KAPİTALİZMİN
BİZE REVA GÖRDÜĞÜ TEK ŞEY ÖLÜM İSE BİZ DE 8 MART’TA ALANLARI DOLDURARAK SORALIM
ÖLÜMLERİN HESABINI
KAPİTALİZMİN “ÖZGÜRLEŞTİRDİĞİ” KADINLAR
Ben vaktimi
kadınlarla geçirip cinsel arzularımı tatmin edeceğime ezilen işçi sınıfını
bulunduğu bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı
değildir. Asla böyle aşağılık bir tabakada bulunamaz. Kadını bir köpek gibi
eğlenme amaçlı görenler ise Burjuvalardan başkası değildir. Friedrich
Engels
...Fakat
emekçi kadınlar sadece bir yedek güç oluşturmazlar. Onlar işçi sınıfının doğru
politikası sonucu, işçi sınıfının burjuvaziyle savaşacak olan gerçek bir ordusu
olabilirler ve olacaklardır. Emekçi kadınların bu yedek gücünü, proletaryanın
büyük ordusunun yanında çarpışan bir işçi ve köylü kadınlar ordusu haline
getirmek, işte işçi sınıfının kesin ikinci görevi. Stalin
DÜNYA EMEKÇİ KADINLARINA SELAM OLSUN
Bugün 8 Mart. Bugün yıldızların dünyaya
ışık saçtığı gün. Bugün sömürüye, zulme, baskıya, eşitsizliğe, haksızlığa
meydan okunduğu gün. Bugün DÜNYA EMEKÇİ
KADINLAR günü.
1910 Danimarka'nın Kopenkhang kentinde
toplanan, uluslar arası 2. Sosyalist kongre, 8 Mart'ı "DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR
GÜNÜ" olarak kabul ve ilan etti. Kara Bolşevik Merkez Komitesinin ve
uluslararası sosyalist hareketlerin kutlama mesajlarının okunması ile tüm
delegelerce coşkuyla ayakta alkışlandı. Bu karar, tüm dünya emekçi kadınlarına
ve emekçileri sevince boğarken, sömürücü sınıfları aynı oranda korkutuyordu. Ve
o günlerden beri 8 Mart, uluslararası emekçi kadınların birlik, dayanışma ve
mücadele günü olarak gelişti, güçlendi.
EMEKÇİ KADINLARIMIZIN
KISA TARİHİ
Kadınların ezilmişlik tarihi özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi, sınıfların ortaya çıkması ve sınıf mücadeleleri tarihidir. Kadının ezilmişliği, Köleci toplumda, Feodal toplum ve Kapitalist toplumda değişik biçimlere bürünse de özünde üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkilerinin temelinde aynı kalır. Bu anlamda kadının kurtuluşu sorunu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı verilecek mücadelede yatmaktadır. Bu ise proletaryanın sorunudur ve proleter emekçi kadın bu mücadelede "Kadın" olarak değil, proleter olarak yer alır. İşte bu anlayışla 1880-1900'lu yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderliğinde Auğust Bebel, Zetkin Rosa gibi önderler, biçimsel sorunlarla uğraşan kadının sorununu kadının erkeğe karşı mücadelesi olarak alan ve her türlü burjuva kadın hareketine karşı proleter kadın hareketi geliştirmeye çalışmışlardır. Ve 1910 da 2. Enternasyonal bünyesinde "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı" toplantısı sağlamışlardır.
Kadınların ezilmişlik tarihi özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi, sınıfların ortaya çıkması ve sınıf mücadeleleri tarihidir. Kadının ezilmişliği, Köleci toplumda, Feodal toplum ve Kapitalist toplumda değişik biçimlere bürünse de özünde üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkilerinin temelinde aynı kalır. Bu anlamda kadının kurtuluşu sorunu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı verilecek mücadelede yatmaktadır. Bu ise proletaryanın sorunudur ve proleter emekçi kadın bu mücadelede "Kadın" olarak değil, proleter olarak yer alır. İşte bu anlayışla 1880-1900'lu yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderliğinde Auğust Bebel, Zetkin Rosa gibi önderler, biçimsel sorunlarla uğraşan kadının sorununu kadının erkeğe karşı mücadelesi olarak alan ve her türlü burjuva kadın hareketine karşı proleter kadın hareketi geliştirmeye çalışmışlardır. Ve 1910 da 2. Enternasyonal bünyesinde "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı" toplantısı sağlamışlardır.
Daha sonraki yıllarda burjuva kadın
hareketlerinde gelişmelere bağlı olarak, kadın hareketini sınıf içeriğinden
kopuk burjuva çerçevesinde tutmaya amaçlayan emperyalist burjuvazi Birleşmiş
Milletler Aracılığı ile 8 Mart'ı 1975 yılında "DÜNYA KADINLAR GÜNÜ" olarak kabul etmiştir.
1910 da 2. Enternasyonelce kabul edilen "DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ"
arasında özde farklılık vardır.
"DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ"nün anlamı, kadın emekçiler aleyhindeki
mevcut durumun temeldeki ekonomik nedenlerini inceleyen ve onları kendi
sınıfından erkeklerle omuz omuza sömürenlere karşı savaşmaya çağırır. Kadın
olarak değil, proleter olarak, emekçi kocalarının dişi rakipleri olarak değil,
mücadele arkadaşları olarak birliği sağlamaktır.
"DÜNYA KADINLAR GÜNÜ"nün anlamı ise, burjuva kadınla emekçi
kadın arasındaki farkı ve çatışmayı örtmek ve sorunu kadın cinsiyetiyle erkek
cinsiyeti arasında kavga şeklinde koymaktadır. Bu Dünya Emekçi Kadınlarının sömürüye karşı
başlattığı dayanışma ve mücadele gününü saptırmaktan başka birşey değildir.
Dahası kadınlar günü safsatasının amacı
burjuva kadınla emekçi kadının "aynı haklara" sahip olduğu ve bütün
kadınların sorunlarının "ortak" olduğu yalanı söylenmektedir. Yani
şafakta süt sağan "Emekçi kadınla" bu sütü içen burjuva kadını
"aynı haklara" sahip olduğu, diğer bir deyişle fabrikada asgari
ücretle çalışan "Emekçi kadınla" yatlarda yalılarda ABD'lerde
saltanat süren Tansu Çiller gibi Burjuva kadınların "ortak" hangi
yalanları olabilir. Lenin, "KULÜBEDE
YAŞAYANLA, SARAYDA YAŞAYANIN HİÇBİR ORTAK YANI OLAMAZ" dediği gibi, "SARAYLARDA YAŞAYAN KADINLARLA
GECEKONDULARDA YAŞAYAN KADINLAR AYNI HAKLARA SAHİP OLAMAZ.
Bugün emekçi kadınlar üzerindeki artı değer sömürünün
yanı sıra, köleci toplumdan beri gelen çağdışı baskılarda vardır. Kadın bir
meta gibi görülüp alınıp satılmakta, çocuk doğurma ev işlerinle ilgilenen
hizmetçi konumuna itilmekte evin reisi erkek mi, kadın mı açılıp reisin erkek
olduğu işlenmekte kadının kişiliği ile ortaya çıkması engellenmektedir. Hala
aynı işi yapmalarına rağmen erkeklerden daha az ücret almaktadırlar. Yaşamdaki
işler “Kadın işi” ve “erkek işi”
şeklinde ayrıma tabi tutulmaktadır.
Bu çağ dışı anlayışları Hakim sınıflar korumakta ve
geliştirmektedir. Çünkü; emekçi kadınların bir insane olarak kişiliğini ortaya
koyması hakkını araması onların işine gelmemektedir.
yeri gelmişken bir konuya temas edelim, ülkemizde
politik özgürlüklerin yok denecek kadar az oluşu, emekçi, kadın hareketinin
yaratılmamış oluşu, emekçi kadınlarımızın kurtuluşu sorunları ile başta burjuva
düzen partilerinin ilgilendiği bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Ancak
gerçek bu değildir, bugün burjuva partileri mevcut üretim ilişkilerini ortadan
kaldırmayı ve sosyalizmi kurmayı hedeflememktedirler. Bu nedenle de CHP, MHP,
AKP ve bunun gibi düzen partileri emekçi kadınların kurtuluşunu sağlayamaz.
PEK ŞU HALDE BİZ KADINLAR NE YAPMALIYIZ?
Sonuç; kadın olarak değil, emekçi olarak. Emekçi
kocalarımızın dişi rakipleri olarak değil, mücadele arkadaşları olarak
birleşmeliyiz. Sömürülmek biz Emekçi kadınlara yakışmıyor, elbette sömürmek
onlara yakışır.
Öyle ise,
“Dünya Kadın Günü” aldatmacasına son verelim. Ve hep bir ağızdan haykıralım
yaşasın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ”
Burjuva evlilik kurumunda, kadın ve erkek ilk
tutkulu sevgi ilişkisi tüketildikten sonra, artık birbirlerine bir takım
uzmanlık işlevlerini yerine getiren iki yabancı gibi görünürler. Erkek kadını
ev hizmetlerini yerine getiren kişi, kadın erkeğe geçimini sağlayan kişi olarak
bakar. Kadın kendisini su veya bu ölçüde ezen kocasını sevmediği, belki de
nefret ettiği halde, iyi es "rolünü" oynamayı sürdürür. Evin içinde
iki düşman gibi olsalar bile çoğunlukla başkaları karşısında "iyi
aile" rolü oynamayı sürdürürler. Bunda ekonomik ve siyasi baskılanma
kadar, büyük ölçüde egemenlerin istekleri doğrultusunda şekillenen toplumsal
gelenek, adet, norm vb.nin etkisi vardır.(Duyarsızlığın Kökenleri)
"-Toplumsal yaşam ile özel yaşam arasındaki
katı sınırlar da erimekte, ikisi iç içe
geçmektedir. Gerçekte sanıldığı gibi bu
özel yaşamın, mahremiyetin ortadan kalkmasından çok, toplumsallaşması, toplumsal yaşamın ayrılmaz bileşeni
haline gelmesidir.
"-Cinsellik, aşk, duygusal ilişkiler,
insan bedeni de giderek özel olmaktan çıkarak
toplumsallaşmaktadır. Fakat diğer yüzünde
de toplumsal olan her şeyin özelleştirilmesi,
özel mülk
haline getirilmesi biçimiyle vardır.
Kapitalizmde korkunç bir metalaştırma,
cinselliğin, aşkın, duyguların, bedenlerin, kişiliklerin de artan ölçüde metalaştırılması, ve meta üretim ve egemenlik ilişkileri
altına alınması, giderek yaygınlaşan doğallaştırılıp gündelik yaşamın parçası haline getirilen fuhuş, pornografi,
teşhircilik, röntgencilik, duygusal bedensel atraksiyon
internette sergilenerek paraya çevrilmektedir.
internette sergilenerek paraya çevrilmektedir.
-Kapitalizmin, emekgücünden başka satacak
şeyi olmayanların, satacak başka şeyleri de olduğunu keşfetmelerini sağlaması, onun insanlığa dev hizmeti sayılmasa
gerek! Bununla birlikte, insanın tüm yönlü metalaştırılmasının dehşetli yıkıcı, çürütücü, şeyleştirici
etkilerine karşın,
kapitalist üretim biçimi ve iş bölümünün yıkılmasıyla, insanın tüm yönlü
toplumsallaşmasının ve özgürleşmesinin de arifesidir!"
DÖNEMİN AYNASINDAN 8 MART POLİTİKASI
2013 yılı, siyasi
süreç bakımından dönüm noktası teşkil ediyor. Bu yılın politik tablosu,
egemenler ve ezilenler arasında biriken çelişki ve çatışmaların kritik
aşamalarıyla şekilleniyor. Kürt hareketinden emek hareketine, bölgesel savaş
politikalarının geldiği düzeyden isyan coğrafyalarında beliren ikinci devrim
dalgasına, geniş bir politik sahada somutlanıyor bu durum. Kadın özgürlük
hareketi de erkek egemen kapitalist sistemle yoğun çelişki ve çatışmaların
yaşandığı, keskin eşikler barındıran bir dönemden geçiyor.
Gerek
Türkiye ve Kürdistan penceresinden gerekse de dünya penceresinden baktığımızda,
kadına karşı bitmeyen bir savaşın sürdürüldüğünü görüyoruz. Savaşın sürdüğü
coğrafyalar, zamanlar ve olaylar farklı ama saldırganlar aynı; erkekler! Büyük
emperyalist metropollerden, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist devletlere,
sömürge ülkelere kadar her alan, kadına karşı bitmeyen savaşın cepheleri.
Şiddet, cinayet, taciz, tecavüz ve katliamlarla örülü bir savaş bu.
