Ali'dir onun Ali'si.
İslam ve peygamberi Muhammed, resmi, heykeli yasakalr.
Alevilik inatla Ali'yi, Düldülü, Zülfikar'ı resimleştirir, oturuma odasının başköşesine asar.
Gücü yetse belki de heykelinin diker.
İçkili, müzikli, rakslı tapınmayı Muhammed ve "kutsal" kitabı yasakalr.
Ama Alevilik cemiyle, semahıyla, sazı ve deyişleriyle, içkiyi de kutsayarak ibadetini yapar.
İslam ve peygamberi, kutsal kitabı; kadın ve erkeğin birlikte ibadet etmesini yasaklar ama Alevilikte ibadet kadınlı erkekli canlarla birlikte yapılır.
İbadetini sazla, deyişle, semahla yapar.
İslam'ın ve Kuran-ı Kerim'in Allah'ı, "Benden en çok korkan en iyi kulumdur" der.
Ama Aleviliğin felsefesi, korkuya dayanan Tanrı anlayışını tümüyle redder.
Korkunun yerine sevgiyi koyar.
Sevgiyle inancını yerine getirir.
İslami gericiliğe karşı savaşımını, "hakiki Müslüman biziz" iddiasıbıb ardına geçerek, İslam'ı Alevi inancı biçiminde yorumlayarak gerçekleştirir.
İslam yasası, şeriattır.
Şeriat, Allah'ın iradesidir.
Ama Alevilik, şeriatı kesin kes reddeder.
Sunni İslam'a göre kapı tektir, o da şeriattır.
Şeriattan bir adım dışarı atan "külliyen kafirdir".
Oysa Alevilik 4 kapı (şeriat, tarikat, marifet, hakikat kapıları) öğretisini savunur.
Dört kapı da onar onar açılır ve aşılır (40 makam öğretisi).
Kuran-ı Kerim'in Batıni yorumunu bunun için geliştirir.
İslam'ın şeriatından özgürleşmek için Batıni yoruma sığınır.
Asıl Kuran-ı Kerim'in imha edildiği iddiasını bunun için ileri sürer. (ki,kuran-ı Kerim, ilk defa Osman'ın halifeliği döneminde tek kitap haline getirtilir ve bütün ayetler yakılarak yok edilir.
Üç halife döneminde -Ebu Bekir, Ömer, Osman- hadislerin yazılması yasaklanır.
Ebu Bekir ve Ömer kimde hadis varsa yakılıp yok edilmesini isterler.
IX. yy'da Sünniler tarafından kabul edilen 6 hadis koleksiyonu ortaya çıkar.
Bu hadislerden Muhammed İbn İsmail el Buhari'nin "Kitap el-Cem'i es-Sahih" ve Müslüm İbn el- Hacca'cın "Sahihi" kutsal kabul edilir.)
İslam, peygamberinin ölümüyle halifeliğin Ali'nin hakkı olduğu halde Ali'nin elinden zorbalıkla halifelik hakkının alındığını ileri sürer ("Veda Haccı" veya "Gadiri Hum" olayı).
"Kır-tas Hadisesi" (Ölümüne yakın bir süreçte kağıt-kalem isteyen peygambere, Muhammed'in Ali'yi halife ilan edeceğini anlayan Ömer tarafından, kağıt-kalemin zor kullanarak engellenmesi olayı) bunun için anlatılır.
Savaş ganimeti olarak peygambere verilen "Fed-ek Hurmalığı"nın ölümünden sonra Ali-Fatma çiftine verilmemesi ve el koyulması sorunu bu yorumu güçlendiren bir olay olarak ifade edilir.
Sıffın Savaşı'nın ardından hile yoluyla Halifeliğin Ali'den alınıp Muaviye'ye verilmesi olayı olan, ünlü "Hakem Olayı" ve 661 yılında Ali'nin camide namaz kılarken zehirli kılıçla öldürülmesi bu anlatının parçalarıdır.
Sözüm ona "hoşgörü" dini olduğu söylenen İslam Dini'nin Kuran'ında "kafirleri dost tutmayın" diye emreder, ama alevilik bunu takmaz bile.
İslam'ın Allah'ı, Kuran'da "müşrikleri bulduğumuz yerde öldürün" diye emreder, ama alevilik bu emri de takmaz.
72 milletin bir olduğunu söyler, insanı kutsal sayar ve saygı gösterir.
İslam'ım Allah'ı, peygamberi, kitabı çok eşliliği kutsar, erkeğin 4 kadınla evlenmesini helal sayar, kadını mal ve köle sayar, ama alevilik buna inat, kadın erkek ilişkilerinde erkek egemenliği korunsa da, görece eşitliği ve tek eşliliği savunur.
Yani Alevilik, İslam Arap aristokrasisi içerisinde yaşanan iktidar kavgasında "mazlum" saydığı ya da gerçekten mazlum düşünenlerin savunulması yoluyla siyasal, toplumsal muhalefetini dinsel gerekçelerle perdeleyip direnmiş, kendini korumuş, korumaya çalışmıştır.
Gerçekte biçimsel kabulün ötesinde Alevilik İslami bir inanç biçimi değildir;
ama ondan yer yer ciddi bir şekilde etkilenmiştir (Kur'an ve Muhammed'e verilen değer, cennet cehennemin sonradan kabulü, Ali'ye, 12 imamlara verilen değer vb.)
İslamcılara göre, Aleviler kafirden de beterdir.