Saldırganlığın bir görünümü, emperyalist kapitalist güç odakları ve onların
işgalci-sömürgeci savaşları olurken, diğer yandan görünümü de bu güç
odaklarının şekillendirdiği erkekliğin-erkeklerin kadına dönük her günkü
saldırganlığıdır. Yani, karşımızda kadına karşı sürdürülen iki tipte savaş
vardır: Birincisi emperyalist, gerici savaşlar ve bunun sonuçlarıysa, ikincisi
ezilen-gadre uğrayan bir cins olarak kadına karşı sürdürülen özel tipte
savaştır. Erkek şiddeti, sınıflı, erkek egemen sistemin kadın kitlelerine
yönelik saldırgan, tahakkümcü yapısının, “özel savaş” yoğunluğu ve sistematiği
kazanmış halidir. Elbette bu savaşın sadece saldıran değil, direnen tarafı da
var. Ezilen kadın kitleleri gerek sömürüye ve diktatörlüklere karşı, gerekse de
günlük yaşamdaki erkek zulmüne karşı direniş ve savaşım içindeler. Kimi zaman
örgütlü, kimi zaman tekil direniş, bu cinsler arası savaşta ezilen cins olarak
kadının iradesinin gelişmekte olduğunu gösteriyor.
2013 8
Mart’ı, her yerden kadını vuran savaşa karşı hareketin buluştuğu bir nokta
olacak. Türkiye bakımından bu hareket daha da özel bir anlam taşıyor. Zira,
bölgesel olarak sömürgeci, faşist ve gerici savaş katlarının düğümlendiği bir
coğrafyadan bahsediyoruz. Kürt halkına karşı 30 yıldır sürdürülen kirli savaş
bunun bir yanı. Diğer yanda da, Suriye’ye karşı yürütülen savaş var. Kürt
kadınlarının kirli savaş dönemi boyunca uğradığı zulüm, bugün 70 yaşındaki
ninesinden seçilmiş milletvekillerine, Paris’te olduğu gibi özel hedef haline
getirilen önder kadınlara kadar devam ediyor. Suriye Kürdistan’ında ise, Esad
güçleri ile emperyalizm Türk devleti destekli çetelerin taciz, tecavüz ve
katliamcı saldırılarına uğruyorlar. Siyasi sahada süren savaş, kadına dönük
bütün boyutlarıyla çok yakınımızda ve içimizde.
bir cins
kırımı haline gelen kadına dönük şiddet ve cinayetler, savaşın ikinci
cephesinde de durumun ağır olduğunu gösteriyor. 2012 yılında 165 kadın erkekler
tarafından öldürüldü, 150 tecavüz, 210 yaralanma, 137 taciz olayı yaşandı.
Bundan daha kötüsü de rakamların, sadece resmi bildirim ve kayıtlarla sınırlı
olması. Tablo bundan daha ağır ve çoğu saldırı, sistemin karanlık
koridorlarında açığa çıkmadan çürüyor ve toplumsal yapıyı çürütüyor.
İki cepheden
ama kesinlikle aynı kaynaktan bir savaştır bu. Kadın kitlelerini gittikçe
sıkıştıran ama karşı mücadele ve savaşım kanallarını da yaratan bir kuşatmadır
aynı zamanda. 8 Mart ve onu çevreleyen kadın özgürlük politikası, bu kuşatmayı
yaratacak, savaşı durduracak iradeyi yükseltmenin çıkış noktası olmalıdır.
Sosyalist Kadın Meclisleri’nin “Ses ver Savaşı-Şiddeti Durdur” şiarıyla
giriştiği 8 Mart çalışması, bu çıkış olanağı yakalamak açısından bir fırsat
olarak görülmelidir. Toplumda biriken ve yer yer patlayan savaşa ve kadına
dönük şiddete karşı birinci, doğru politik potada birleştirmek için de bir
fırsattır bu. Toplumsal mücadele alanının iki diri politik gündemiyle kitlelere
gitme ve sonuç alma potansiyelini güçlü biçimde barındırır. Mücadelenin akışı
içerisinde kesişen bu gündemlere ve ana etkili mücadelede bulunmak, kadın
özgürlük cephesinin görevi olduğu kadar, başta sosyalistler olmak üzere tüm
toplumsal mücadele dinamiklerinin görevidir.
8 Mart,
devrimci sosyalist politik hattımız bakımından takvimsel bir an olmaktan çoktan
çıkmıştır. Dahası, güncel politik mücadelemizin sürekliliği bakımından taşıdığı
önem artmıştır. Bu açıdan baktığımızda, sosyalistlerin son dönemde yükselttiği
savaşa, üstlere, füzelere karşı faaliyetlerin, siyasi olarak 8 Mart’ın siyasi
içeriği ve hareketiyle kadın cephesinden süreceğini görebiliriz. Diğer yandan,
Kürt halkına karşı savaş ve Türkiye’de emekçi barış hareketinin geliştirilmesi
görevi de 8 Mart’ın politik temasıyla içerilmiştir. Öyleyse, 8 Mart’la ilişki
kurarken sadece kadınların değil, sosyalistlerin merkezi politik gündemiyle
doğrudan ilişki kuruyoruz demektir. Politik müdahale ve süreklilik, kadın
kitleleri içerisindeki çalışma ve seferberlik düzeyiyle ortaya konulmalıdır.
Doğal olarak 8 Mart aktivitesi, sözü edilen bu döneme uygun şekillenmelidir. Bu
dönemde gündemler iç içe geçtiği kadar mücadele biçimleri de iç içe geçecektir.
üslere karşı çalışmanın bildirileriyle 8 Mart çağrı bildirileri, Kürt sorununda
emekçi çözüm ve barış hareketinin eylemleriyle kadın eylem biçimleri yan yana,
iç içe kullanılabilir. Politik gelişmeler ne yazık ki, devrimcilere bir işi
bitirip, kesin ayrımlarla diğer işe başlama şansı vermiyor. Politika tarzında
ve yönetme gücünde gelişme sağlayarak, işlerin nerede bütünlenip, nerede
ayrıştıracağına dair doğru taktik tutumlar alınabilir. Esas başarı da buradan
sağlanır.
8 Mart
politikasının en önemli yanı şüphesiz ki, alanlara kadın kitlelerinin seferber
edilmesidir. Savaşa ve şiddete karşı açık ya da örtük tepkilerin etkili politik
bir güç haline gelmesi, alanlara kadın kitlelerinin taşınmasından bağımsız
değildir. Bu konu, sadece genel politik kazanım bakımından değil,
sosyalistlerin kadın kitleleri içerisindeki çalışmasının sorun ve zaaflarının
aşılması bakımından da oldukça önemlidir. Özellikle 2. SKM kongresi, kitle
seferberliğinde zayıf bir sınav veren sosyalistler için 8 Mart, pratik bir
düzeltme ve özeleştiri olmalıdır. Ama bunun
için her şeyden önce etkili ve kolektif seferberliğe dayalı bir hazırlık
çalışmasının örgütlenmesi gerekir. Bir taraftan geniş politik malan
faaliyetiyle ilişki içinde 8 Mart hazırlığı yapılırken, diğer taraftan
daraltılmış ve yoğunlaştırılmış, esas olarak da kitle katılımı hedefi hazırlık
çalışmaları ihmal edilmemelidir.
Kadın
özgürlük mücadelesi cephesine baktığımızda, 2013 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü aynası bir
dizi olumlu gelişmeyi olduğu kadar, sınıf ve ideolojisi farklarına dayalı
çelişkiyi de yansıtır. Sosyalist kadın hareketinin burjuva, küçük burjuva
feminist hegemonya çabası ve dayatmalarına karşı, bağımsız gücüne dayanarak
ilerlemesi daha bir önem kazanmıştır. Sosyalist kadınlar, ezilen cinsin
birleşik hareketine değer vermekle birlikte, kendisini sorgu-sual edilmez bir
kült gibi dayatan feminist akımlardan bağımsız hareket etme kabiliyetine de
sahiptir. 8 Mart’ın ön günlerinde burjuva, liberal feministlerin başını çektiği
“şiddete karşı 1 milyar kadın dans ediyor” hareketinden-tutalım da,
Hindistan’da tecavüze karşı isyana, K. Afrika kadın hareketine varıncaya kadar
çok geniş bir sahada farklı politikalar, ideolojiler ve kesimler kendini ortaya
koyuyor. Bu, ezilen cins iradesinin gelişimi bakımından olumlu ve sosyalist
kadınların da demokratik görevler kapsamında müdahale etmesi gereken bir
durumdur. Ama bu hareketi hedef ve bilinç olarak ileriye taşımak, sosyalist
kadın görüş açısının ve politikaya müdahalesinin etkinleştirilmesinden geçer.
2013 8
Mart’ı, kadını n her alandaki emeğin ve emekçiliğinin görünür kılınması
mücadelesi için de bir anlam taşıyor. geçen yıl olduğu gibi bu yıl da emek
örgütleri, ücretli izin günü-resmi tatil talebiyle iş bırakma eylemi çağrısı
yapıyor. İş bırakma hareketi, işçi kadınların hak mücadelesi taleplerinin yanı
sıra, ev içi emeğin karşılığının verilmesi talep ve mücadelesinin de zeminidir.
Sosyalistler, bu ezilme durumuna karşı ev emekçisi kadınları da 8 Mart’ın temel
bir kitle gücü olarak sokakla buluşturmalıdır.
daha
şimdiden 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sadece bir güne hapsolmaktan
kurtulmuş, kadın kitlelerinin bir döneme yayılan hareketinin merkezi olmuştur.
Bize düşen nefesimizi toplamak ve bu dönemi lakıyla yönetmektir.
8 MART YANGIN KIVILCIMI OLDU
8 Mart 1857
yılında ABD’nin New York kentinde konfeksiyon ve tekstil fabrikalarında çalışan
40 bin işçinin ücretlerinin yükseltilmesi, 12 saatlik çalışma süresinin
kısaltılması ve fazla mesai ücretleri için başlattıkları grev, polisin
saldırısıyla kanlı bitti. Bu, işçi kadınların kapitalizmin amansız sömürüsüne
karşı ilk büyük eylemiydi. Saldırı sırasında çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi
can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 1910 yılında
Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan 2. Enternasyonale bağlı kadınlar
toplantısında, Almanya Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, bu
yangında yaşamını yitiren 129 kadın işçi anısına 8 Mart gününün Dünya Emekçi
Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Kadın hakları hareketini, özellikle
oy hakkını onurlandırmayı amaçlayan Kadınlar Günü önerisi oy birliği ile kabul
edildi. Çok şey ve hiçbir şey! Çok şey; çünkü o zamanlar kadınların eğitim
görmesinin, çalışmasının, kendi yaşamı üzerine karar vermesinin hiçbir olanağı
yoktu. Kadınlar oy bile veremeyecek kadar zavallı, aşağı varlıklar
sayılıyorlardı. Dünyanın her yerinde dinci gerici örümcek ağlarıyla kadınlar
evin, ailenin, kocalarının ömür boyu bağlı kuzu gibi sessiz köleleri olarak
yaşıyorlardı. Hiçbir şey; çünkü kadının eğitim görmesinin, üretimde yer
almasının, kendi yaşamı üzerine karar vermesinin önündeki engellerin
kaldırıldığı söylenen bu çağda, 21. yüzyılda kapitalizmin emekçi kadına
sunduğu, kocaman bir yalandan, vahşi bir emek sömürüsünden ve yoksulluktan,
tarifsiz acılardan başkası değil! Yalan mı?Kadınlar üzerindeki sınıfsal ve
cinsel sömürüyü, baskıyı ona en fazla kağıt üzerinde hak eşitliği sağlayan
kapitalizm ortadan kaldıramaz. Kadınlara vadedilen ışıltılı vitrinleri en başta
beynimizde tuzla buz ettiğimiz zaman yüzümüze çarpan, yalnızca ve yalnızca
kapitalizmin emekçi kadınlar için yıkım ve geleceksizliğidir. Ücretli kölelik,
açlık sınırı altında, güvencesiz, her an işsiz kalabilecek, kendisi de
burjuvanın kölesi, evin efendisi olan bir babanın, kocanın, çocuğun eline
bakarak tükettiğimiz ömürlerimizdir. Kapitalizm ücretli köleliktir; işçi
sınıfının, insanlığın, ama en fazla da emekçi kadının ayağına vurulmuş bir
prangadır. Başka bir ulusu ezen bir ulus, başka bir cinsi ezen bir cins özgür
olamaz. Kadın kölelik zincirleriyle ne kadar bağlı ise toplum da, erkek de o
kadar bağlı demektir. Kadın zincirlerini kırıyorsa, emekçi özgüveni ile
yürüyorsa işçi sınıfı sosyalizmin özgürlük dünyasına doğru bir adım daha atıyor
demektir. Sosyalizm için, emekçi kadının erkekle gerçek eşitliği için, ücretli
kölelik nedir bilmeyecek çocukların elma gülüşleri için 8 Mart bayrağını her
gün yükseltelim!
NEWYORKLU TEKSTİL İŞÇİSİ KADINLARIN ANISINA
8 Mart 1857 tarihinde
ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi
“Eşit işe eşit ücret” ve “Daha iyi çalışma koşulları” talepleriyle bir
tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve
işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin
fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can
verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 26 – 27 Ağustos
1910 tarihinde 2. Enternasyonal'e bağlı kadınlar toplantısında(Uluslararası
Sosyalist Kadınlar Konferansı)Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden
Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın
işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (International Women’s
Day – Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri
oybirliğiyle kabul edildi. İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve
değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak
saptanışı 1921'de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar
Konferansı’nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında
bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların
sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de anılmaya başlanmasıyla daha güçlü
bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977
tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti.