Bir kafir, tövbe edip Müslüman olabilir, ama bir Alevi tövbe edip de Müslüman olamaz.
Bir Alevinin Müslüman olabilmesi için, önce kafir olması (Yahudi, Hristiyan) gerekir, ondan sonra ancak tövbe edip Müslüman olabilir.
ALEVİLİĞİ ASİMİLE ETME ÇABALARI,
KEMALİZM, ŞİİLİK
Alevilik, tarihi boyunca sürekli baskı ve zorbalıkta yok edilmek istenmiştir.
Bu amaçla yüz binlerce Alevi katledilmiştir.
ama tüm yok etme çabasına karşın Alevilik daima mücadele ederek ayakta kalmaya kendini var etmeye devam etmiştir.
Despotik merkezi askeri feodal bir İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, esasen kılıçla yok etmeye çalıştığı Aleviliği yok edemeyeceğini görünce kılıcı elden bırakmadan, farklı yöntemler de kullanmıştır.
Kullandığı yeni yöntemlerle Aleviliği yozlaştırıp denetim altına almaya çalışmıştır.
Anadolu Aleviliğinde "Ser Çeşme" kabul edilen Hacı Bektaş Veli'nin ölümünden 254 yıl sonra patlak veren "Kalender Çelebi Ayaklanması"nın (1525-26) vahşice ezilmesinden sonra, Osmanlı devleti, "Hacı Bektaş Veli'nin soyu yoktur." diyerek dergahın başına "Dedebaba" yazar. ("Dedebabab", Hacı Bektaş'ın vekili demektir.) "Dedebabablık" denen sözde Alevi kolu işte böyle ortaya çıkar.
Boşuna dememişler, "Osmanlı'da oyun çok." Dedebabalık koltuğunda oturan Noyanlar, o zalim ve kalleş Osmanlı tezgahının ürünü olarak ortaya çıkmış ve öz Aleviliği bitirme operasyonunun aracıdırlar.
II. Mahmut, 1826 yılında Yeniçerilik kurumunu top ateşi ile dağıtırken, Bektaşi tekellerini de yıktırır,
yasaklar, mallarına da el koyar.
Ama yıktırmaya cesaret edemediği Hacı Bektaş Dergahı'nın başına Nakşibendi şeyhlerini atar.
Dergah'ın başına devlet tarafından atanan ilk Nakşi şeyhi Hacı Abdullah denen zattır. (Nakşilik, XIV. yy. ortalarında Orta Asya'da kurulmuş gerivi Sünni bir tarikattır.) Geçerken hatırlatmakta yarar vardır: En büyük Alevi kıyımları OsmanlıSultanı olan Yavuz Sultan Selim denen cani tarafından işlenir.
Bu caninin Mısır'ı işgal ederken getirdiği savaş ganimetleri içerisinde Halifelik kurumu da bulunmaktadır.
Yapılan bir devlet töreni ile Yavuz Sultan Selim, "Halife-i Müslüm" ünvanını da alır ve bu unvan yıkılışına dek Osmanlı padişahlarının elinde kalır.
Özellikle İttihat ve Terakki döneminde, Aleviliği devletçi temelde ehlileştirme, Türkleştirme ve asimile etme politikası geliştirilir.
Türk burjuva cumhuriyetinin kuruluşu sürecinde ve sonrasında Aleviliği esimile etme politikasına daha fazla önem verilir.
Kürtleri ve Alevileri yok sayma, Kürtleri Türkleştirme, Alevileri devlet merkezli ıslah edilmiş çizgide şeriatçı gericiliğe karşı bir denge unsuru olacak tarzda Müslümanlaştırma faaliyetine özellikle de yeni dönemde, Kemalist burjuva diktatörlüğü döneminde temel bir önem verilir.
Ama Aleviliğe hiçbir hak tanımadan, Aleviliği inkar ederek kullanma biçiminde bu gerici eylem ve saldırı örgütlenir.
Aleviliği yolundan saptırma ve yozlaştırma faaliyeti sayısız biçimlerde geliştirilir.
Örneğin, Hacı Bektaşi Veli'nin Ahmet Yesevi'nin müridi olduğu yalanı ısrarla propaganda edilir.
Oysa A. Yesevi'nin ölümü 1166'dır, Hacı Bektaşi Veli'nin doğumu 1209'dur.
Yani arada 43 yıl vardır.
Ayrıca Yesevilik Alevilikle bağdaşmaz.
Ahmet Yesevi, Nakşibendi Tarikatı'nın önemli isimlerinden biridir ya da öyle kabul edilir.
Yesvilik, koyu bir Sünni tarikatıdır.
İslam şeriatına, Kur'an-ı Kerime, hadiselere kesin kes itikatı emreder.
Var oluşu da yoktan var etme, Allahın yaratma eylemi olarak anlar.
Alevilikle de bir ilişkisi yoktur.
Yeseviliği, Aleviliğin ve Bektaşiliğin önceli ya da Aleviliği Yeseviliğin bir kolu olarak gösterme hilesi bir Osmanlı oyunudur.
Bu hile, cumhuriyet döneminde de sürmüş ve Kemalistler de bu hile yolunu kullanmaya devam etmişlerdir.
Bu hile ve yalan, Aleviliği salı Türk göstermek ve Sünnileştirmek politikasıyla bağlıdır.
Osmanlı tarafından düzenlenmiş "Bektaşi Kütüğü"nde A. Yesevi, 7. şeyh olarak gösterilir.