Birleşmiş Milletler’in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New
York’ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır. Türkiye’de ise 8 Mart
Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak
kutlanmaya başlandı. 1975 yılında daha yaygın olarak kutlandı ve sokağa
taşındı.
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’NDE ALANLARA!
"Mutfak, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı
gibi kadını evcil köle ve erkeğe bağımlı kılan geleneksel işbölümü; emekgücünün
yeniden üretiminin de (hazır gıda sektörü, hazır bebek bakım ürünleri,
elektronik mutfak ve ev aletlerinin gelişimi, anaokuluna başlama yaşının
Avrupa’da 3, Türkiye’de 5’e düşürülmesi, medya, internet, vd.) büyük çaplı
toplumsal üretim ve toplumsal emeğe dayalı hale gelmesiyle, kadının aile kurumundaki özgül emeğini
teknik
olarak gereksizleştiriyor.
olarak gereksizleştiriyor.
Kapitalist üretim ve meta egemenlik
ilişkilerinin, neoliberalizmin, kapitalist toplumsallaşma biçimleri, aile
kurumunu da kökünden sarıp bireylere doğru çözmektedir."
Emekçi
kadınlar, köleliğe, özgürlük yoksunluğuna karşı öfkemizi önce evlerimizin
duvarlarına gözyaşlarımızla yazdık. Yüzyıllarca erkeğin ve ailenin ücretsiz
köleliğinesessizce katlandık. Sessizliğimiz, uysallığımız, bizi görünmez kıldı.
Bir başımıza ıssızlığa mahkum edildik. Fakat artık susmayı unuttuk!
Kapitalizmin ücretli köleliğe açtığı kapıdan akın akın çıktıkça,
sessizliğimizi, ıssızlığımızı toprağa gömdük. İşçi sınıfı tarihinde emekçi
kadınlar olarak kendimize de mücadelemizle yer açtık. İşçi sınıfının meçhul
kahramanı 129 kadın işçi 1857 8 Mart‘ında burjuvaziye diri diri kurban
verilmekle kalmadılar. Burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadele zirvelerinden
birini yarattılar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bugün onu şekere bulamak,
sınıf düşmanı “girişimci” burjuva kadınla buluşturmak isteyenlere inat, işçi
kadınların omuzlarında yükseldi. İşte biz bu 8 Mart‘ta karanlıklara gömülü
tarihimiz ve özgür, yeni bir yaşamı kucaklayacağımız gelecek umudumuzla alanlarda olmalıyız. Bizi
tutsaklıkların en ağırına mahkum eden, ancak onu yıkarak özgürlüğü
kazanabileceğimiz kapitalizm ve ücret köleliğine karşı, güvencesiz, örgütsüz
çalışmaya karşı alanlarda olmalıyız. Eşit işe eşit ücret için, küfür ve
hakaretlere, cinsel tacizle bezdirilmeye karşı alanlarda olmalıyız.
Cesaretimizi ve aklımızı işçi sınıfının mücadelesine taze kan olarak
akıtacağımızı, artık gözyaşlarının değil yumruğun diliyle konuşacağımızı
burjuvaziye göstermeliyiz. Tekel, Hey Tekstil, Trexta işçisi kadınlar gibi
“İnceldiği yerden kopsun” diyerek mücadeleye atılmalıyız. 8 Mart‘ta özgürlük
için alanlarda olmalıyız. Özgürlük her yerde hakkımız! Kapitalizm ev yükünü
olduğu gibi sırtımıza yıkıyor. İşten eve döner dönmez ayrı bir mesai başlıyor.
Ömrümüz herkese hesap vermekle, en küçük detayları düşünmekle, eş, çocuk, hasta
ve yaşlı bakımına adanmakla geçiyor. İşyerinde olduğu gibi evde de köleyiz.
Kendimize ait bir dakikamızın bile olmadığı ömürleri yaşayıp bitiriyoruz.
Burjuvazinin istihdam ve eğitim politikasında, dinde, geleneklerde yerimiz hiç
değişmiyor: Az eğitim, az vasıf, dışarda iş, içerde iş! 8 Mart‘ta zorbalık ve
şiddete dur demek için alanlarda olmalıyız. Şiddet yaşamımızdan eksilmiyor.
Boşanmak, ayrılmak, bir parça özgür zaman ve uğraş isteyen kadınların karşısına
şiddet, ölüm dikiliyor. Kapitalizm kadın cinayetlerini iş cinayetleri ile
yarıştırıyor. Kadının köleliği, günde beş kadının katledilmesi, her üç kadından
birinin şiddet görmesi üzerinde yükseliyor. Burjuvazi erkek egemenliğini
ucundan kıyısından değiştirdiği yasaları bile uygulamayarak koruyor. Yeni bir
yaşam için, ücret köleliğine, cinsel baskı ve sömürüye, ev köleliğine, özgürlük
yoksunluğuna karşı mücadele için: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde
alanlara!Ölen kadın, ama suçlu da kadın oluyor! 8 Mart‘ta cinsel taciz ve
tecavüze, mobbinge dur demek için alanlarda olmalıyız. En verimli zamanlarımızı
erkek egemenliğinin mührünü taşıyan bu saldırılarla tüketmekle kalmıyoruz.
Dahası, çalışmaktan, erkek sınıf kardeşlerimizle mücadelenin diliyle ilişki
kurmaktan, hatta sokağa çıkmaktan bile caydırılmaya çalışıyoruz. Güvensizlik ve
özgüvensizlikle çevreleniyoruz. Cinsel sömürü ve şiddeti sermaye birikimi için
bir sektör haline getiren kapitalizm, dünyanın her yerinde kadın bedenini
metalaştırıyor. Üstelik sorunlarımızı gündemleştirmemiz bile bastırılıyor. Her
nerede olursa olsun, istersek 13 yaşında olalım, cinsel tacizin, tecavüzün
“suçlusu” biz oluyoruz! 8 Mart‘ta çifte baskı ve sömürüyü katmerlendiren ulusal
zorbalığa karşı mücadele için alanlarda olmalıyız. Boyun eğdirilemeyen Kürt
emekçi kadını, bir yandan bin yıllardır yaşadığı topraklarda özgür iradesiyle
yaşamaktan, anadilinde eğitim, sağlık hizmeti almaktan caydırılmaya
çalışılıyor. Van depreminde, Roboski bombardımanında acılarına yeni acılar
ekleniyor. En ağır koşullarda saflarından yetiştirdiği siyasetçilerin,
sendikacıların binlercesi operasyonlarda tutuklanıyor. Emperyalist ve gerici
savaşların, burjuva gerici diktatörlüklerin amansız eli emekçi kadınların
boğazına çullanıyor. 8 Mart‘ı her güne yaymak için alanlarda olmalıyız.
Toplumun her alanında, sınıf örgütlerinde, direniş komitelerinde, sendikalarda
emekçi kadının sesinin, temsilinin ve kararlılığının yükselmesi için alanlarda
olmalıyız. 8 Mart‘ın resmi tatil olması için en önde biz emekçi kadınlar
dayanışma halinde mücadele etmeliyiz. Bilmeliyiz ki, kimse bize bunu tabakta
sunmayacaktır. Erkek sınıf kardeşlerimizi kadın üzerindeki çifte baskı ve
sömürünün bir parçası olmaktan çıkmaya çağırmalı, taleplerimizi omuzlayarak
erkek egemenliğine karşı mücadele içinde eğitilmeye yöneltmeliyiz. Başka bir
cinsi ezen bir cins özgür olamaz. Kapitalizme karşı yeni bir yaşam için
mücadele, her türden egemenlik ve tahakküm ilişkisini, emekçi kadının
köleliğini büyüten işbölümünü hedefe çakmadan ilerletilemez. Bu yepyeni yaşamı
ise bize ancak sosyalizm, özgür sınıfsız toplum verebilir. 8 Mart‘ı emekçi
kadının özgürlük dünyasını büyütmek için mücadeleye adamalıyız.
Yaşasın 8
Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
Kadına
Yönelik Şiddete Son!
Toplumun Her
Alanında Eşitlik ve Özgürlük!
Yaşasın
Emekçi Kadın Dayanışması!
Kahrolsun
Ücretli Kölelik Düzeni!
Emekçi
Kadının Özgürlüğü Sosyalizmde!
MÜCADELE YAKLAŞIMIMIZ NE OLMALI?
Ezilen cins
sorunu, sınırlı toplumlarda erkeğin kadın üzerindeki, özel mülkiyete, erkek
soyuna dayalı ilişkilere, cinsler arasındaki işbölümüne ve onun kurumlaşmış
biçimi olarak aile kurumuna dayanan egemenlik ve sömürüsünün kaldırılması
sorunudur. Kadının ataerkil kültür ve ilişkiler kadar kapitalist üretim ve meta
egemenlik ilişkilerinden, burjuvaziden olduğu kadar evdeki burjuvadan,
cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünden ve kapitalizmin hücre yapısı aile
kurumundan kurtulması, onun özgürleşme koşuludur. Kadın sorununun çözümünün en
yalın ifadesi; kadının kurtuluşu ve işçi sınıfının kurtuluşu, özgür bireylerden
ve birlikteliklerden oluşan komünist toplum’dur. Sosyalist devrimimiz, bir
bütün olarak kadın cinsinin prangalarından kurtulmasını, onlara erkeklerle
biçimsel hak eşitliğini bile ücretli kölelik sisteminin bekası için tanıyan,
cinsler arasındaki işbölümünün en geri formlarını giderirken yeni bir temelden
incelterek derinleştiren, buna karşılık çite köleliği ve kendi elleriyle
çözdüğü aileyi kutsamaya devam eden kapitalizmin aksine, kadınların toplumun
onurlu ve eşit üyeleri haline gelmelerini, devrim ordusunun sadece “yarısı”
değil, öncü bir gücü olarak gelişmelerini birincil görevlerinden biri olarak
belirlemektedir. Bu, toplumun komünizme yürüyüşünün asli bir unsurudur. Alt ve
üst evreleriyle komünizm, kadına taşınan bugünkü liberal özgürlük düşlerinin
çok çok ötesinde, kadını ezen ve sömüren sınırlı toplum yapısının atomlarına
dek gerçek bir yadsınması, süreklileşmiş infilakı ile bir “kadın toplumu”dur!
Erkeği efendi kadını köle yapan, emekgücü-emekgücünün yeniden üretimi, özel
yaşam-kamu yaşamı, ve cinslere dayalı işbölümü ayrımları, ekonomik, teknolojik,
toplumsal, kültürel koşulları geliştirilmiş olarak sosyalizmde tümüyle tarihe
gömülür. Kadın artık ne mutfaktan, temizlikten, ne erkeğin, çocuğun bakımından
sorumludur. Kadının bu işlerdeki özgül emeği, tamamının üst düzeyde
toplumsallaştırılmasıyla hızla gereksizleştirilir. Komünizmde, kadını, erkeği,
çocuğu birbirine bağımlı ve köle kılan kapitalist üretim ilişkilerinin en
hücresel şirketi, kurumu olan aileye yer yoktur. Kadın sorunu aile sorunuyla iç
içedir ve kadının kurtuluşu için ailenin ortadan kalkması zorunludur. Bununla
birlikte çekirdek aile, kapitalizmin ulusla birlikte ve ulustan da önemli temel
kurumu olagelmiştir. Ailenin varlığı ve aile içi işbölümünün sürdürülmesi,
miras devri, emek gücünün yeniden üretimi süreçleri de içerisinde olmak üzere
sistemin ekonomik, toplumsal, kültürel yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi
olmuştur. Aile; 1) Genel olarak üretim koşullarının ve kadının üretim
sürecindeki yer alışının değişmesiyle, 2) Gelişen üretim koşullarının, üretim
ve tüketim araçlarının ev içi işbölümünü değiştirmesiyle, 3) Meta ilişkilerinin
çekirdek ailenin duvarlarını da yıkmasıyla, 4) Neoliberal birey gelişimiyle
hızlı bir çözülme, bozulum, karmaşa içerisinde çürüyüp dağılmakta, bir yandan da
ikiyüzlülükle korunmaya, sürdürülmeye çalışılmaktadır. Komünistlerin çözülen ve
çökmekte olan aileyi geri getirmek diye bir sorunları olmadığı gibi bu yönlü
her çabayı -ister geleneksel, ister küçük burjuva demokratizm biçimiyle aileyi
koruma, sürdürme ve idealize etmeyi- nafile ve gerici bir çaba olarak görür.