Oysa bunun gerçeklerle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Örneğin, Hacı Bektaşi Veli'nin Osmanlıya "kılıç kuşandırdığı" yalanı ısrarla propaganda edilir.
OysaOsman Bey, boyunun başına 1281'de geçer; beyliğini 1299'da kurar.
Hacı Bektaşi Veli'nin ölüm tarihi ise 1271'dir.
Israrla Aleviliğin, Orta Asya'da yaşarken Türklerin eski dini olan Şamanizm'in Anadolu'daki versiyonu olduğu ileri sürülür.
Oysa Alevilik şu veya bu ölçüde Şamanizm'den etkilenmiş olmakla birlikte Şamanizm veya Şamanizm'in bir biçimi falan değildir.
Şamanizm, ilkel bir dindir.
Büyücülüğe ve sihire, ruhlar alemiyle bağlar kurmaya dayanır.
Örneğin Mustafa Kemal'in "Bektaşi olduğu" ileri sürülür; oysa Mustafa Kemal'in Bektaşi değildir.
Türk ulusal kurtuluş savaşı yıllarında Türk ulusal burjuvazisinin liderliğini yapan M. Kemal, tümüyle burjuva politik amaçları için İngiliz emperyalizminin uşaklığını yapan Halifelik rejimine karşı Alevilerin desteğini kazanmak için 23 Aralık 1919 tarihinde Hacı bektaş Dergahı'nı ziyaret etmiştir.
Bizans ve Osmanlı saray entrikalarını da iyi bilen Mustafa Kemal, yetenekli bir burjuva siyasal lider olarak usta bir  enrikacıydı da.
Nitekim aynı oyunu ve iki yüzlülüğü farklı bir biçimde de olsa Kürtlere karşı da oynamış ama iktidarı ele geçirdikten sonra Kürtlerin varlığını dahi inkar ederek daha büyük soykırımlar yapmıştır... Kaldı ki eğer söylendiği gibi M. Kemal, Hacı Bektaş Dergahı'nı ziyaret ederken Aleviliği kabul etmişse, o zaman, o en büyük "yol düşkünü" de ialn edilmelidir değil mi?
Çünkü 30 Kasım 1925 yılında Mustafa Kemal tarafından çıkartılan "Tekkeler ve Zaviyelerin kapatılması Kanunu" ile Hacı Bektaş Veli Dergahı da kapatılır.
Tarihi değeri olan eşyalar Etnografya Müzesi'ne hediye edilir.
Kitapları Milli Kütüphaneye bağışlanır.
Dergah'ın diğer eşyaları ise Ankara İtfaiye Meydanı'nda haraç-mezat satılır.
Aynı yasayla "dedelik", "seyitlik", "çelebilik" yasakalnır.
Alevi inancının taşıyıcısı olan dedelik kurumu, üfürükçülükle, falcılıkla vb. bir tutulur.
3 Mart 1924'te "Şeriat Vekaleti" kaldırılır ve yerine Sünni İslam'ın Hanefilik Mezhebi çizgisinde Diyanet İşleri Reisliği kurulur ve Sünni tarikatlar ya da bu tarikatların önemli bir kesimi bu kurumun içine yuvalanarak çalışmalarını yürütürler.
Alevilik yok sayılır.
Alevilik aşağılanmaya vb. devam edilir.
Aslında çok açıktır ki, bu durumda M. Kemali Alevi-Bektaşi ilan edip sahiplenenler, Alevi inancına göre "Yol düşkünü" ilan edilmeli ve hesap sorulmalıdır değil mi?
Tutarlılık bunu gerektirir.
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, 18 Mart 1925'te çıkarılmış olan "Köy Kanunu"nda, köyün tanımı yapılırken "...ve camisi olan yer" vurgusu yapılmıştır.
Cami köyün ortak malı sayılmıştır.
Öte yandan da cami yapımının zorunlu giderlerinin köylülerce karşılanması gerektiği de belirlenmiştir.
Ve Köy İhtiyar Heyetine, cami için yer kamulaştırma yetkisi tanınmıştır.
Yani Alevilik ve onun ibadet mekanı olan cemevi, bilakis Mustafa Kemal tarafından tümden yok sayılmıştır.
Koçgiri'de ve Dersim'de Alevi Kürtleri soy kırıma uğratan da bilakis Mustafa Kemal ve tek parti (CHP) tarafından yönetilen gerici Kemalist diktatörlüktür.
Bunları unutmak mümkün mü? Hacı Bektaş Dergahı'nın 1964'e kadar kapalı olduğunu; 1964'te ise MEKB (Milli Eğitim Kültür Bakanlığı) bağlı "Müze" olarak açıldığını ve bugüne dek Alevilerin Dergaha ancak para vererek girebileceğini; resmi tatillerde kapalı tutulduğunu ve ayrıca, mesai saatleri dışında da kapalı tutulduğunu ve ayrıca, mesai saatleri dışında da kapalı tutulduğunu ve ayrıca, mesai saatleri dışında da kapalı tutulduğunu unutmak mümkün mü?
Bunları unutmak bile Alevi inancına göre "yol düşkünlüğü"dür.

Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi,
"Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte Kemend, işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan."

Gerçek Alevilik yani emekçi Aleviliği bu kararlılığı ve yolda yürümeyi gerektirir.