Kadının olduğu gibi, erkeğin de, çocuğun da kurtuluşu, özgürleşmesi ve gelişimi
ailenin sürmesinde değil, ortadan kalkmasındadır. Komünistler, aileyi tüm
ilişki biçimleri ve kalıntılarıyla ortadan kaldırmak, toplumsal yaşam ve
ilişkilerden kazımak için bilinçli olarak savaşacaklardır. Kapitalist ülkelerde
anne ve çocuğu koruyan sınıfsal-sosyal-hukuksal kazanımlar dahi işçi kadınlar
için çekim oluştururken, sosyalizm kadına ve çocuğa bundan çok daha ötesini
gösterir. Çocuğa ailenin sınırlı utkunun, burjuva ölçü, değer ve ilişkilerinin,
dinin ve gerici kültürün zerkedildiği, kişilik gelişiminin geri bir
toplumsallık ile daha baştan sakatlandığı ailenin yerini sosyalizmde çok yönlü
toplumsal eğitim ve çok yönlü fiziksel kültürel gelişim alacaktır. 6 saatten
fazla çalışmanın yasaklanmasıyla erkek ve kadının enerjisinin tüketilip
birbirlerine yabancılaşmaları son bulacak, temel gereksinimleri toplum
tarafından karşılanan çocuk, anne ve babasıyla yalnızca sevgiyi ve yaşama dair
deneyimlerini paylaşacaktır. Yaşlıların bakımı tam toplumsal güvence altında
olacaktır. Çocuk bakımı, mutfak ve temizlik işlerinin, kapitalizmde gelişen
hazır bebek bakım ürünleri, hazır ve organik gıda, elektronik mutfak ve ev aletleriyle
artıdeğere dayalı meta toplumsallaşma biçimleri kaldırılacak, bu ürünlerin en
gelişkinlerinin üretim ve dağılımıyla birlikte, meta karakterinin de hızla
sınırlandırılıp ortadan kaldırılması ve bu yönlü ihtiyaçların artan ölçüde
karşılanmasıyla kadını eve-mutfağa bağlayan, köleleştiren ve körelten bu
işlerden tam kurtuluşu sağlanacaktır.
Kapitalizmde ev ve bakım işlerinin hafilemesi ve kadının bunlardan
görece serbestleşmesi, daha yoğun olarak ücretli köleliğe, uzayan kapitalist
sömürü saatlerine çekilebilmesi içindir, kaldı ki kadın ev işlerini de
böylelikle yapmaya devam eder! Sosyalist toplumda ise, çalışma saatleri
kısaldığı, çalışma ve sağlık koşulları hızla iyileştiği gibi, kadın ev
işlerinden de tamamen özgürleşir. Mutfağa ve eve bağlı olmaktan kurtulur.
Genişleyip özgürleşen zamanını kendini çok yönlü geliştirmede istediği gibi
kullanabilir. Kısalan çalışma zamanında, kapitalizmde adına yapışmış “kadın
işleri” sınırlarından özgürleşir, yönetsel, organizasyonel, zihinsel, bilimsel,
teknolojik, sanatsal işlerde, tek bir işe bağlı da kalmadan, artan ölçüde ve
erkeklerle eşit düzeyde yer alır.
Sosyalist işçi konseyleri demokrasisi, tüm yönetsel organlarda ve
faaliyetlerde kadınların nicel ve nitel eşit katılım ve yer almasını öncelikle
gözetir. Sosyalizmde ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüm, yasalar da,
cinsiyete dayalı ayrım, ayrıcalık ve üstünlük kurmayı ortadan kaldırır. Bir
bütün olarak kadın ile erkek arasında toplumsal-bireysel eşitlik temeli
oluşturur. Cinsiyet ayrım ve ayrıcalığını, aile kurumu ve işbölümü ile birlikte
ortadan kaldıracak özgül politikalar geliştirilir ve tüm politika ve
uygulamalarda kadınlarının çok yönlü gelişim ve özgürleşmesini ilerletecek
yönler gözetilir. Komünizmi içerimine alarak gelişen sosyalist inşa sürecinde
kadınlar için de her faaliyet ve ilişki, bir zorunluluk olmaktan çıkar, kendini
çok yönlü geliştirme gereksinmesi temelinde özgür ve bilinçli karar ve
eylemlere dönüşür. Komünizmin amacı, her türlü cinsiyet ayrımı ve
ayrıcalığının, ailenin, işbölümünün ve emek-değer ölçütünün de ortadan
kaldırılmasıyla aşılması, cinsellik ve aşk ilişkisinin de hiçbir zorunluluk,
bağımlılık olmadan özgür birliktelikler olarak yaşanmasıdır. En ileri burjuva
demokrasisinin, en ileri feminist bakış açısının yanına bile yaklaşamayacağı,
sosyalist konseyler demokrasisi ve onu da aşacak komünist özgürlük dünyası,
kadının, erkeğin, tüm bireylerin özgürlük dünyasıdır. Sosyalizmde hiç kimse
cinsel kimliğinden dolayı ayrımcılığa, onur kırıcı davranışlara, aşağılamaya
maruz kalmaz. Bireylerin cinsel kimlikleri ve ilişkilerine devletin ya da
toplumun bir müdahalesi söz konusu olamaz. Tüm insan insana ilişkilerde olduğu
gibi bunun da tek istisnası, bu ilişkilerin iki taraf arasında özgür, eşit ve
gönüllü bir birliktelik olarak yaşanıp yaşanmadığıdır. Sosyalist devrim ve
sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisi, üretim ve egemenlik
ilişkilerini, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel her alanda ve bir bütün
olarak kökten değiştirir; her birine içerili olan ve her biri tarafından
yeniden üretilen, derin bir tarihselliğe sahip olan ve günümüzde en üst
dengesizlik ve çelişki düzeyine çıkan kadın-erkek ilişkisini de kökten
değiştirerek, sınıfsal-toplumsal-cinsel kurtuluşu iç içe geliştirerek kadının
özgürleşmesinin yolunu açacaktır. Kadının toplumsal olarak ve erkekle
ilişkisinde durumu ve özgürlüğü, yalnız toplumun ve komünist devrimin gelişme
ölçütü olmakla kalmayacak, günümüz komünist hareketinin, gerçek bir komünist
hareket olarak gelişebilmesinin başlıca ölçütlerinden olacaktır. Komünist bir
toplum demek, kimliğinin mavi ya da pembe olmaması demektir. Sadece bir sınıfın
diğer sınırlar üzerinde egemenliği ve sömürüsünün değil, erkeğin kadın
üzerindeki sömürüsü ve egemenliğinin de olmaması, cinsiyete dayalı en küçük bir
ayrım ve üstünlüğün olmaması demektir.
KADIN SORUNU AİLE SORUNU İLE İÇ İÇEDİR
Erkeği
efendi kadını köle yapan, emek gücü-emek gücünün yeniden üretimi, özel
yaşam-kamu yaşamı ve cinslere dayalı işbölümü ayrımları, ekonomik, teknolojik,
toplumsal, kültürel koşulları geliştirilmiş olarak sosyalizmde tümüyle tarihe
gömülür. Kadın artık ne mutfaktan, temizlikten, ne erkeğin, çocuğun bakımından
sorumludur. Kadının bu işlerdeki özgül emeği, tamamının üst düzeyde
toplumsallaştırılmasıyla hızla gereksizleştirilir. Komünizmde, kadını, erkeği,
çocuğu birbirine bağımlı ve köle kılan kapitalist üretim ilişkilerinin en
hücresel şirketi, kurumu olan aileye yer yoktur. Kadın sorunu aile sorunuyla iç
içedir ve kadının kurtuluşu için ailenin ortadan kalkması zorunludur. Bununla
birlikte çekirdek aile, kapitalizmin ulusla birlikte ve ulustan da önemli temel
kurumu olagelmiştir. Ailenin varlığı ve aile içi işbölümünün sürdürülmesi,
miras devri, emek gücünün yeniden üretimi süreçleri de içerisinde olmak üzere
sistemin ekonomik, toplumsal, kültürel yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi
olmuştur.
Aile; 1)
Genel olarak üretim koşullarının ve kadı-nın üretim sürecindeki yer alışının
değişmesiyle,
2) Gelişen
üretim koşullarının, üretim ve tüketim araçlarının ev içi işbölümünü
değiştirmesiyle,
3)Meta ilişkilerinin
çekirdek ailenin duvarlarını da yıkmasıyla,
4)
Neoliberal birey gelişimiyle hızlı bir çözülme, bozulum, karmaşa içerisinde
çürüyüp dağılmakta, bir yandan da ikiyüzlülükle korunmaya, sürdürülmeye
çalışılmaktadır. Komünistlerin çözülen ve çökmekte olan aileyi geri getirmek
diye bir sorunları olmadığı gibi bu yönlü her çabayı -ister geleneksel, ister
küçük burjuva demokratizm biçimiyle aileyi koruma, sürdürme ve idealize etmeyi-
nafile ve gerici bir çaba olarak görür. Kadının olduğu gibi, erkeğin de,
çocuğun da kurtuluşu, özgürleşmesi ve gelişimi ailenin sürmesinde değil,
ortadan kalkmasındadır. Komünistler, aileyi tüm ilişki biçimleri ve
kalıntılarıyla ortadan kaldırmak, toplumsal yaşam ve ilişkilerden kazımak için
bilinçli olarak savaşacaklardır. Kapitalist ülkelerde anne ve çocuğu koruyan
sınıfsal-sosyal-hukuksal kazanımlar dahi işçi kadınlar için çekim oluştururken,
sosyalizm kadına ve çocuğa bundan çok daha ötesini gösterir. Çocuğa ailenin
sınırlı ukunun, burjuva ölçü, değer ve ilişkilerinin, dinin ve gerici kültürün
zerk edildiği, kişilik gelişiminin geri bir toplumsallık ile daha baştan
sakatlandığı ailenin yerini sosyalizmde çok yönlü toplumsal eğitim ve çok yönlü
fiziksel kültürel gelişim alacaktır. 6 saatten fazla çalışmanın yasaklanmasıyla
erkek ve kadının enerjisinin tüketilip birbirlerine yabancılaşmaları son
bulacak, temel gereksinimleri toplum tarafından karşılanan çocuk, anne ve
babasıyla yalnızca sevgiyi ve yaşama dair deneyimlerini paylaşacaktır.
Yaşlıların bakımı tam toplumsal güvence altında olacaktır. Çocuk bakımı, mutfak
ve temizlik işlerinin, kapitalizmde gelişen hazır bebek bakım ürünleri, hazır
ve organik gıda, elektronik mutfak ve ev aletleriyle artıdeğere dayalı meta
toplumsallaşma biçimleri kaldırılacak, bu ürünlerin en gelişkinlerinin üretim ve dağılımıyla
birlikte, meta karakterinin de hızla sınırlandırılıp ortadan kaldırılması ve bu
yönlü ihtiyaçların artan ölçüde karşılanmasıyla kadını evemutfağa bağlayan,
köleleştiren ve körelten bu işlerden tam kurtuluşu sağlanacaktır. Kapitalizmde
ev ve bakım işlerinin hafilemesi ve kadının bunlardan görece serbestleşmesi,
daha yoğun olarak ücretli köleliğe, uzayan kapitalist sömürü saatlerine
çekilebilmesi içindir, kaldı ki kadın ev işlerini de böylelikle yapmaya devam
eder! Sosyalist toplumda ise, çalışma saatleri kısaldığı, çalışma ve sağlık
koşulları hızla iyileştiği gibi, kadın ev işlerinden de tamamen özgürleşir.
Mutfağa ve eve bağlı olmaktan kurtulur. Genişleyip özgürleşen zamanını kendini
çok yönlü geliştirmede istediği gibi kullanabilir. Kısalan çalışma zamanında,
kapitalizmde adına yapışmış “kadın işleri” sınırlarından özgürleşir, yönetsel,
organizasyonel, zihinsel, bilimsel, teknolojik, sanatsal işlerde, tek bir işe
bağlı da kalmadan, artan ölçüde ve erkeklerle eşit düzeyde yer alır. Sosyalist
işçi konseyleri demokrasisi, tüm yönetsel organlarda ve faaliyetlerde
kadınların nicel ve nitel eşit katılım ve yer almasını öncelikle gözetir.
Sosyalizmde ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüm, yasalar da, cinsiyete dayalı
ayrım, ayrıcalık ve üstünlük kurmayı ortadan kaldırır. Bir bütün olarak kadın
ile erkek arasında toplumsalbireysel eşitlik temeli oluşturur. Cinsiyet ayrım
ve ayrıcalığını, aile kurumu ve işbölümü ile birlikte ortadan kaldıracak özgül
politikalar geliştirilir ve tüm politika ve uygulamalarda kadınlarının çok
yönlü gelişim ve özgürleşmesini ilerletecek yönler gözetilir. Komünizmi
içerimine alarak gelişen sosyalist inşa sürecinde kadınlar için de her faaliyet
ve ilişki, bir zorunluluk olmaktan çıkar, kendini çok yönlü geliştirme
gereksinmesi temelinde özgür ve bilinçli karar ve eylemlere dönüşür. Komünist
bir toplum demek, kimliğinin mavi ya da pembe olmaması demektir. Komünizmin
amacı, her türlü cinsiyet ayrımı ve ayrıcalığının, ailenin, işbölümünün ve
emek-değer ölçütünün de ortadan kaldırılmasıyla aşılması, cinsellik ve aşk
ilişkisinin de hiçbir zorunluluk, bağımlılık olmadan özgür birliktelikler
olarak yaşanmasıdır. En ileri burjuva demokrasisinin, en ileri feminist bakış
açısının yanına bile yaklaşamayacağı, sosyalist konseyler demokrasisi ve onu da
aşacak komünist özgürlük dünyası, kadının, erkeğin, tüm bireylerin özgürlük
dünyasıdır.
CİNSEL META DEĞİLİZ!
Kapitalist
sistem kadını cinsel bir malzeme olmaktan bir adım öteye götürmüyor. Bu sayede
hem kadının toplumdaki ikincil planını devam ettirerek onu ucuz işgücü olarak
kullanıyor, emeğini sömürüyor hem de bedenini doğrudan ya da dolaylı olarak
pazarlayıp kadının bedeni üzerinden kar sağlıyor. Doğrudan pazarlamanın en açık
örneği fuhuş. Artık bir sektör haline gelen fuhuşta bedenlerimize biçilen
değerler üzerinden tıpkı kapitalizmdeki herhangi bir meta gibi alınıp
satılıyoruz. Yani pazarda değişim değerimiz var. Porno gibi sektörlerle de
fuhuş ayrıca besleniyor. Dolaylı pazarlama diye adlandırdığımız şeye ise
aslında bugüne kadar birçoğumuzun dikkatini çeken bir örnek verelim. Reklamlar…
TV’lerde, caddelerdeki panolarda bedenimiz olmadan sergilenen reklam neredeyse
yok. Çikolata, dondurma, ayran, otomobil, çorap, halı, beyaz eşya… örnekleri
istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Kapitalizm metasını tanıtırken yanında
“çekici” bir kadını kullanıyor. Böylece hem ürün daha alınabilir ve “çekici”
bir hale geliyor hem kadını ikincilleştiren cinsel meta olma hali devam etmiş
oluyor. Bu döngü içerisinde kapitalizm biz kadınlara açıkça etiniz de kemiğiniz
de, emeğiniz de benim diyor.Tecavüz, taciz vb. olaylar toplumdaki cinsel
bastırılmışlığın ve açlığın yansıması. Fakat bu tip olaylar kadınların hangi
saatte nerede dolaştıklarıyla veya dekolte mi yoksa kapalı mı giyindikleriyle
açıklanamaz. Kapitalist sistem biz kadınları cinsel birer metaya dönüştürmüşken
bu söylenenler sistemi tamamen aklayarak kadını suçlamaktan başka bir şey
olamazlar. Fakat bizler biliyoruz ki kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe en
ileri burjuva demokrasisinde dahi biz kadınlar cinsel meta olmaktan
kurtulamayacağız. Çünkü kapitalizm daha fazla kar için emeğimizi sömürmekten ve
bizi cinsel meta olarak kullanmaktan kaçınmayacak.!İçinde bulunduğumuz sistem
var oldukça bizim için tacizler, tecavüzler, ölümler sürpriz olmayacak. Fakat
bunlar bizim kaderimiz değil. Kapitalist sistem de mutlak değil. Ne kadar daha
yaşayacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey var: Sonunu getiren biz olacağız.
Bize emeğimizin sömürüsünden, cinsel meta olarak kullanılmamızdan ve ölümlerden başka bir şey getirmeyen
kapitalizmi yıkmak için kadınlar olarak mücadele de en ön salarda yer
almalıyız.Kadının ev hizmetlisi durumuyla onlarca yıldır barışık olan
kapitalizm değilmiş gibi, "İster başı açık, olmuyorsa türbanı tak, evden
çık" diyor. Eğitim görmemizi, iş becerisi kazanmamızı, kredi alıp
"kadın girişimci" olmamızı, evde oturup kadın programları seyretmek,
hamur tutmak yerine işe girip çalışmamızı öğütlüyor. Hatta bunun evde çocuk,
yaşlı, hasta bakımı mecburiyeti gibi engellerini kaldırmaktan, patronların
çocuk bakım hizmeti vermesini vergiden muaf hale getirmekten bahsediyor. Peki
kapitalizm bunu neden yapıyor? Kapitalizm böyle yaparak kadınları
özgürleştiriyor mu? Kapitalizm de kural net: "Patronlar için artıdeğer
üretmeyen yiyemez". Kapitalizm kadınları tam da bu kuralı uygulamak için
özgürleştiriyor. Üretime daha çok çekilen kadın işgücü hem daha ucuz hem
sömürüye daha açık… 2009 yılında İstanbul İkitelli'de meydana gelen selde
Pameks Tekstil'de çalışan 7 kadın işçi öldü. Çünkü patronun servis diye
kullandığı araç insan taşımak için değil yük taşımak için tasarlanan kapalı
kasa bir araçtı. Acil bir durumda kapısı içerden açılamazdı. Öyle de oldu. Sel
anında minibüsten "kapısı açılmadığı" için çıkamayan kadın işçiler
sele kapıldıkları minibüsün içinde can verdiler. Bursa Özay Tekstil
Fabrikası'nda bir gece vardiyasında "kaçıp gitmesinler" diye
üzerlerine fabrikanın kapıları kilitlenen kadınlar çıkan yangında öldüler. 15
yaşındaki Ayşe Denizdalan, 18 yaşındaki Sadife Düdüş, 21 yaşındaki Gülden
Çiçek, 27 yaşındaki Necla Özveren ve üç aylık hamile 32 yaşındaki Sevgi Sesli
patron üzerlerine kapıyı kilitlediği için yangın anında fabrikadan çıkamadılar
ve yanarak can verdiler. Ve daha yeni Ostim’de hayatını kaybeden 20 sınıf
kardeşimizin içinde bir de kadın mühendis var.
YENİ BİR TOPLUMUN TARİHİNİN İLK SAYFALARINI YQAZALIM
ÜZERİMİZDEKİ TAHAKKÜMÜ TÜMDEN YOK ETMEK İÇİN BUGÜNDEN HAREKETE
GEÇMEK Mİ, YOKSA SADECE KISMİ DEĞİŞİKLİK VE ONARIMLARLA YETİNİPONUN YENİDEN
ÜRETİLMESİNE İZİN VERMEK Mİ? BUNLARDAN BİRİNE KARAR VERMEK ZORUNDAYIZ. DOĞRU
KARAR VERMEK İÇİN İSE, BIÇAĞI DOĞRU YERE, KADINLA ERKEK ARASINDAKİ BİNLERCE
YILLIK İŞBÖLÜMÜNE SAPLAMAMIZ, İŞBÖLÜMÜNÜ EN KÜÇÜK BİR İZ BIRAKMAMACASINA
TOPLUMDAN SÖKÜP ATMAMIZ GEREKİYOR.
Cins
ayrımcılığının en kaba biçimlerine tepki duymayan kadın var mıdır? Bizim
toplumumuzda dün bu soruya gönül rahatlığıyla “Evet” diyemezdik. Ama şimdi
zincirlerini kıramasalar bile, biliyoruz ki kadınlar cinsler arası eşitsizliğe
yek vücut “Hayır” diyorlar. Bugün kadınların ev ve bakım işleri dışında hiçbir
işe yaramayacağını, zeka ve yeteneklerinin bundan fazlasına yetmeyeceğini
savunabilen yok. Erkek değil kadın olarak doğmamızın ailenin felaketi olduğunu,
eğitim görmek yerine buluğ çağında evlenmemiz, çalışmamamız gerektiğini söyleyenler
antika müzesine kaldırılıyor. Kadınlar şu mesleği yapabilir, bunu yapamaz
diyenleri dünyanın dört bir yanında hayatın kendisi yalanlıyor. Kadınlara
yönelik şiddet artık sineye çekilmiyor, “namus” adı altında öldürülen her
kadının bedeli soruluyor -televizyon dizilerinde “kötü adam” rolü eşini,
çocuklarını döven babaya veriliyor. Evlilik ve akrabalık bağları dışında iki
cins arasındaki iletişimin en alt sınırda olduğu, sokaktan, otobüsten taciz
ökesiyle dönülen günler geride kaldı. Boşanamamak, istemediği bir çocuğu
doğurmak, kendisine tecavüz eden kişiyle evlenmek zorunluluğu da. Hiçbir kadın,
eşine, çocuklarına, torunlarına, yaşlı ve hastalara hizmetle geçen, yaşanmamış
bir hayatın muhasebesini yapmak istemiyor. Eşinin, çocuklarının verdiği
harçlığa bağlı olmak istemiyor.
Elbette ki
bunların toplumumuzda tümden ortadan kalktığını, kadınların bu sorunlara karşı
mücadele vermek zorunda olmadığını söylemiyoruz. Kadının yaşamında ileriye
doğru olan her değişiklik, amansız bedeller, acılara mal oluyor. Aşağılanma,
horlanma, ezilme, en düşkün biçimleriyle bile hayatımızdan defolup gitmek
bilmiyor.
Fakat eskisi
gibi yaşamamak derken, sadece bunların değişmesiyle, “dünden hallice olmakla”
yetinebilir miyiz? Üzerimizdeki tahakkümü tümden yok etmek için bugünden
harekete geçmek mi, yoksa sadece kısmi değişiklik ve onarımlarla yetinip onun
yeniden üretilmesine izin vermek mi? Bunlardan birine karar vermek zorundayız.
Doğru kararı vermek için ise, bıçağı doğru yere, kadınla erkek arasındaki
binlerce yıllık işbölümüne saplamamız, işbölümünü en küçük bir iz
bırakmamacasına toplumdan söküp atmamız gerekiyor.
NEDEN İŞ BÖLÜMÜ?
Çünkü iş
bölündükçe insan da bölünür. Bölünen insan güdükleşir, acizleşir, yoksunlaşır.
İnsanlığın
yarısı kadın. Fakat insanın ilk güdükleşmesini, acizleşmesini, yoksunlaşmasını
ve tahakküm altına alınmasını yaşayan da kadın. İşbölümü üzerinden gelişen
tahakküm ilişkisi, hem kadının hem de erkeğin binlerce yıllık tutsaklığını
getirdi. Bugün kurtulmak için kıvrandığımız sınırlı toplumu yaratan bu işbölümü
ve tutsaklık oldu.
Bu
işbölümüyle erkek, evin dışına çıktı ve üretti. Kadın ise doğurganlığı ile
yaşamı, eve emeğine hasredilerek emeğin yeniden üretimini gerçekleştirdi. İşte
bu yüzden üretimde yer alan kadına “çalışan kadın, anne” dendi; erkeğe ise
“çalışan erkek, baba” denmedi. “Kadın şoför, öğretmen, mühendis, yazar,
belediye başkanı…” dendi; “erkek pilot, milletvekili, sayaç okuyucu, dişçi…”
denmedi.
Bu
işbölümüyle erkek, eğitim, iş becerisi, yaşam deneyimi, politikayla uğraşma
imkanı edindi. Kadın ise ancak ömür törpüsü işleri detaylandırabildi. 6 yaşında
bir çocuğun birkaç ayda edindiği okuma yazma becerisinden bugün dahil
milyonlarca kadın mahrum kaldı. Köyünün, mahallesinin dışını göremedi. En küçük
bir kararı için “Beyime sorayım” dedi. Oy verirken erkeğin gözüne baktı. Erkek
olduğu kadarıyla “kafa” iken, kadın tamamen “kol” oldu.
Bu
işbölümüyle erkek, kadın cinsine kendisini cinsel ve duygusal bakımdan tatmin
etmesi gereken bir varlık gözüyle baktı. Kadın erkeğin cinsel kölesi oldu. Öyle
ki sınıflı toplum, “dünyanın en eski mesleği”ni yarattı. Erkeği kadının namusu
yaptı. Kadının yaşama dönük en küçük adımı, “erkeğin namusu” olma adına
dayakla, ölümle cezalandırıldı. Kadın cinsinin tamamı boşanma hakkını ancak
geçen yüzyılda elde etti. Ama bu hakkı kullandığında cezadan kurtulamadı.
Bu
işbölümüyle kadın, erkeğe ve ailenin bütününe duygularıyla da emek vermeye
yazgılı sayıldı. Erkeği, çocuklarını işe, okula sadece ütülü kıyafetle değil,
kucaklayarak gönderdi. Ama ütülü kıyafeti giyen, onda bir emek olduğunu
görmedi. Gece ağlayan çocuğun yanına kadın koştu. Engelli çocuğu için “Benden
sonra ne yapar?” diye o düşündü. Yaşlılara, hastalara o baktı.
Bu
işbölümüyle evde kadın proleter, erkek burjuva oldu. Burjuva ile proleterin
aynı yastıkta hep aynı sabahlara uyandığı tek yer, aileydi. O yastığa başlarını
ne aşk, ne sevgiyle, salt mecburiyetle koydular. Başka türlüsünü binlerce
yıldır bilmeyen, öğrenmek istediğinde ölüme bile katlanan kadın, bu ezici
işbölümünü benimsedi. Bir bardak suyunu kendisi almayan erkekler, erkeğin
arkasını toplamaktan gurur duyan kadınlar yetiştirdi.
Sömürücü,
sınırlı toplumlarda bütün ekonomik, sosyal, siyasal ilişki ve kurumlar, din ve
aile, bu işbölümünü sürdürmeye uyarlandı.