Mustafa Kemal'i, Kemalizm'i, faşist diktatörlüğü, CHP gibi hilekar ve alçak politik ve ideolojik güçleri izlemek ve savunmak asla ve asla Alevi emekçilere yakışmaz...
Aleviliğin ilerici, devrimci tarihsel geleneğiyle de, Alevi yolu ile de asla bağdaşmaz.
Alevileri Maraşlarda, Çorumlarda, Sivaslarda, Gazilerde yakan, katleden, Alevileri sadece oy deposu olarak görüp kullanmış olan bu sömürü düzeninin ve sistem zorbalığının savunucularının topu birden Aleviliği düşmanıdır.
Ve bilinir ki, "Kötü köpek sürüye kurt getirir"... Tıpkı Muaviyelerle, Yezidilerle, Hızır Paşalarla işbirliği yapan Cem Vakfı gibi.
Artık yeter demeli: Hem deveye binip, hem de çalı arkasına gizlenenleri, Osmanlı olup Ali görünenleri artık daha kolay görmeliyiz değil mi?
Şeriatçı İran egemen sınıflarının "Aleviler ateistleşiyor, ya bırakın biz Alevileri Şiileştirelim ya da siz Sünnileştiriniz" haberini T.C. devletine göndermesi ilginç ve pek çok şeyi açıklar nitelikte bir tavırdır.
Aleviliğin Sünnileştirilmesine karşı olduğu gibi şiirleştirilmesine karşı da devrimci konumda savaşılmalıdır.
Alevilik Şia'lıktan ciddi bir şekilde etkilenmiş olmakla birlikte farklı ve Anadolu bir inanç biçimidir.
Şialık, başlangıçta Arap İslam aristokrasisine, Arap İslam devletinin işgal ve saldırısına karşı çıkan başta Farslar olmak üzere İrani halkların (Fars, Kürt, Beluci, Afgan vb.) başkaldırıdan iken, günümüzün İran Şiiliği tümden gericileşmiştir.
İran hakları üzerinde ortaçağcıl özellikler taşıyan Fars büyük burjuvazisinin ve büyük toprak sahibi sınıflarının koyu ve kanlı bir diktatörlüğü durumundadır.
İran Şiiliği birkaç yy'dan beri "arınma", "temizlenme" adı altında  bir gelişme süreci yaşayarak İslam'ın Sunni yorumuna yaklaşmış bulunuyor.
Humeynicilikle bu "arınma" harekatı doruk noktasına ulaşmış bulunuyor.
İslam şeriatına kaskatı bağlı, esasen Sünni İslam'la arasında pek bir farkı kalmamış bir Müslümanlık anlayışıdır şiilik, İslam'ın beş şartına da kaskatı bağlıdırve Aleviliğe de düşmandır.
Yukarıda dikkat çektiğimiz İran'ın TC'ye ilettiği öneri de İran egemen sınıfları ile Türk egemen sınıflarının Alevi düşmanlığında ortak olduklarını açıkça göstermektedir.
İran dinsel gericiliği kolu gibi çalışan Ehlibeyt Vakfı ve lideri Fermanı Altun'un ne menem biri olduğu da böylece daha iyi görülmektedir.
BAŞKALDIRNIN DİNSEL BİÇİMİ
Alevilik, dinsel bir inanç biçimi altında kendi siyasal ve toplumsal kimliğini korumaya çalışmıştır.
Ama dinsel fanatizm Alevilikle bağdaşmaz.
Örneğin İslam'da "içtihat kapısı" X. yy. kapanmıştır.
Mutezile olarak ifade edilen akım da sapkın ilan edilmiştir.
Oysa alevilik, "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" sözünden, "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" sözünden de görüleceği gibi bilimden ve bilimsel keşiflerden ölesiye korkan şeriatçı gericiliğin aksine gelişmeye, kendini yeni koşullarda üretmeye açıktır.
Bilime sevgi ve saygı, eğitime, kültüre önem verme günümüz Aleviliğinin de tipik bir olgusudur.
Alevilik, örümcek kafalıları sevmez.
Arap İslam egemen sınıflarının baskı ve sömürüsüne maruz kalan göçebe ve yoksul Araplar, kendisini "Kavm-i Necip (seçilmiş millet) gören Arap egemen sınıflarının istilasına uğramış halklar, İrani halklar, Kürtler, Türkler vb; kendi halkına yabancılaşarak Arap egemen sınıflarının kültürünü ve debdebeli yaşamını kendine örnek alan zalim, sömürücü ve fetihçi Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri ve Osmanlı egemen sınıflarına karşı muhalefet eden Türkmen, Kürt kavimler bu muhalefet hareketlerini, direniş ve başkaldırılarını Alevilik inancı ve kanalı üzerinden de ortaya koymuşlardır.
Özellikle Anadolu'da göçebe feodalizmine denk düşen Türkmen halkı ve Kürtlerin önemli bir kesimi de Aleviliği benimseyip bayraklaştırmıştır.
Anadolu topraklarında patlak veren Alevi isyanları, düzenli ordu ve düzenli vergi gereksinimi olan Osmanlı devletinin "oturtma" adı verilen operasyonlarına karşı, sürekli ağırlaştırılan vergilere karşı, kendi öz yaşam tarzı ve inanç ve kültürünün tasfiye edilmesine karşı, göçebe Türkmenlerin başkaldırısı olarak gelişmiştir.
Osmanlı tarafından Türkmenler sürekli  aşağılanmıştır, bunun açık kanıtı "Etrak-ı bi idrak" ("akılsız Türk") resmi söylemidir.
Aleviliği benimseyenler daima sistemin ve egemen sınıfların sömürü ve zulmüne karşı en mücadeleci ezilen kitleler ve halklar olmuştur.
Toplumsal ve siyasal bir akım olarak Aleviliğin orta çağ koşullarında kendisini dinsel bir inanç biçimi olarak ifade etmesi anlaşılır bir durumdur.
Çünkü feodal Arap ve Osmanlı toplumları İslami gericiliğin tahakkümüne dayanan toplumlardı.
Orta çağ, dinin hegemonyasıyla belirlenen bir çağdı.
Tüm bilimler teolojinin (Tanrıbilimi) alt kolları durumundaydı ve dinsel iktidarlar bilimi sıkı sıkıya denetlemekteydiler.
Böylesine tarihsel koşullarda ortaya çıkan ve çıkabilecek politik ve toplumsal akımlar ya da hareketler, doğası gereği, o koşullarda ancak dinsel bir kisveye bürünerek ortaya çıkabilirdi.
Çünkü toplumsal gelişmenin tarihsel evrimi henüz dinsel maskelerini bir tarafa atarak ya da dini yadsıyarak muhalefetlerini ortaya koymalarına müsade edecek kadar olgunlaşmamıştı.
Felsefe, orta çağ gericiliği koşullarında bilimlerin bilimi olarak ortaya çıkamazdı.
Bilinir ki, insanları harekete geçiren her şey, hepsi zorunlu olarak insan aklından geçer ve geçmek zorundadır.
Ama bunların alacağı biçimler doğrudan koşullarla bağlıdır.
Alevilik de içerisinde doğduğu somut tarihsel koşulların ürünüdür.
Yani Alevilik inancı, ne  vahiyle olmuş ne de nesnel gerçeğin dışında ortaya çıkmış bir toplumsal muhalefet hareketidir.
Aksine koşullarla sıkı sıkıya bağlıydı.
Dolayısıyla o çağda, bağnazlıktan uzak bir dinsel inanç örtüsü altında materyalizme yaklaşan bir akım olmuştur.
Evrenin, doğanın ve insanın yaratıldığı fikrinin reddi Alevi felsefesinde tipik bir olgudur.
Aleviliğe göre, zaten var olan ve sonsuz olan, yaratılmamış olan doğanın kendisi tanrıdır; yaratan zaten yaratılmış olandır.
Yaratılmış  olan zaten yaratandır.
Yoktan bir var ediş yoktur.
Kuşkusuz ki, her dinde olan felsefi idealizmi Alevilik inancında da görmekteyiz.
Ama kaskatı bir idealizm olarak değil; tipik bir kadercilik olarak da değil.
Aleviliğin, tasavvufun, mistisizmin, çileciliğin siyasal ve toplumsal yaşamdan kopmuş, dünyadan el eteğini çekmiş, dünya işlerine karışmayan biçimleriyle bir ilişkisi yoktur.
Aksine Alevilik, son derece dünyevidir; yaşamla, sınıf mücadelesiyle bağlıdır.
Yoksulların feodal zengin sınıflara ve feodal devletlere karşı, daha genel olarak, mazlumların zalimlere karşı mücadelesinin teori ve pratiği olmuştur.
Aleviliğin cennet ve cehennem yorumu farklıdır.
Cennetin ve cehennemin bu dünyada da olduğuna inanır.
Aleviliğe göre, zenginlerin yaşadığı hayat cnnet, fakirlerin yaşadığı hayat ise cehennemdir.
Ve bundan dolayıdır ki Alevilik, cennetin bu dünyada kurulmasını ister.
Ve bu cenneti de en ileri yorumcularına göre mülkiyetin ortaklığına, insanların eşitliğine, kadın ve erkeğin eşitliğine dayanan bir dünya olarak tasarlar.
Mistisizmden Aleviliğe sızmış olan çilecilik ise muhalefet ettiği toplumsal sisteme ve egemen sınıfın değerleriyle sert bir kopuşu göze alamamanın ürünüdür.
Aleviliğin aşırı baskı ve zulümden dolayı gizli ve yasa dışı çalışma geleneği de doğasından kaynaklanmıştır.
Dinin kendisi de toplumsal bir üründür.
Din, maddi yaşamdan en uzak ve maddi yaşama en yabancılaşmış ideolojik biçimdir.
Nesnel maddi gerçekliğin ters yüz edilmiş, çarpıtılmış, insana yabancılaşmış ve insanı hükmü altına almış biçimidir.
Ve orta çağda din, feodalizmin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır.
Orta çağda, egemen sınıfa ve toplumsal sisteme karşı mücadele eden her dinsel öğreti, kendi çağının ve içerisinde hareket ettiği toplumsal koşulların, sınıfların, toplumsal yaşamın tarihsel koşullarının zorunlu sonuçlarıdır.
Alevilik öğretisi panteist felsefeye dayanıyor(du).
Ve bu haliyle kaskatı felsefi metafizik idealizme dayanan İslam ideolojisinin felsefi temeliyle sert bir çelişki ve çatışma içerisindeydi.
"En-el hak" ("Tanrı benim") dediği için diri diri derisi yüzülerek zlimce katledilen ünlü Şii mistik Hallac-ı Mahsur'un ve Ozan Nesimi'nin duruşları bizlere çok şey anlatır ve anlatmalıdır.
Alevilik Hareketi, belirli dönemlerde feodal zengin sınıflara, feodal devlete, Arap ve Osmanlı İslam aristokrasisine karşı köylülerin özellikle de yoksul köylülerin dinsel giysiler içerisinde ortaya çıkan devrimci  hareketiydi ve ilkel bir sosyalist hareketti.
Burada açığa çıkan şey, gerçekte toplumda süren sınıf mücadelesidir: Köylü sınıfın, feodal sınıfa karşı sınıf mücadelesi.
Kimi zaman mülk ortaklığının savunulması, eşitlik talebi ve derin hümanizma olguları bu gerçekleri çarpıcı birşekilde dışa vurur.
Her fırsatta ayaklanma geleneği de bunun kanıtıdır.
Gerçekten de Alevilik İslam'la, İslam'ın Sünni yorumlarıyla tam bir karşıtlık içerisindedir.
Bilim sevgisi, politik özgürlük istemi de bu karakterinin yansımalarıdır.
Alevilik her zaman mazlumdan yana olmuştur; çünkü zaten kendisi daima horlanmış ve vahşice yok edilmeye çalışılmıştır ve hala da çalışılmaktadır.
Mazlumların birlikte kurtuluşu olmadan Alevilik de kurtulamaz.
Alevilerin Alevi olmaktan kaynaklanan sorunlarının yanı sıra, emekçi olmaktan kaynaklanan sınıfsal sorunu da vardır.
Dolayısıyla bu iki sorunu birleştirerek ele almak ve mücadele etmek Alevi işçi ve emekçi kadın ve erkek ve gençliğin de temel sorunudur.
MGK DİKTATÖRLÜĞÜNÜN POLİTİKALARI
Yakın dönemde yapılan MGK toplantısında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) gözden geçirildi ve yeniden şekillendirildi.
MGSB yapılan bir ekle (maddeyle), Aleviliğin radikalleşmesini önleme, materyalistlerin, komünistlerin saflarına kaymasını önleme, şeriatçılığa karşı kullanma, Aleviliği Türkleştirme ve Sünnileştirme çizgisine çekme ve Kemalizm'in hegemonyasını pekiştirme kararı alındı.
Alınan kararda, Alevilik içerisindeki uzlaşıcı ve işbirlikçi kanadı maddi ve manevi olarak güçlendirme ve Alevi emekçileri bu yol düşkünleri aracılığıyla kontrol etme ve kullanmanın önemi de ısrarla vurgulanmıştır.
Nitekim Amerikancı faşist diktatörlüğün beyni olan MGK'nın bu kararaları almasından hemen sonra, işbirlikçi medya, yol düşkünleri hemen işe koyuldular.
Örneğin kendi güdümlerindeki Cem Vakfı aracılığıyla, Aleviliği İslamlaştırma ve sunnileştirme, Türkçü, şoven, gerici ve işbirlikçi bir Alevilik geliştirmek için CEM TV yayına başladı.
Örneğin Ali Kırca aracılığıyla Alevilik sorunu Siyaset Meydanı programında hemen işlendi.
Bu programda Alevilik adına Kemalizm yüceltildi, Aleviliğin "öz be öz Müslümanlık ve Türklük" olduğu demagojisi yapıldı.
İlerici, demokratik Alevi kitle örgütleri karalandı, gözden düşürülmeye çalışıldı vb.
Faşist diktatörlüğün Aleviliği asimile etme politikası ile demokratik Alevi hareketinin hiçbir demokratik talebini kabul etmeme tavrı el ele gitmektedir.
Aleviliği sadece Türklükle sınırlı bir inanç biçimi olarak lanse etmei Aleviliği Türkçü faşist bir denge unsuru olarak kullanma, gerici laik/anti-laik kutuplaşmasını kışkırtmak için Aleviliği kullanma, mazlum ve haksızlığa karşı olan Alevi emekçilerin mazlum ve soy kırıma uğratın  Kürt halkının yanında yer almasını önlemek için Türk şovenizmiyle zehirlemek, ilerici-devrimci halk hareketiyle besleyen damarı kesmek için asimile ederek onu bir "kültürel olgu" derekesine indirgemek ve "islamlaştırmak" Alevilerin tarihsel olarak oluşmuş şeriata karşı haklı korkularını kullanarak yedeklemek Alevi düşmanı devletin özellikle 90'lı yıllardan bu yana tipik politikalarıdır.
Oysa Alevi ve Sünni işçi ve emekçiler kardeştir.
Türk ve Kürt halkları kardeş halklardır.
Kürt Alevileri Kürt ulusal direnişinin yanındadır ve  yanında olmak zorundadır.
Türk ulusundan Alevi emekçiler Kürt Alevileriyle ve Kürt halkıyla dosttur.
Bütün bu kesimlerin çıkarları ortaktır ve emperyalizmi, sömürgeci faşist diktatörlüğü yıkmak, politik özgürlükleri kazanmak ortak sınıfsal ve politik çıkarlarının bir gereğidir.
Aleviler biliyor ki, kendilerini hep katleden ve yakanlar bu katliam ve yok etme politikasını elden bırakmadan daima Alevileri kullanmak istemişlerdir ve hile yolu daima Türk egemen sınıflarının sürekli bir politkası olagelmiştir... Örneğin, askeri faşist cephenin Meclisteki sesi olan CHP, Alevilerin demokratik hak ve özgürlükleri için kılını bile kıpırdatmazken, IMF'nin, rantiyecilerin, Koçların, uluslararası emperyalist tekellerin, polisin, ordunun istediği yasaların çıkması için daima can siperine çalışır.
Alevilere daima yalan söylemekten başka, oylarını avlamaktan başka hiçbir şey yapmamıştır ve yapmamaktadır.
CHP, Alevi oylarını daima çantada keklik olarak görmüş, Alevilere dönük başlıca kaygısı ve çabası Alevilerin ekmek, özgürlük ve sosyalizm mücadelesine katılmaması için onları aldatmak olmuştur.
Ve en büyük Alevi kırımları da CHP hükümetleri döneminde gerçekleşmiştir.
Aynı CHP, bugün Alevileri, 12 Eylülcü faşist generallere yedeklemeye çalışıyor.
Alevileri İslamcı AKP ile korkutarak yapıyor bunu.
Oysa, politik İslamcı hareketi gelişiren, Alevi köylerine cami yaptıran vb. aynı 12 Eylülcü generallerdi.
Alevilerin bir diğer sinsi bir düşmanı da AB'dir.
AB'nin, Alevilerin bir kısım halklarının tanınmasından yana tavırı oldu.
Alevi emekçileri kendi emperyalist politikalarına payanda yapmak, Türkiye'de kitlesel ve toplumsal desteğini güçlendirmek için bu oyunu oynuyor.
AB, Alevilerin devrimci tarihsel geleneğinden koparmak, ehlileşmiş, düzene  karşı mücadele etmeyen, devrimcilere, komünistlere düşman bir Alevilik yaratmak için bu kartı pazarlık masasına sürüyor.
Gerçekte Türk burjuva devletiyle AB emperyalizmi bu noktada birleşmektedirler.
AKP'nin Alavilere yönelik son hamleleri de bu doğrultuda değerlendirilmelidir.
AKP hem "tek din tek mezhep" esasını korumaya çalışıyor, hem de Alavileri asimile ederek onları bu "tek"liğe entegre etmeyi hedefliyor.
Reha Çamuroğlu gibi düşkünleri kullanarak kurduğu Hızır Paşa Sofrası, bunun son örneği oldu.
SINIFSAL FARKLILAŞMA
Alevilik, homojen bir birlik oluşturmaz.
Aleviliğin de çeşitli eğilimleri vardır.
Kapitalizmin gelişmesiyle, Alevilerin kentlere kitlesel göçüyle birlikte ticaretle, müteahhitlikle vb. uğraşan kesimleri içerisinde zenginleşen, burjuvalaşan bir sınıf da gelişmiştir.
İşte bu kesim, Aleviliği işbirlikçi Türk burjuva devletiyle uzlaşma ve işbirliği içerisine sokarak yolundan saptırmaya, bozmaya çalışmaktadır.
Alevilik bunları yol düşkünü ilan etmeli, Baba İlyasların, Şeyh Bedreddinlerin, Pir Sultanların, Şahkuluların, kalender Çelebilerin yolunu izlemelidir.
Alevilik bir ulus değildir.
Alevilik bir inanç biçimidir.
Öncesi bir yana, kapitalizm koşullarında her ulus da olduğu gibi her inanç biçimi de kendi içerisinde ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen olarak bölünmüştür.
Dolayısıyla Aleviliği benimseyen kesimler de kendi içerisinde zengin ve fakir, sömüren ve sömürülen olarak bölünmüştür.
Yani sınıfsal bölünme Alevilerin de sosyolojik bir gerçeğidir.
Dolayısıyla Aleviliğin emekçi yolu ile burjuva yolu arasında temel bir fark vardır.
Aleviliğin emekçi yolu devrimci yoldur.
Politik özgürlük ve sosyalizm için mücadele yoludur.
Bu yol, devletle, devletin Sünni İslami (Hanefi) yoluyla uzlaşmayı, anlaşmayı, boyun eğmeyi, kul köle olmayı reddeder.
İşçi sınıfı ve komünist hareket Aleviliğin en yakın dostu ve ittifak gücüdür.
Alevi zenginlerin, Alevi burjuvazisinin yolu ise, sınıfsal doğası gereği, işbirlikçi Türk burjuva devletiyle işbirliği, uzlaşma ve yol düşkünlüğü yoludur.
Bu ihanet yolunun en çirkin örneğini Cem Vakfı (Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi) ve Cem TV oluşturmaktadır.
Bu hareketin başını çeken İzzetin Doğan'dır.
Yani askeri faşist cuntanın kurdurduğu parti olan MDP'yi ünlü işkenceci ve kontrgerillacı Turgut Sunalp'la birlikte askeri faşist cuntanın emri ve güdümünde örgütleyen şu İzzetin Doğan.
Faşizan bir parti olan Ecevit'in DSP'ni destekleyen İzzettin Doğan.
Yani, Erbakan'la ve RP ile görüşmeler yapıp milletvekili olmak isteyen şu İzzettin Doğan.
Hani şu Firavun-Muaviyye işbirlikçi devletin "örtülü ödenek"le beslediği İzzet Doğan.
Son olarak, faşist katil Mehmet Ağar'la ve partisiyle işbirliği yapmış, televizyonunun bir kısmını da onlara satmıştır.
Ama yol düşkünü İzzet Doğan bu yolda yalnız değildir; Ehli-Beyt Vakfı da özünde bu işte onunla omuz omuzadır.
Fermani Altun, sağ burjuva partiler arasında dolandıktan sonra kapağı Fazilet Partisine atarak Mersin'de milletvekili listesine girmiştir.
Yani Alevileri "sapık" diye niteleme küstahlığını gösteren Recai Kutan'ın ve Alevilerin kanını içmeye doyamayan şeriatçı gericiliğin partisi FP!...
Alevilik, ezilen, horlanan, faşist baskı altında tutulan, varlığı yok sayılan bir inanç biçimidir.
Oysa Alevilik Türk ve Kürt coğrafyasının bir zenginliğidir ve bir olgudur.
Aleviliği ne Selçuklu devletleri ne "Cihan İmparatorluğu" Osmanlı devleti ne de T.C. devleti, ülkücü faşist hareket, İslami gerici hareketler de dahil yok edebildi ne de edebilirler.
1000 yıldır bu topraklarda Alevilik vardır ve onurluca direnerek kendini var etmiştir.
Dolayısıyla Aleviliğin varlığı ve tüm halkları anayasal düzeyde de kabul edilmeli ve Alevilik üzerindeki her türlü baskı ve aşağılanmaya son verilmelidir.
Aleviler, demokratik hak ve özgürlüklerini özgürce kullanmalı ve kendi yaşam tarzlarını, inanç ve kültürlerini özgürce geliştirmelidirler.
Mustafa Kemal döneminde kurulmuş olan ve devletçi İslamın aracı olan Diyanet İşleri Başkanlığı kesinkes dağılmalıdır.
Bu kurumun varlığı, korunması ve üstüne üstlük Alevilerin de temsil edilmesi istemi de gericidir ve asla kabul edilmemelidir.
Aleviler, Kemalistlerin, şeriatçıların, burjuva liberallerinin, faşist generaller çetesinin, yol düşkünü işbirlikçi Alevilerin bu tehlikeli tuzağına düşmemelidirler.
Eğitim-öğretim sisteminde zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.
Bir bilim kolu olarak, bilimsel çalışma bağlamında İlahiyat Fakülteleri dışında dinsel eğitim tüm eğitim sisteminden tasfiye edilmelidir.
İmam Hatip Okulları derhal kapatılmalıdır.
Politik özgürlüklerin bir parçası olarak inanç ve vicdan özgürlüğü kapsamında, farklı inançlar kendi inançlarını kendi olanaklarıyla gerçekleştirilmelidirler.
Devletin bir dini olmamalı ve devlet dinler, mezhepler arasında taraf olmamalıdır.
Cemevleri, Alevilerin ibadet yeri olarak kabul edilmelidir.
Alevilerin inanç özgürlüğüne ve ibadet hakkına hiçbir biçimde karışılmamalıdır.
Cemevleri devletin hiçbir maddi-mali yardımını kabul etmemelidir.
İmar planlarında Cemevleri için tümüyle parasız yer gösterilmelidir; dahası yer seçimini Alevilerin kendileri belirlemelidir.
Resmi belgelerin hiç birinde insanların dinsel ve mezhepsel kimliğine dair zorunlu olabilecek hiçbir ibare vs. olmamalıdır.
Hacı Bektaş Veli dergahına monte edilmiş cami derhal yıkılmalıdır.
Alevi köylerine cami yapılmasına derhal son verilmelidir.
Aleviliği Sünnileştirme ve Şiileştirme baskısına karşı en geniş kitlesel politik devrimci mücadele yolundan bu saldırıların püskürtülmesi için ısrarlı bir mücadele yürütülmelidir.
Yürütüleck etkin bir mücadeleyle (kampanyalarla) gerek Osmanlı, gerekse de T.C. döneminde Alevileri yok etme, katletme, aşağılama, asimile etme vb. politikalarından dolayı insanlık suçu işlendiği devlete kabul ettirilmeli ve devletin Alevilerden özür dilemesi sağlanmalıdır.
Cumhuriyet dönemi boyunca yapılmış olan Alevi katliamlarının sorumlularının açığa çıkarılıp yargılanmasını ısrarla ileri sürmelidir.
Özelde de, yıldönümünü acı ve öfkeyle andığımız faşist Sivas katliamının sorumlusu olan kontrgerilla şefleri açığa çıkarılmalı ve dönemin hükümet yetkilileriyle birlikte sanık sandalyesine oturtulmalıdır.
Madımak Oteli, CHP'ye vb. satılmamalı, devletleştirilerek müze yapılmalıdır.
Alevi emekçiler ve demokratik Alevi hareketi, Kemalizm ile Türk burjuva şovenizmi ile yol düşkünleri ile köklü bir hesaplaşma ve kopuşma sürecini yaşamak göreviyle yüz yüzedir.
Kuşkusuz ki, bunu nasıl yapacağını en iyi Aleviler bilir.
Alevilerin ilerici tarihi birikim ve mücadele geleneği, devrimci ve komünist hareketin tarihsel ve güncel birikimi bu alanda nasıl yürümeleri gerektiğine ışık tutmaktadır.
Selçuklulardan, Osmanlıdan, Maraşları, Sivasları yaratan T.C. devletinden neler çektikleriniyine en iyi bilen Alevi emekçilerdir.
Bu köklü kopuşu gerçekleştirmenin ışığı Baba İlyaslardır, Şeyh Bedrettinlerdir, Pir Sultan Abdallardır, Kalender Çelebilerdir, Aşık Mahzuni Şeriflerdir.