Emekçi
kadınlar, Ekim Devrimi’yle eşit işe eşit ücreti, kadınların gece çalışmasının
ve ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasının yasaklanmasını, kadın emeğinin
korunmasını, boşanma ve kürtaj hakkını, kadını eve bağlayan, üretime ve
toplumsal yaşama katılmasını engellerin kaldırılmasını elde ettiler. Kadının
prangası aile, devrim yoluyla çözülmeye başlandı. Çocuk bakımı, çamaşır, yemek
gibi işlevler toplumsallaştırıldı. Bu devrimsel kazanımlar sayesinde, geri bir
ülke olan Rusya’nın emekçi kadınları dünyanın en özgür kadınları ve eşit insanları
olma imkanlarına kavuştular. Emekçi kadınların mücadelesi ve sosyalizmin
bayrağı altında kavuşulan bu kazanımların bir bölümü -boşanma, kürtaj, kısmen
kadın emeğinin korunması vb.- onyıllara yayılarak kapitalist dünyada da elde
edildi. Fakat bir bütün olarak kadın emeğinin korunması, eşit işe eşit ücret,
kadının aile içindeki rolünün ortadan kalkması gibi talepler, kapitalizm
altında asla gerçekleşmedi. Evet, kapitalizmde birçok konuda sadece yasal ve
kağıt üzerinde değil, fiili-toplumsal hak eşitliği de sağlanıyor. Kadının
eğitim görmesine, sokakta dolaşmasına, evlenip boşanmasına, kiminle birlikte
yaşadığına kimse burnunu sokmuyor. Ama kapitalizm işbölümünü dinamitlemek şöyle
dursun onu kendisi için en ehven biçimiyle sürdürmekten başka bir şey yapmıyor.
Mesleki yelpazeyi genişletse bile kadınlar yine vasılı kafa emekçisi olarak
daha azlar. Mesleklerinde çok daha zor ve zahmetle yükselebiliyor, “Çocuk da
yaparım kariyer de” dediklerinde karşılarında kapitalizmin yazısız anayasasını
buluyorlar -biz emekçi kadınlar için ne farkeder tabii ama, patronların bile
çok azı kadın!-. Kadına yazılı duygusal emek, iletişim becerileri, kapitalizmin
“müşteri memnuniyeti”ni sağlamaya dönük yapıştırma gülücüklerde, üç kuruşa
hasta, yaşlı, çocuk bakımındaartı-değer yaratma vasfı kazanıyor. Kadın
istihdamı eğitim, kreş, ev işlerinde makinelerin kullanımı gibi olanaklarla ne
kadar artarsa artsın, esnek, yarı zamanlı çalışmaya dayalı -bu durumda 3 çocuk
kuralına da uyulması mümkün oluyor-. En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile
kadınlar yüzde 60 oranında ve bu esnek çalışma koşulları altında istihdam
ediliyor. Erkeklerden yüzde 30'u bulan oranlarda daha düşük ücret alıyorlar. Ne
şiddetten, ne taciz ve tecavüzden kurtulabiliyorlar. Aileyi bir arada tutan
ekonomik, sosyal bağların çözülmesiyle birlikte “ıssız adamlar”, “ıssız
kadınlar”la “tamlanıyor”. Artan sayıda kadının ücretli işçiolarak
sömürülmesiyle birlikte kapitalizmin kadın emekçinin en temel kazanımlarını
bile nasıl yıkıma uğrattığı ortaya çıkıyor. Kapitalizmin şimdiden aralarında
tekstil, konfeksiyon, ev emekçilerinin, çoğu Kürt olan mevsimlik tarım
işçilerinin, kadın mühendislerin, öğretmenlerin… bulunduğu onlarca kurbanı var!
Buzun kırıldığı bu yerde mücadele çiçekleri açıyor. Sınıf bilinçli emekçi kadınlar,
güvencesiz, düşük ücretli köleler olmayı reddederken aynı zamanda yeni bir
toplumun tarihinin ilk sayfalarını yazıyorlar.
ONLAR PATRONLARIN KAR HIRSI YÜZÜNDEN ÖLDÜLER!
İster
mühendis olalım ister tekstilde işçi ister öğrenci kadın olduğumuz için sistem
bizi ucuz işgücü olarak görmeye ve sömürmeye devam ediyor. Bunun için
katletmeyi bile göze alacak şekilde canileşiyor. Kapitalizm kadını böyle
"özgürleştiriyor". Bir an için gözlerimizi kapatalım ve gözlerimizin
önüne;
- Kadınların
ucuz işgücü olarak görülmediği,
-
Kadın-erkek sömürüsü olmadan çalıştığımız, ürettiğimiz ve ürettiğimizin bizim
olduğu,
- Herşeyinde
söz sahibi olduğumuz ve bizim yönettiğimiz,
-
Patronların ve onların kar hırsının olmadığı,
- Patronlar
ve dolayısıyla onların sistemi de olmayınca onların "kaza" dediği
cinayetlere kurban gitmediğimiz bir dünya getirelim. Böyle bir dünyada
yaşayabilmek bizim elimizde. Bugünden örgütlenerek, birleşerek kadın-erkek tek
düşmanımız kapitalizme karşı mücadele ederek kendi dünyamızı yaratalım! Bu sistemin
bize reva gördüğü ölümleri reddedelim! Onun bize verdiği tek şey ölüm ise biz
de onu yıkarak hesabını soralım ondan! 8 Mart’ta alanları dolduralım. Ölümlerin
hesabını alanlarda soralım!
KAPİTALİZM
KADINLARI “NAMUS CİNAYETLERİ” İLE DE KATLEDİYOR
Kapitalizm,
kadınları sadece kapalı kasa araçlarda, fabrika yangınlarında, patlamalarda
öldürmüyor, “namus” cinayetleri ile de
katlediyor. 2011 yılının ilk bir iki ayında 30'a yakın kadın kocası ya da
sevgilisi tarafından öldürüldü. 2002 yılından bugüne kadar kadın cinayetleri
yüzde 1400 arttı.
Kadın
cinayetleri her yeni cinayetle birlikte yeniden gündeme geldiğinde yapılan
açıklamalarla şiddetin nedeni eğitimsizlik, cezaların yetersizliği, düşük gelir
düzeyi olarak gösteriliyor. Bu açıklamalar kadına karşı şiddetin esas nedeni
olan kadın ve erkek arasındaki işbölümünün üstünün örtülmesinden başka bir işe
yaramıyor. İstatistikler ise bu açıklamaları yalanlar netlikte:
Türkiye'de
kadınların yüzde 42'si şiddete maruz kalıyor. Şiddete maruz kalan kadınların yüzde
55.8 ilköğretimi tamamlayamamış
kadınlar. Yüksek gelire ya da yüksek
eğitim düzeyine sahip olmak da kadını şiddetten koruyamıyor. Yüksek eğitim
düzeyinde ise bu oran yüzde 27.2. Şiddetin kadına yönelmesininin nedeni olan kapitalist işbölümü aynı zamanda
kadının maruz kaldığı şiddeti sessizce kabullenmesininin de nedeni oluyor.
Maruz
kaldığı şiddete sessizce boyun eğen kadınların oranı yüzde 48.5. Düşük eğitim
düzeyinde bu oran yüzde 54.1 iken, yüksek eğitim düzeyinde yüzde 37.5. Kadına
yönelik şiddet ne eğitim ile ne kadın sığınakları ile; ne de yasalarda yapılan
ve cezaları artıran değişiklikler ile son bulabilir.
Kadına
yönelik şiddeti ortadan kaldıracak olan biz kadın ve erkek işçiler olacağız.
Kapitalizme ve üzerimizdeki tahakküme karşı; kadın ve erkek arasındaki işbölümünün
son bulduğu, kadın-erkek ilişkilerinin dolayımsızca kurulduğu bir toplum için
mücadele ederek.
HAYDİ KADINLAR SÖMÜRÜLMEYE!
Televizyonlarda
her akşam türban tartışması var. Her tartışmada, türbanın kadının İslam dinine
göre yaşama tercih ve özgürlüğünün ifadesi olduğunu bir kez daha “öğreniyoruz”. “Türban, devlet vesayetine
son”muş! Devletin artık vesayet etmeyeceği kim peki? Yüzde 50’sinden fazlası asgari ücretle,
sigortasız, güvencesiz çalışan işçi sınıfı? Bırakalım mesleğini yapmayı,
herhangi bir işte çalışabilme ihtimaline bile sevdalı genç, diplomalı işsizler,
eğitim emekçileri... Yaz kış ürüne göre oradan oraya, üstelik de ırkçı faşist
baskılarla karşılaşarak seyrüsefer halindeki Kürt tarım proleterleri? En küçük
sendikal talep için dahi işten çıkarılan mücadeleci işçiler? Burjuva devletin
Orta Vadeli Program‘ında “esnek çalışma”ya tabi tutulacak derken türbanlısını
türbansızını ayırmadığı kadın işçiler? Daha ölüsü bile bulunamayan madenciler?
Hayır, çayıra salınan “cumhur”, bu
değil. Önceki dönemin dar TÜSİAD temelini genişleten, bağımlı tekelci
burjuvazinin yeni bileşimi. Erdoğan, özgürlük derken, tekelci burjuva sınıf
egemenliğinin daha geniş bir zemine oturmasını kastediyor. Bastırılan tüm
kesimlerin sınıfsal-toplumsal olan hariç sisteme içerilme özgürlüğü! Ulusal
sorunun, kadın sorununun, mezhepler sorununun… sermaye için ehven burjuva
liberal çözümü! ‘Ekmeklen ye, türbanla çık…’ Dinler, kölenin kölesi kadına
örtünmeyi emretti. İslamiyet, ergenliğe ulaşan -bu, sıcak ülkelerde 9 yaşa bile
düşebilir- kadına örtün, ziynetlerini gizle, dedi. Kapitalizm, ülkemizde kadın
özgürlüğünün en temel unsurlarını onyıllarca ondan sakındı. Dine, geleneklere
yaslanarak kadını erkeğin ve ailenin hizmetine koştu! Bugünün kadın özgürlüğü
diye çığrışan burjuvaları, kadının her yönlü esaretinin üzerine yan gelip
yatmışlardı… Neoliberal kapitalizm kadın
ve çocukların, erkeğin sosyal güvencesine dayalı korunmasına her tür güvenceyi
yok ederek son verdi. Herkesin çıplak, güvencesiz işgücü olması kuralı, artan
yoksullaşma, göçler ve kırın çözülmesi, kadının ev yükü ile birlikte sermayeye
gitgide daha fazla koşulmasını getirdi. Ülkemizdeki biçimlenişiyle neoliberal
kapitalizm, kadına hem ev emekçisi, hem vasılı/vasıfsız ama güvencesiz işgücü,
hem tüketici, hem ev doktoru, hem ayakkabı boyacısı… profilini verirken ona
sokağa çıkış kapısını da açtı. Mahallesinin dışına çıkmamış, bir gece bile ev
dışında kalmamış kadına hayatı gösterdi. Fakat bir koşulla: Erkeğin kadın
üzerindeki tahakkümüne, aile kurumuna, hele ki ev hizmetçisi konumuna halel
gelmeyecekti. ‘Zeytini ekmeklen ye, sokağa türbanla çık…‘ Türban “özgürlüğü”,
işte bunun “özgürlüğü”. Türbanlı burjuva kadınlar, daha “görünür” oldu; makam
otolarına, ciplere, lüks restoranlara, “İslami yaşayışa uygun alternatif tatil
köyleri”ne kuruldu… İşçi, emekçi, eğitim görmek isteyen milyonlarca kadına ise
yol türbanla gösterilmek isteniyor.“Teferruat” mı?! Kadının toplumun her
alanında türbanlı olmak koşuluyla var olmasının “özgürlük” diye savunulmasını elbette
ki kabul etmeyeceğiz. Türbanın içinde hem erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün
hem de burjuva sınıfsal-siyasal-toplumsal bir boyunduruğun saklı olduğunu
bileceğiz. Kadının özgürleşmesi, işçi
sınıfının kurtuluşuyla aynı mücadele potasında, sınıfa karşı sınıf savaşında
yatıyor. Bu yangını bezlere büründürüp söndürmenize, yeni kadın kuşaklarını
zehirlemenize izin vermeyeceğiz diyeceğiz. Dini, mezhebi vb yüzünden kimseye
baskı yapılmamasını savunurken, “özgürlük” adına “Haydi başörtülü kızlar okula”
sloganlarının peşine de düşmeyeceğiz! Fakat işçilere tek düşman olarak AKP
hükümetini gösterip burjuva sınıf egemenliğini gizlemeyi kendisine görev
bilenleri unutmayalım! Başını TKP‘nin çektiği bu kesimler, dinin yaşamda daha
fazla yer bulmaması adı altında -en son yan çizip kıvırtan CHP‘den sonra-
kaderimizi ordunun, Yargıtay Başsavcısı’nın vb gürlemelerine bağlamamızı
istiyorlar. Dinin toplumsal-sınıfsal temellerini kurutmak için hiçbir şey
yapmadan, polisiye ve askeri tedbirlerle onu -hem de büyük bir sahtekarlıkla-
geriletmeye çalışmanın tam da yangına benzin dökmek anlamına geldiğini
gizliyor; sınıf işbirliğinin en kirlisine, darbecilerle kucaklaşmaya
girişiyorlar. Sınıf mücadelesine en uzak olanların türban yasağına en sevdalı
olmalarının sebebi bu… Kadınlar ve işçi sınıfı, türban tartışmasında tıpkı
liberal “özgürlük” savunucuları gibi bunların da burjuva karakterini bir kez
daha bir görmek, kendi özgürlük ve kurtuluşunun yolunu sınıf dışı tuzaklara
düşmeden çizmek zorunda!
KADINA KARŞI ŞİDDET “AYIBINIZ” DEĞİL GERÇEKLİĞİNİZ!
Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden
Mirabal kardeşler eşlerini cezaevinde
ziyaret ettikten sonra vahşice dövülüp tecavüz edilerek öldürüldüler. Kaza gibi
gösterilmek istenen katliama karşı yapılan gösteriler, Trujillo diktatörlüğünün
bir yıla kalmadan yıkılmasını sağladı. Faşist rejimler altında yaşayan Latin
Amerika’nın mücadeleci kadınları Mirabal kardeşleri unutmadılar. 1981’de 25
Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan ettiler.
1999’da Birleşmiş Milletler’in kararı benimsemesiyle, 25 Kasım, kadınlara
yönelik şiddetin ve ona karşı mücadelenin hem dünya çapında hem de her ülkenin
kendi somut gerçekliğiyle gündemleştiği bir gün oldu. Şiddetle burun buruna
hayatlar! Kadına yönelik fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet, kadının erkeğe
köleliğinin en vahşi, ama en “sıradan” görülen hali. Her üç kadından birinin
şiddet gördüğü ortalaması dünyanın hemen her yanında tutturulurken kadına
yönelik şiddetle mücadele etmenin gündem kabul edilmesi bile binlerce yılı
buldu. Bundan büyük ikiyüzlülük olabilir mi? Neden olmasın ki! Alın işte:
Devlet, tecavüzü ve tecavüz tehdidini kadın tutsaklara karşı silah olarak
kullanır. Asiye Güzel Zeybek davasında kanıtlarıyla yüzüne vurulduğunda ise avukat
Eren Keskin’e yapıldığı gibi polisin yanıtı hazırdır: ‘Bunlar sizin erotik
fantezileriniz’! Her savaş, Ruanda’da, Bosna’da… olduğu gibi yüzbinlerce
kadının tecavüze uğraması demektir. Bedenlerinin, ruhlarının, hem de sadece
savaşan ordular, şoven milliyetçilikle gözü dönmüş çeteler tarafından değil,
Birleşmiş Milletler “Barış Gücü” askerleri tarafından da yağmalanması demektir.
O da yetmez; savaşın, krizlerin yarattığı yıkım, kadınların derin bir
yoksunlaşmaya düşürülmesine, kitleler halinde alınıp satılmasına yol açar.
Yüzbinlerce kadın, yurdundan binlerce kilometre uzakta beyaz kadın
tüccarlarının eline düşer. En “iyi” durumda pasaportuna el konulup, çocuk,
hasta ve yaşlı bakım işlerinde her türlü istismara açık, üç kuruşa çalışmak
zorunda kalır. Siirt’inden Sincan’ına küçücük kız çocuklarına öğretmeninden
devlet memuruna, subayından esnafına tecavüz edilir. Bu, kasabanın herkesin
bildiği sırrı olur; yıllarca saklanır! 17 aylık bebeğe işkence yapılıp tecavüz
edilerek bütün hayatı travmaya dönüştürülür; iki senede unutulur! 80 yaşındaki
gerici sapık Hüseyin Üzmez, 22 yaşında bir kadını ev ve araba karşılığı satın
alır; 14 yaşında bir kız çocuğuna defalarca tacizde bulunur; ceza alması için
ortalığın yıkılması gerekir! 17 yaşındaki Mü-nevver Karabulut, dejenere
psikopat bir burjuva iti tarafından
doğranır; Garipoğlu çetesinin aile boyu karıştığı olayın davası bitmek bilmez!
Televizyonlarda kadına yönelik şiddeti sadece ve sadece karikatürize
“İtilmiş’le Kakılmış” karakterleriyle yoksul emekçi ailesine, işsiz alkolik
kocalara, Kürt aile yapısına, “geri kalmış ülkelere” vb. vb. atfedenler,
afedersiniz ama, haltetmişlerdir! Kadına yönelik şiddet, en ileri kapitalist
ülkeler dahil olmak üzere bütün dünyada kadının ortak gerçeğidir. Avrupa
Konseyi’nin 2002 raporuna göre 16-44 yaş arası kadınların en sık ölüm ve sakat
kalma nedeni şiddettir. Dünyanın her yanında kadınlar bir yıl içinde en az 6
şiddet girişimine maruz kalırken, şiddete uğrama oranı yüzde 17-75 arasında
gezinir. Eğitimli olmak, eğitimli biriyle evli bulunmak, nispeten yüksek gelire
sahip olmak da kadını kurtarmaz: Yüksek öğrenim görmüş her 6 erkekten biri
eşine şiddet uygularken, hanehalkı geliri 2 bin 500 TL’nin üzerinde olan her 4
evden biri de kadına şiddet mekanıdır. Kadın genellikle susar; çünkü ya
umursanmayacak, inanılmayacak, hatta başına gelenlerden ötürü kendisi
suçlanacaktır -çoğu durumda kadın da kendisini suçlar. “Kutsal” aile kurumu
darbe alacak; zaten sınırlı toplumsal çevresi dağılacak, örümcekli gözlerle
tecrit edilecektir. İşten atılmasa bile kendisi çıkmak zorunda kalacaktır…
Kadına yönelik şiddetin binlerce yıllık derinliği, erkek için meşru, kadın için
kabullenilmiş çaresizlik ve hayatın bir parçası olması, kadın ve erkek
arasındaki aynı binlerce yıllık işbölümünden kaynağını alır. Kadının ve erkeğin
bu işbölümü üzerinden şekillenen kodları, kadının kölelik ve edilgenliği,
erkeğin ise tahakküm ve iktidar gücünü
sürekli yeniden üretmesine yol açar. Şiddet, bunun en yaygın, yaygın olduğu kadar
kökleri derinde yatan ve başka bir cinsi ezen bir cinsin özgür olamayacağını,
düşkünlük ve çürümüşlüğe mahkum olduğunu gösteren biçimlerinden biridir. Kadın
cinsinin erkek tahakkümünden kurtulması ve iki cins arasındaki ilişkilerin
kağıt üzerindeki eşitlikten çıkması, bu tahakkümün sadece yaşamları karartan
sonuçlarına değil derindeki kökenlerine karşı da mücadele edilmesi, cinsler
arası işbölümünün ortadan kaldırılması için sosyalizm ve sınıfsız toplum
mücadelesinin ezilen cins talepleri ve mücadelesiyle harlanması gerekiyor.
Proletarya, salarını, kadınların kurtuluşu yönünde atılacak en küçük adımı bile
küçümsemeksizin, bunun büyük bir emek ve ısrar gerektirdiğinin bilinciyle
donatmalı; kavgayı insanlığın yarısının büyüyen yangını ve başkaldırısıyla
büyütmelidir. Sınılı toplumun “ayıbı” değil onun her gün yeniden ürettiği
gerçekliği olan kadın üzerindeki cinsel sınıfsal baskı ve sömürü ile mücadele,
neoliberal “sosyal içerme” politikalarına terkedilemez.
Bundan en fazla on yıl önce 25 Kasım
Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nden pek az kimsenin haberi vardı. Hele
emekçi kadınların hemen hiç! Oysa o gün, 25 Kasım 1960'ta Dominik Cumhuriyeti
faşist diktatörlüğü tarafından tecavüz edilerek katledilen Mirabel kardeşlerin
katledildiği gündü. Tam 39 yıl sonra Birleşmiş Milletler 25 Kasım'ı
"Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma
Günü" olarak kabul etmişti. Kadınların şiddete karşı bir kazanımı,
binlerce yıllık insanlık tarihinde ancak vahşi bir katliamın ardından elde
edilebilmişti. Elbette ki yine sınılı toplumların hiç değişmeyen bir gerçekliği
olarak kadınlara yönelik şiddet, her biçimiyle uygulanmaya devam etti. Kağıdın
mürekkebi kurudu, kadınların kanı kurumadı. Bu yazısız yasa, Türkiye'de de
geçerliliğini sürdürdü. Cinsel, fiziksel, duygusal şiddet, kadınların yaşamından
bir an bile eksilmedi. Dahası bu hep gizli kaldı. Kadınların yaşamını kabusa
çeviren aile içi şiddet için "kutsal aile"ye sarılındı. "Karı
koca arasına girilmez"di! Sırt sırta emekçi evlerinden yükselen kadın
çığlıklarını kadınlar bile duymazlıktan, yüzü gözü şişmiş komşularını,
akrabalarını, hatta kendi evlatlarını görmezlikten geldiler. "Kutsal
aile" korunmalıydı! Gözaltında taciz ve tecavüz, devrimci kadınlara
yönelik silahlardan biriydi hep. Savaşlarda kadınlara ganimet gözüyle bakıldı.
Bosna'da 50 bin kadın toplu tecavüzlerden geçirildi. Cinsel şiddet, 3. sayfa
haberi sayıldı. Tek tek kişiler arası bir sorun olarak görüldü. Şöyle bir
okundu, geçildi. Yasalar ve toplumsal kurallar tecavüze uğrayanı değil tecavüz
edeni koruduğundan, kadına karşı şiddet toplumsal bir suç olarak
görülmediğinden, kadınlar uğradıkları saldırıyı şikayet etmekten hep
kaçındılar. 12-13 yaşında çocuklara tecavüz edilen insafsız şehirler, bu
alçakça sırrı yıllarca sakladılar.Sınılı toplumun kahrolası dili de kadını ezdi,
saldırının bir aracı oldu. Dünyanın bütün dillerinde küfürler kadın cinselliği
üzerinden edildi. Bir başarı elde ettiğinde bu "kadın olmasına
rağmen"di. Hata yaptığında ise "kadın olduğu"na vurgu yapıldı!
Bu gerçeklik değişti mi? Hayır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile kadına
karşı şiddet hükmünü yürütmeye devam ediyor. Yasaların detaylandırılması,
cezaların ağırlaştırılması bu durumu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Peki değişen
hiçbir şey yok mu? Var! Kadına karşı şiddet, cinsel-sınıfsal baskı ve sömürü,
yok sayma ve edilgenleştirme, artık toplumsal bir suç olarak görülmeye
başlandı. Binlerce yıldır ev hizmetine koşulmuş iken kapitalizmle birlikte
üretime katılan, sınıf mücadelesi ile yüz yüze gelen emekçi kadınlar
sorgulamaya, başkaldırmaya ve koşullarını değiştirmeye başladılar. Cin şişeden
bir daha girmemek üzere çıktı. Şimdi Türkiye'de de yaşanan budur. Kadınla erkek
arasındaki: Kadının kimi yasal hak ve kazanımlarına karşın bunları
kullanamayacak derecede edilgen yetiştirildiği, eğitimden yoksun bırakıldığı,
yüzünü bile görmediği, tanımadığı biriyle evlendirildiği ve hiçbir güvencesi
olmadığı için ömür boyu buna mahkum kaldığı, çocuk yapmakla yükümlü olduğu,
dünyadan bihaber ev yükünü sırtladığı, sokağa izinle ve merasimle çıktığı…
zamanlar geride kalıyor. Kapitalizm, kadınların özgürlüğüne kapıyı açarken,
emekçi kadının şahsında kendi mezarını derinleştiriyor. Bugün Türkiye'de
kadınların ancak dörtte biri çalışıyor. Gitgide daha fazlasına da esnek, yarı
zamanlı, güvencesiz işlerin "kapısı" açılıyor. Kapitalizm ve onun
ayakta tuttuğu erkek egemenliği yerli yerinde dururken, kadınların kuzu
sessizliği üzerine kurulu eski sıcak aile yuvası çatırdıyor. Emekçi kadınlar
sınıf mücadelesinin, erkek egemenliğine karşı mücadelenin tozunu yutmaya
başlıyorlar. Ölüyorlar, hayır, öldürülüyorlar. Bir avuç özgürlük için
öldürülüyorlar. Ama "rakamlara" dönüşmüyorlar! Arkalarında
cinsel-sınıfsal baskı ve sömürüye karşı, şiddete karşı ökeyi çığ gibi
büyütüyorlar. Artık şiddetin ve ezilmenin her türüne karşı bu kadar savunmasız,
edilgen ve sessiz olmamak gerektiğini göstererek. Tekelci burjuvazi kadınların
özgürlüğünü tanıdığını söylüyor. Onlar için projeler üretiyor. Bu projelerin
hiçbirinde emekçi kadınların kurtuluşu yok. "Kararınca özgürlük" var.
Onlar bilmiyorlar ki özgürlüğün "fazlası" diye bir şey yoktur. İşçi sınıfı, emekçi kadınlar, ancak kadın ve
erkeğin eşit olduğu yeni bir yaşamı kurarak ve onun uğ-runda savaşarak özgür
olabilirler, kazanımlarına yenilerini ekleyebilirler. Ancak kadınların her
özgürlük adımının arkasında durarak ve bu yolda kendileriyle de savaşarak
erkekler, erkek işçiler özgür olabilirler. Toplum, ancak kendi yarısını yokluğa
ve azaba mahkum etmeye son vererek barbarlıktan çıkabilir. Özgürlük dünyasına
yürüyebilir. İşte emekçi kadının uğruna savaşacağı o dünya, komünizmdir.
KADINA KALKAN ELLER KIRILMADIKÇA!
Sözleşmeler ve yasalar şiddeti
önleyemez! Kadınlara seçme seçilme hakkını ilk veren ülkelerden olmasıyla
övünen Türkiye "Ailenin Korunması Hakkında Kanun" yürürlüğe soktu ve
"Avrupa Konseyi Kadına Karşı ve Ev İçi Şiddetle Mücadele ve Bunun
Önlenmesi Sözleşmesi"ni imzalayan 13. ülke oldu. Peki bunların sonucunda
şiddet azaldı mı? Tabii ki hayır. Sadece evdeki şiddet sokağa taştı ve polis,
savcı ve hatta sığınma evlerindeki görevliler huzurunda uygulanmaya başladı.
"Eğitim şart kardeşim" Bunun yetersizliğini sadece kadına şiddet
uygulayanların eğitim, dinsel, ulusal, yaş vs. çeşitliğine bakarak bile
söyleyebiliriz. 2009 yılındaki bir araştırmanın sonucuna göre kadınların yüzde
42'si hayatlarının bir aşamasında eşlerinden ya da partnerlerinden bir şekilde
şiddet görürken, kırsal alanda bu oranyüzde 47. Şiddete uğrayanlar ve
uygulayanlar arasında ciddi oranda üniversite mezunlarının da olması ise
düzenin bizlere reva gördüğü eğitim sisteminin de şiddeti engelleyemeyeceğinin
göstergesi aslında. O zaman üstteki cümleyi şöyle değiştirelim. "Eğitim
şart; ama kimin tarafından ve nerede verilecek?" "Devlet kadınları
artık koruyor" mu? Her ne kadar mevcut yasalar kadınları şiddetten
korumaya yönelik olsa da uygulamanın hiç öyle olmadığı aşikar. Raporda da sıkça
bahsedildiği gibi, şiddete uğrayan kadınlarla karakolda dalga geçilmesi,
korunma çıkaracak savcıların ve hakimlerin işlerini yapmaması, koruma kararı
çıkarma işleminin çok yavaş olduğu ve hatta kadınların zaten zar zor gittikleri
sığınma evlerinde kocalarıyla barıştırılmaya çalışılması gibi uygulamalar,
yasaların ve devletin kadınlara yaklaşımın gerçek resmini vermektedir. Şiddet
sadece fiziksel ve cinsel değil… Erkeğin kadını küçümsemesi, dalga geçmesi ve
hatta aşağılaması, kapitalist sistemden kendisine gelen baskıların nedenini
değilse bile sonucunu kadına yaşatması, yemeği beğenmemesi ve dökmesi, eşyaları
kırması, sabahtan akşama ev işçiliği yapan kadının emeğine saygı göstermemesi gibi
duygusal şiddet türlerine karşı kapitalizmin topyekun "savaşa
tutuşması" imkansızdır! Kadına yönelik diğer bir şiddet ise ekonomik
temellidir. ‘Çalışmasına izin vermemek, para (harçlık) vermemek, ekonomik
konulardan kadına bahsetmemek, kadın çalışıyor ya da herhangi bir geliri varsa
parasını elinden almak' şeklindeki Türkiye toplumunda hala yaygın olan ekonomik
temelli şiddet olayları ise diğer şiddet olaylarıyla karşılaştırılınca çoğu
kadında herhangi bir rahatsızlık yaratmadan doğal karşılanmaktadır.Ülkemizde
kadına karşı şiddetin kaynağı geleneksel ataerkil aile yapısı ve kapitalist
yaşam tarzıdır. Geleneksel ataerkil aile yapısında yetişmiş kadının,
ebeveynlerinden
de görmeye
alışkın olduğu şiddeti doğal karşılaması ve temel hak ve özgürlüklerinden
haberdar olmaması, kadın hakları için mücadelenin önündeki en büyük engeldir.
15 yaşında okulla ilişiği kesilip evlendirilen, ayıp ve günah ortamında
geleneksel ataerkil aile anlayışıyla büyümüş bir kadından evlendikten sonra
gördüğü ilk şiddette mücadeleye atılmasını beklemek ne kadar zorsa,
"Göster pipini amcana", "Erkek adam ağlamaz", "Sen
erkeksin çok ayıp ama.." şeklinde büyütülen bir erkeğin de kolayca kadın
mücadelesine destek vermesi bir o kadar zordur.AB'de durum çok mu farklı?
Elbette ki kadının üretimde yer aldığı koşullar, onun üzerindeki ekonomik
şiddet üzerinde belli bir etkide bulunur. Fakat özde durum değişmez. Kadınların
yasal ve sosyal (doğum izni vb dahil) kazanımları bakımından en ileri durumda
olduğu düşünülen kapitalist ülkelerden İsveç için şu veriler üzerinde
durabiliriz. 2000 yılında yılda ortalama 21 bin kadın şiddete uğradığı için
polise başvururken, bu rakam geçtiğimiz yıl 29 bin 100'e yükseldi. Yetkililer
eleştirileri suskunlukla karşılarlarken İsveç'te her yıl 100 bini aşkın kadın
şiddete maruz kalıyor ve üç hatada bir kadın yakınları tarafından uygulanan
şiddet sonucu yaşamını yitiriyor. Bu veriler bile, kapitalizmin sınırları
içerisinde kadına yönelik şiddetin bitirilemeyeceğinin bir işaretidir aslında.
Mücadele rotamız Kadının kurtuluşu ve özgürlüğü için mücadelenin bir kısmı,
elbette evde "patron" rolü üstlenmiş erkeklere karşı yapılacaktır.
Fakat sorunun asıl kaynakları çürütülmeden tek başına erkeklere karşı
örgütlenmenin de kalıcı bir çözüm getirmeyeceği açıktır. Herşeyden önce kadının
şiddete uğramasının en önemli sebeplerinden olan, ekonomik bağımlılık sorunu
çözülüp, kadın "ev tipi" cezaevinden kurtarılmalıdır. Fakat İsveç
örneğinden de anlaşılacağı gibi kadının çalışması şiddet görmeyeceğinin garantisi
değildir. Bu kapsamda, çalışan kadınlar için işyerlerinde kadına yönelik
şiddete karşı caydırıcı önlemler alınmadan, çocuk bakımından yemek, bulaşık,
temizlik vs.'ye ‘ev işçiliği' görevleri elinden alınmadan, ve en temelde
"toplumun hücresi", kadının ise hapishanesi olan aile parçalanmadan,
kadınla erkek arasında özgür birlikteliğin koşulları yaratılmadan kadının
kurtuluşundan söz edilemez. Bununla birlikte, geleneksel ataerkil zihniyeti
yıkmak için iradi bir çaba içerisinde olmadan, kadının metalaşmasının önüne geçilmeden
de kadının kurtuluşundan bahsedilemez. Yine, çocuğun geleceğini, eşinin ya da
kendisinin ne zaman işten atılacağını düşünmekten, kendisine ait bir yaşam
alanı yaratamamış bir kadının, kendi için özgürlük ortamı yaratmadan
kurtulabileceğini söylemek de en hafif deyimiyle salık olur. Yukarda
bahsedilenlerin birçoğunu kapitalist sistem sınırlarında çözmemiz imkansız olsa
da, bir taratan kapitalist sistemden alacabileceklerimizi söke söke alırken,
diğer taratan onun mezar taşlarını dizmek şeklinde yol alacağız. Bir taratan
mahallemize ve işyerimize kreş, mahallemize sığınma evi, evde çalışanlara ve işsizlere
maaş, erkeğe bağlı olmayan sigorta, cinsiyetsiz bir hukuk sistemi ve eğitim
hakkı talebimizi yükseltirken, diğer taratan kadın erkek tüm işçiler olarak
işçi komite ve meclislerimizi kuracağız. Bir taratan erkeklerin her türden
şiddetine karşı kadın haklarını savunurken diğer taratan tüm işçilerle birlikte
komünist dünya için emeğimizi büyüteceğiz. İşte bizim rotamız bu olacak!
YALNIZ ŞİDDET DEĞİL MÜCADELE DE VAR!
2011 yılı yine kadınlar için cinayetler
tacizler ve çocuk dahi tanımayan tecavüzlerle geçti. Resmi kayıtlara göre 257
kadın, 14 çocuk ve 2 bebek öldürüldü; 102 kadın ve 59 çocuğa tecavüz edildi;
167 kadın taciz edildi. 2010'da ise 217 kadın ve 3 çocuk öldürülmüştü. Kadına
yönelik şiddet olayları en fazla Marmara bölgesinde ve İstanbul’da yaşandı.
Adana, Antalya ve İzmir onu takip etti. Fakat 2011 yılı aynı zamanda kadına
yönelik şiddete karşı mücadelelerle de geçti. Şiddetin zirvesi olan
cinayetlerle ilgili açılan ceza davaları başta kadınlar olmak üzere geniş bir
toplumsal destek kazandı. Kadınların başta “en yakınları” sayılanlar olmak
üzere şiddete boyun eğmemeleri, şiddet gördükleri ve artık sevmedikleri
kişilerle ilişkilerini sürdürmemeleri ve zincirlerinin bir halkasını
koparmaları, yine kadınlardan başlayarak bir toplumsal kabul haline geldi.
Bununla da kalmadı: Kadınlara yönelik -birçok durumda bir arada uygulanan-
taciz ve mobbing artan biçimde mücadele konusu oldu. Devlet dairelerinde bu
yönlü şikayetler yükselir ve ardarda davalar açılırken, sendikalarda da ezen
cinsin suçlarını gizleyen “Kol kırılır yen içinde kalır” kuralı çiğnenmeye
başladı. KESK ve Hava-İş’te beyaz yakalı kadın emekçiler, verdikleri sesle aynı
zamanda sendikalardaki bürokratik yozlaşmanın da kapağını kaldırdılar.
“Kasabanın sırrı” aylarca gizli tutulduktan sonra ortaya çıktı; KESK Olağanüstü
Genel Kurula gitmek zorunda kaldı. “Kadının beyanının esas olduğu” ve hukuksal,
ama daha önemlisi toplumsal yargılama sürecinin başlatılması için çıkış noktası
olarak ele alınması gerekliliği, ezen cinsi koruyan barajları yıkmaya başladı;
bu ilke Petrol-İş tüzüğüne girdi. Ne var ki, bu mücadelelerin bir gösterdiği
de, kazanılan toplumsal mevzilere rağmen çok daha etkin ve kitlesel çabaların
gerekliliği oldu. En fazla sınır çekilen cinayet, tecavüz ve çocuk istismarı
olaylarında bile sonuç alınması, ancak son derece ısrarlı bir takip,
gündemleştirme ve hesap sorma bilinci ile gerçekleşebildi. Kadınların şiddete
karşı korunması ve şiddetin cezalandırılması yönlü kararların hemen tümünün
arka planında, bu mücadelelerle birlikte, yine kadınların ödemeye devam ettiği
bedeller yer alıyordu. Ayşe Paşalı davasında katile ağırlaştırılmış müebbet
cezası verilmesi, sadece Paşalı’nın değil daha onlarca kadının hunharca
öldürülmesi pahasına elde edilebildi. Üstelik, ezen cinsin direnci, her koşulda
varlığını sürdürdü. Tıpkı Hrant Dink davasında olduğu gibi, N.Ç. davasında da
toplumun gözüne baka baka “N. Ç. suçludur” kararı verilebildi. Pek çok şiddet
ve taciz olayında ezilen cinsin özgüven, moral ve yeni mevzileri elde etme
iradesini olabildiğince törpülemek genel tutum olmaya devam etti. Elbette ki
burada sorun “yasa/ilkeler ile uygulama” arasındaki çelişki değildi. Yasalar
toplumsal ilişkilere göre daha geç ve ağır tarzda değişirken, bu, emekçi
kadınlar için bir mücadele konusu olarak seyreder. Sorun, kadınlar için çizilen
çerçevenin onu boğan zincirlerden tümüyle kurtuluş değil, “sürdürülebilir
tutsaklık” olmasıdır. Kadınların kurtuluşu bir sosyal-sınıfsal devrimin hem
ürünüdür hem de ancak onun yol açıcısı olarak gelişen kazanımlarla
gerçekleşebilir. Hiçbir sömürü ve tahakküm ilişkisi, onun tadını çıkaranların
sınıfsal-toplumsal-siyasal-cinsel konumu yıkılmadan ortadan kaldırılamaz. Kısmi
reform ve kazanımların sınıf mücadelesinin ivmelendirilmesindeki önemini ancak
her konuda olduğu gibi kadın sorununda da “kollarını kovuşturup o büyük günün
gelmesini bekleyenler” gözardı edebilir. Fakat aile ve işbölümünü, rekabeti,
maddi ve kültürel yoksunluğu yeniden yeniden üreten kapitalizm yıkılmadıkça
kadının köleliği esasen emekçi kadında simgelenmiş olarak günümüzü ve
geleceğimizi belirlemeye devam edecektir. Tekelci kapitalistler kadınların
patlamak üzere olan kapağını muhafazakar olan ve olmayan versiyonlarıyla işte
tam da neoliberalizmi etkinleştirerek açmaktadırlar. Geleneksel aile ve
işbölümündeki esaslara asla dokunmayacak, dahası kadınların üzerindeki yükü
ağırlaştıracak olan ince ayarlar bunun sonucudur. Bir yandan kadınların
vasıfsız ve orta vasılı, ucuz, esnek emekgücü olarak mevzilendirken, bir yandan
da bu ince ayarlarla toplumsal ilişkileri, cinsler arasındaki ilişkileri
sürdürülebilir kılmakta, dahası neoliberal muhafazakar örtüsü ile
sarmalamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder