31 Mart 2013 Pazar


KAPİTALİZMİN BİZE REVA GÖRDÜĞÜ TEK ŞEY ÖLÜM İSE BİZ DE 8 MART’TA ALANLARI DOLDURARAK SORALIM ÖLÜMLERİN HESABINI
KAPİTALİZMİN “ÖZGÜRLEŞTİRDİĞİ” KADINLAR
Ben vaktimi kadınlarla geçirip cinsel arzularımı tatmin edeceğime ezilen işçi sınıfını bulunduğu bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı değildir. Asla böyle aşağılık bir tabakada bulunamaz. Kadını bir köpek gibi eğlenme amaçlı görenler ise Burjuvalardan başkası değildir. Friedrich Engels
...Fakat emekçi kadınlar sadece bir yedek güç oluşturmazlar. Onlar işçi sınıfının doğru politikası sonucu, işçi sınıfının burjuvaziyle savaşacak olan gerçek bir ordusu olabilirler ve olacaklardır. Emekçi kadınların bu yedek gücünü, proletaryanın büyük ordusunun yanında çarpışan bir işçi ve köylü kadınlar ordusu haline getirmek, işte işçi sınıfının kesin ikinci görevi. Stalin
DÜNYA EMEKÇİ KADINLARINA SELAM OLSUN
Bugün 8 Mart. Bugün yıldızların dünyaya ışık saçtığı gün. Bugün sömürüye, zulme, baskıya, eşitsizliğe, haksızlığa meydan okunduğu gün.  Bugün DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR günü.
1910 Danimarka'nın Kopenkhang kentinde toplanan, uluslar arası 2. Sosyalist kongre, 8 Mart'ı "DÜNYA EMEKÇİ  KADINLAR GÜNÜ" olarak kabul ve ilan etti. Kara Bolşevik Merkez Komitesinin ve uluslararası sosyalist hareketlerin kutlama mesajlarının okunması ile tüm delegelerce coşkuyla ayakta alkışlandı. Bu karar, tüm dünya emekçi kadınlarına ve emekçileri sevince boğarken, sömürücü sınıfları aynı oranda korkutuyordu. Ve o günlerden beri 8 Mart, uluslararası emekçi kadınların birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak gelişti, güçlendi.
EMEKÇİ  KADINLARIMIZIN KISA TARİHİ
Kadınların ezilmişlik tarihi özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi, sınıfların ortaya çıkması ve sınıf mücadeleleri tarihidir. Kadının ezilmişliği, Köleci toplumda, Feodal toplum ve Kapitalist toplumda değişik biçimlere bürünse de özünde üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkilerinin temelinde aynı kalır. Bu anlamda kadının kurtuluşu sorunu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı verilecek mücadelede yatmaktadır. Bu ise proletaryanın sorunudur ve proleter emekçi kadın bu mücadelede "Kadın" olarak değil, proleter olarak yer alır. İşte bu anlayışla 1880-1900'lu yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderliğinde Auğust Bebel, Zetkin Rosa gibi önderler, biçimsel sorunlarla uğraşan kadının sorununu kadının erkeğe karşı mücadelesi olarak alan ve her türlü burjuva kadın hareketine karşı proleter kadın hareketi geliştirmeye çalışmışlardır. Ve 1910 da 2. Enternasyonal bünyesinde "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı" toplantısı sağlamışlardır.
Daha sonraki yıllarda burjuva kadın hareketlerinde gelişmelere bağlı olarak, kadın hareketini sınıf içeriğinden kopuk burjuva çerçevesinde tutmaya amaçlayan emperyalist burjuvazi Birleşmiş Milletler Aracılığı ile 8 Mart'ı 1975 yılında "DÜNYA KADINLAR GÜNÜ" olarak kabul etmiştir.
1910 da 2. Enternasyonelce kabul edilen "DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ" arasında özde farklılık vardır.
"DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ"nün anlamı, kadın emekçiler aleyhindeki mevcut durumun temeldeki ekonomik nedenlerini inceleyen ve onları kendi sınıfından erkeklerle omuz omuza sömürenlere karşı savaşmaya çağırır. Kadın olarak değil, proleter olarak, emekçi kocalarının dişi rakipleri olarak değil, mücadele arkadaşları olarak birliği sağlamaktır.
"DÜNYA KADINLAR GÜNÜ"nün anlamı ise, burjuva kadınla emekçi kadın arasındaki farkı ve çatışmayı örtmek ve sorunu kadın cinsiyetiyle erkek cinsiyeti arasında kavga şeklinde koymaktadır. Bu  Dünya Emekçi Kadınlarının sömürüye karşı başlattığı dayanışma ve mücadele gününü saptırmaktan başka birşey değildir.
Dahası kadınlar günü safsatasının amacı burjuva kadınla emekçi kadının "aynı haklara" sahip olduğu ve bütün kadınların sorunlarının "ortak" olduğu yalanı söylenmektedir. Yani şafakta süt sağan "Emekçi kadınla" bu sütü içen burjuva kadını "aynı haklara" sahip olduğu, diğer bir deyişle fabrikada asgari ücretle çalışan "Emekçi kadınla" yatlarda yalılarda ABD'lerde saltanat süren Tansu Çiller gibi Burjuva kadınların "ortak" hangi yalanları olabilir. Lenin, "KULÜBEDE YAŞAYANLA, SARAYDA YAŞAYANIN HİÇBİR ORTAK YANI OLAMAZ" dediği gibi, "SARAYLARDA YAŞAYAN KADINLARLA GECEKONDULARDA YAŞAYAN KADINLAR AYNI HAKLARA SAHİP OLAMAZ.
Bugün emekçi kadınlar üzerindeki artı değer sömürünün yanı sıra, köleci toplumdan beri gelen çağdışı baskılarda vardır. Kadın bir meta gibi görülüp alınıp satılmakta, çocuk doğurma ev işlerinle ilgilenen hizmetçi konumuna itilmekte evin reisi erkek mi, kadın mı açılıp reisin erkek olduğu işlenmekte kadının kişiliği ile ortaya çıkması engellenmektedir. Hala aynı işi yapmalarına rağmen erkeklerden daha az ücret almaktadırlar. Yaşamdaki işler  “Kadın işi” ve “erkek işi” şeklinde ayrıma tabi tutulmaktadır.
Bu çağ dışı anlayışları Hakim sınıflar korumakta ve geliştirmektedir. Çünkü; emekçi kadınların bir insane olarak kişiliğini ortaya koyması hakkını araması onların işine gelmemektedir.
yeri gelmişken bir konuya temas edelim, ülkemizde politik özgürlüklerin yok denecek kadar az oluşu, emekçi, kadın hareketinin yaratılmamış oluşu, emekçi kadınlarımızın kurtuluşu sorunları ile başta burjuva düzen partilerinin ilgilendiği bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Ancak gerçek bu değildir, bugün burjuva partileri mevcut üretim ilişkilerini ortadan kaldırmayı ve sosyalizmi kurmayı hedeflememktedirler. Bu nedenle de CHP, MHP, AKP ve bunun gibi düzen partileri emekçi kadınların kurtuluşunu sağlayamaz.
PEK ŞU HALDE BİZ KADINLAR NE YAPMALIYIZ?
Sonuç; kadın olarak değil, emekçi olarak. Emekçi kocalarımızın dişi rakipleri olarak değil, mücadele arkadaşları olarak birleşmeliyiz. Sömürülmek biz Emekçi kadınlara yakışmıyor, elbette sömürmek onlara yakışır.
Öyle ise, “Dünya Kadın Günü” aldatmacasına son verelim. Ve hep bir ağızdan haykıralım yaşasın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ”
Burjuva evlilik kurumunda, kadın ve erkek ilk tutkulu sevgi ilişkisi tüketildikten sonra, artık birbirlerine bir takım uzmanlık işlevlerini yerine getiren iki yabancı gibi görünürler. Erkek kadını ev hizmetlerini yerine getiren kişi, kadın erkeğe geçimini sağlayan kişi olarak bakar. Kadın kendisini su veya bu ölçüde ezen kocasını sevmediği, belki de nefret ettiği halde, iyi es "rolünü" oynamayı sürdürür. Evin içinde iki düşman gibi olsalar bile çoğunlukla başkaları karşısında "iyi aile" rolü oynamayı sürdürürler. Bunda ekonomik ve siyasi baskılanma kadar, büyük ölçüde egemenlerin istekleri doğrultusunda şekillenen toplumsal gelenek, adet, norm vb.nin etkisi vardır.(Duyarsızlığın Kökenleri)
"-Toplumsal yaşam ile özel yaşam arasındaki katı sınırlar da erimekte, ikisi iç içe geçmektedir. Gerçekte sanıldığı gibi bu özel yaşamın, mahremiyetin ortadan kalkmasından çok, toplumsallaşması, toplumsal yaşamın ayrılmaz bileşeni haline gelmesidir.
"-Cinsellik, aşk, duygusal ilişkiler, insan bedeni de giderek özel olmaktan çıkarak toplumsallaşmaktadır. Fakat diğer yüzünde de toplumsal olan her şeyin özelleştirilmesi, özel mülk haline getirilmesi biçimiyle vardır. 
Kapitalizmde korkunç bir metalaştırma, cinselliğin, aşkın, duyguların, bedenlerin, kişiliklerin de artan ölçüde metalaştırılması, ve meta üretim ve egemenlik ilişkileri altına alınması, giderek yaygınlaşan doğallaştırılıp gündelik yaşamın parçası haline getirilen fuhuş, pornografi, teşhircilik, röntgencilik, duygusal bedensel atraksiyon
internette sergilenerek paraya çevrilmektedir. 
-Kapitalizmin, emekgücünden başka satacak şeyi olmayanların, satacak başka şeyleri de olduğunu keşfetmelerini sağlaması, onun insanlığa dev hizmeti sayılmasa gerek! Bununla birlikte, insanın tüm yönlü metalaştırılmasının dehşetli yıkıcı, çürütücü, şeyleştirici etkilerine karşın, kapitalist üretim biçimi ve iş bölümünün yıkılmasıyla, insanın tüm yönlü toplumsallaşmasının ve özgürleşmesinin de arifesidir!"
DÖNEMİN AYNASINDAN 8 MART POLİTİKASI
2013 yılı, siyasi süreç bakımından dönüm noktası teşkil ediyor. Bu yılın politik tablosu, egemenler ve ezilenler arasında biriken çelişki ve çatışmaların kritik aşamalarıyla şekilleniyor. Kürt hareketinden emek hareketine, bölgesel savaş politikalarının geldiği düzeyden isyan coğrafyalarında beliren ikinci devrim dalgasına, geniş bir politik sahada somutlanıyor bu durum. Kadın özgürlük hareketi de erkek egemen kapitalist sistemle yoğun çelişki ve çatışmaların yaşandığı, keskin eşikler barındıran bir dönemden geçiyor.
Gerek Türkiye ve Kürdistan penceresinden gerekse de dünya penceresinden baktığımızda, kadına karşı bitmeyen bir savaşın sürdürüldüğünü görüyoruz. Savaşın sürdüğü coğrafyalar, zamanlar ve olaylar farklı ama saldırganlar aynı; erkekler! Büyük emperyalist metropollerden, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist devletlere, sömürge ülkelere kadar her alan, kadına karşı bitmeyen savaşın cepheleri. Şiddet, cinayet, taciz, tecavüz ve katliamlarla örülü bir savaş bu. Saldırganlığın bir görünümü, emperyalist kapitalist güç odakları ve onların işgalci-sömürgeci savaşları olurken, diğer yandan görünümü de bu güç odaklarının şekillendirdiği erkekliğin-erkeklerin kadına dönük her günkü saldırganlığıdır. Yani, karşımızda kadına karşı sürdürülen iki tipte savaş vardır: Birincisi emperyalist, gerici savaşlar ve bunun sonuçlarıysa, ikincisi ezilen-gadre uğrayan bir cins olarak kadına karşı sürdürülen özel tipte savaştır. Erkek şiddeti, sınıflı, erkek egemen sistemin kadın kitlelerine yönelik saldırgan, tahakkümcü yapısının, “özel savaş” yoğunluğu ve sistematiği kazanmış halidir. Elbette bu savaşın sadece saldıran değil, direnen tarafı da var. Ezilen kadın kitleleri gerek sömürüye ve diktatörlüklere karşı, gerekse de günlük yaşamdaki erkek zulmüne karşı direniş ve savaşım içindeler. Kimi zaman örgütlü, kimi zaman tekil direniş, bu cinsler arası savaşta ezilen cins olarak kadının iradesinin gelişmekte olduğunu gösteriyor.
2013 8 Mart’ı, her yerden kadını vuran savaşa karşı hareketin buluştuğu bir nokta olacak. Türkiye bakımından bu hareket daha da özel bir anlam taşıyor. Zira, bölgesel olarak sömürgeci, faşist ve gerici savaş katlarının düğümlendiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Kürt halkına karşı 30 yıldır sürdürülen kirli savaş bunun bir yanı. Diğer yanda da, Suriye’ye karşı yürütülen savaş var. Kürt kadınlarının kirli savaş dönemi boyunca uğradığı zulüm, bugün 70 yaşındaki ninesinden seçilmiş milletvekillerine, Paris’te olduğu gibi özel hedef haline getirilen önder kadınlara kadar devam ediyor. Suriye Kürdistan’ında ise, Esad güçleri ile emperyalizm Türk devleti destekli çetelerin taciz, tecavüz ve katliamcı saldırılarına uğruyorlar. Siyasi sahada süren savaş, kadına dönük bütün boyutlarıyla çok yakınımızda ve içimizde.
bir cins kırımı haline gelen kadına dönük şiddet ve cinayetler, savaşın ikinci cephesinde de durumun ağır olduğunu gösteriyor. 2012 yılında 165 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 150 tecavüz, 210 yaralanma, 137 taciz olayı yaşandı. Bundan daha kötüsü de rakamların, sadece resmi bildirim ve kayıtlarla sınırlı olması. Tablo bundan daha ağır ve çoğu saldırı, sistemin karanlık koridorlarında açığa çıkmadan çürüyor ve toplumsal yapıyı çürütüyor.
İki cepheden ama kesinlikle aynı kaynaktan bir savaştır bu. Kadın kitlelerini gittikçe sıkıştıran ama karşı mücadele ve savaşım kanallarını da yaratan bir kuşatmadır aynı zamanda. 8 Mart ve onu çevreleyen kadın özgürlük politikası, bu kuşatmayı yaratacak, savaşı durduracak iradeyi yükseltmenin çıkış noktası olmalıdır. Sosyalist Kadın Meclisleri’nin “Ses ver Savaşı-Şiddeti Durdur” şiarıyla giriştiği 8 Mart çalışması, bu çıkış olanağı yakalamak açısından bir fırsat olarak görülmelidir. Toplumda biriken ve yer yer patlayan savaşa ve kadına dönük şiddete karşı birinci, doğru politik potada birleştirmek için de bir fırsattır bu. Toplumsal mücadele alanının iki diri politik gündemiyle kitlelere gitme ve sonuç alma potansiyelini güçlü biçimde barındırır. Mücadelenin akışı içerisinde kesişen bu gündemlere ve ana etkili mücadelede bulunmak, kadın özgürlük cephesinin görevi olduğu kadar, başta sosyalistler olmak üzere tüm toplumsal mücadele dinamiklerinin görevidir.
8 Mart, devrimci sosyalist politik hattımız bakımından takvimsel bir an olmaktan çoktan çıkmıştır. Dahası, güncel politik mücadelemizin sürekliliği bakımından taşıdığı önem artmıştır. Bu açıdan baktığımızda, sosyalistlerin son dönemde yükselttiği savaşa, üstlere, füzelere karşı faaliyetlerin, siyasi olarak 8 Mart’ın siyasi içeriği ve hareketiyle kadın cephesinden süreceğini görebiliriz. Diğer yandan, Kürt halkına karşı savaş ve Türkiye’de emekçi barış hareketinin geliştirilmesi görevi de 8 Mart’ın politik temasıyla içerilmiştir. Öyleyse, 8 Mart’la ilişki kurarken sadece kadınların değil, sosyalistlerin merkezi politik gündemiyle doğrudan ilişki kuruyoruz demektir. Politik müdahale ve süreklilik, kadın kitleleri içerisindeki çalışma ve seferberlik düzeyiyle ortaya konulmalıdır. Doğal olarak 8 Mart aktivitesi, sözü edilen bu döneme uygun şekillenmelidir. Bu dönemde gündemler iç içe geçtiği kadar mücadele biçimleri de iç içe geçecektir. üslere karşı çalışmanın bildirileriyle 8 Mart çağrı bildirileri, Kürt sorununda emekçi çözüm ve barış hareketinin eylemleriyle kadın eylem biçimleri yan yana, iç içe kullanılabilir. Politik gelişmeler ne yazık ki, devrimcilere bir işi bitirip, kesin ayrımlarla diğer işe başlama şansı vermiyor. Politika tarzında ve yönetme gücünde gelişme sağlayarak, işlerin nerede bütünlenip, nerede ayrıştıracağına dair doğru taktik tutumlar alınabilir. Esas başarı da buradan sağlanır.
8 Mart politikasının en önemli yanı şüphesiz ki, alanlara kadın kitlelerinin seferber edilmesidir. Savaşa ve şiddete karşı açık ya da örtük tepkilerin etkili politik bir güç haline gelmesi, alanlara kadın kitlelerinin taşınmasından bağımsız değildir. Bu konu, sadece genel politik kazanım bakımından değil, sosyalistlerin kadın kitleleri içerisindeki çalışmasının sorun ve zaaflarının aşılması bakımından da oldukça önemlidir. Özellikle 2. SKM kongresi, kitle seferberliğinde zayıf bir sınav veren sosyalistler için 8 Mart, pratik bir düzeltme ve özeleştiri olmalıdır. Ama bunun  için her şeyden önce etkili ve kolektif seferberliğe dayalı bir hazırlık çalışmasının örgütlenmesi gerekir. Bir taraftan geniş politik malan faaliyetiyle ilişki içinde 8 Mart hazırlığı yapılırken, diğer taraftan daraltılmış ve yoğunlaştırılmış, esas olarak da kitle katılımı hedefi hazırlık çalışmaları ihmal edilmemelidir.
Kadın özgürlük mücadelesi cephesine baktığımızda, 2013  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü aynası bir dizi olumlu gelişmeyi olduğu kadar, sınıf ve ideolojisi farklarına dayalı çelişkiyi de yansıtır. Sosyalist kadın hareketinin burjuva, küçük burjuva feminist hegemonya çabası ve dayatmalarına karşı, bağımsız gücüne dayanarak ilerlemesi daha bir önem kazanmıştır. Sosyalist kadınlar, ezilen cinsin birleşik hareketine değer vermekle birlikte, kendisini sorgu-sual edilmez bir kült gibi dayatan feminist akımlardan bağımsız hareket etme kabiliyetine de sahiptir. 8 Mart’ın ön günlerinde burjuva, liberal feministlerin başını çektiği “şiddete karşı 1 milyar kadın dans ediyor” hareketinden-tutalım da, Hindistan’da tecavüze karşı isyana, K. Afrika kadın hareketine varıncaya kadar çok geniş bir sahada farklı politikalar, ideolojiler ve kesimler kendini ortaya koyuyor. Bu, ezilen cins iradesinin gelişimi bakımından olumlu ve sosyalist kadınların da demokratik görevler kapsamında müdahale etmesi gereken bir durumdur. Ama bu hareketi hedef ve bilinç olarak ileriye taşımak, sosyalist kadın görüş açısının ve politikaya müdahalesinin etkinleştirilmesinden geçer.
2013 8 Mart’ı, kadını n her alandaki emeğin ve emekçiliğinin görünür kılınması mücadelesi için de bir anlam taşıyor. geçen yıl olduğu gibi bu yıl da emek örgütleri, ücretli izin günü-resmi tatil talebiyle iş bırakma eylemi çağrısı yapıyor. İş bırakma hareketi, işçi kadınların hak mücadelesi taleplerinin yanı sıra, ev içi emeğin karşılığının verilmesi talep ve mücadelesinin de zeminidir. Sosyalistler, bu ezilme durumuna karşı ev emekçisi kadınları da 8 Mart’ın temel bir kitle gücü olarak sokakla buluşturmalıdır.
daha şimdiden 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sadece bir güne hapsolmaktan kurtulmuş, kadın kitlelerinin bir döneme yayılan hareketinin merkezi olmuştur. Bize düşen nefesimizi toplamak ve bu dönemi lakıyla yönetmektir.
8 MART YANGIN KIVILCIMI OLDU
8 Mart 1857 yılında ABD’nin New York kentinde konfeksiyon ve tekstil fabrikalarında çalışan 40 bin işçinin ücretlerinin yükseltilmesi, 12 saatlik çalışma süresinin kısaltılması ve fazla mesai ücretleri için başlattıkları grev, polisin saldırısıyla kanlı bitti. Bu, işçi kadınların kapitalizmin amansız sömürüsüne karşı ilk büyük eylemiydi. Saldırı sırasında çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 1910 yılında Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında, Almanya Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, bu yangında yaşamını yitiren 129 kadın işçi anısına 8 Mart gününün Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Kadın hakları hareketini, özellikle oy hakkını onurlandırmayı amaçlayan Kadınlar Günü önerisi oy birliği ile kabul edildi. Çok şey ve hiçbir şey! Çok şey; çünkü o zamanlar kadınların eğitim görmesinin, çalışmasının, kendi yaşamı üzerine karar vermesinin hiçbir olanağı yoktu. Kadınlar oy bile veremeyecek kadar zavallı, aşağı varlıklar sayılıyorlardı. Dünyanın her yerinde dinci gerici örümcek ağlarıyla kadınlar evin, ailenin, kocalarının ömür boyu bağlı kuzu gibi sessiz köleleri olarak yaşıyorlardı. Hiçbir şey; çünkü kadının eğitim görmesinin, üretimde yer almasının, kendi yaşamı üzerine karar vermesinin önündeki engellerin kaldırıldığı söylenen bu çağda, 21. yüzyılda kapitalizmin emekçi kadına sunduğu, kocaman bir yalandan, vahşi bir emek sömürüsünden ve yoksulluktan, tarifsiz acılardan başkası değil! Yalan mı?Kadınlar üzerindeki sınıfsal ve cinsel sömürüyü, baskıyı ona en fazla kağıt üzerinde hak eşitliği sağlayan kapitalizm ortadan kaldıramaz. Kadınlara vadedilen ışıltılı vitrinleri en başta beynimizde tuzla buz ettiğimiz zaman yüzümüze çarpan, yalnızca ve yalnızca kapitalizmin emekçi kadınlar için yıkım ve geleceksizliğidir. Ücretli kölelik, açlık sınırı altında, güvencesiz, her an işsiz kalabilecek, kendisi de burjuvanın kölesi, evin efendisi olan bir babanın, kocanın, çocuğun eline bakarak tükettiğimiz ömürlerimizdir. Kapitalizm ücretli köleliktir; işçi sınıfının, insanlığın, ama en fazla da emekçi kadının ayağına vurulmuş bir prangadır. Başka bir ulusu ezen bir ulus, başka bir cinsi ezen bir cins özgür olamaz. Kadın kölelik zincirleriyle ne kadar bağlı ise toplum da, erkek de o kadar bağlı demektir. Kadın zincirlerini kırıyorsa, emekçi özgüveni ile yürüyorsa işçi sınıfı sosyalizmin özgürlük dünyasına doğru bir adım daha atıyor demektir. Sosyalizm için, emekçi kadının erkekle gerçek eşitliği için, ücretli kölelik nedir bilmeyecek çocukların elma gülüşleri için 8 Mart bayrağını her gün yükseltelim!

NEWYORKLU TEKSTİL İŞÇİSİ KADINLARIN ANISINA
8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi  “Eşit işe eşit ücret” ve “Daha iyi çalışma koşulları” talepleriyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 26 – 27 Ağustos 1910 tarihinde 2. Enternasyonal'e bağlı kadınlar toplantısında(Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı)Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (International Women’s Day – Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de anılmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler’in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York’ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır. Türkiye’de ise 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında daha yaygın olarak kutlandı ve sokağa taşındı.
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’NDE ALANLARA!
"Mutfak, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı gibi kadını evcil köle ve erkeğe bağımlı kılan geleneksel işbölümü; emekgücünün yeniden üretiminin de (hazır gıda sektörü, hazır bebek bakım ürünleri, elektronik mutfak ve ev aletlerinin gelişimi, anaokuluna başlama yaşının Avrupa’da 3, Türkiye’de 5’e düşürülmesi, medya, internet, vd.) büyük çaplı toplumsal üretim ve toplumsal emeğe dayalı hale gelmesiyle, kadının aile kurumundaki özgül emeğini teknik
olarak gereksizleştiriyor.
Kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkilerinin, neoliberalizmin, kapitalist toplumsallaşma biçimleri, aile kurumunu da kökünden sarıp bireylere doğru çözmektedir."
Emekçi kadınlar, köleliğe, özgürlük yoksunluğuna karşı öfkemizi önce evlerimizin duvarlarına gözyaşlarımızla yazdık. Yüzyıllarca erkeğin ve ailenin ücretsiz köleliğinesessizce katlandık. Sessizliğimiz, uysallığımız, bizi görünmez kıldı. Bir başımıza ıssızlığa mahkum edildik. Fakat artık susmayı unuttuk! Kapitalizmin ücretli köleliğe açtığı kapıdan akın akın çıktıkça, sessizliğimizi, ıssızlığımızı toprağa gömdük. İşçi sınıfı tarihinde emekçi kadınlar olarak kendimize de mücadelemizle yer açtık. İşçi sınıfının meçhul kahramanı 129 kadın işçi 1857 8 Mart‘ında burjuvaziye diri diri kurban verilmekle kalmadılar. Burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadele zirvelerinden birini yarattılar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bugün onu şekere bulamak, sınıf düşmanı “girişimci” burjuva kadınla buluşturmak isteyenlere inat, işçi kadınların omuzlarında yükseldi. İşte biz bu 8 Mart‘ta karanlıklara gömülü tarihimiz ve özgür, yeni bir yaşamı kucaklayacağımız  gelecek umudumuzla alanlarda olmalıyız. Bizi tutsaklıkların en ağırına mahkum eden, ancak onu yıkarak özgürlüğü kazanabileceğimiz kapitalizm ve ücret köleliğine karşı, güvencesiz, örgütsüz çalışmaya karşı alanlarda olmalıyız. Eşit işe eşit ücret için, küfür ve hakaretlere, cinsel tacizle bezdirilmeye karşı alanlarda olmalıyız. Cesaretimizi ve aklımızı işçi sınıfının mücadelesine taze kan olarak akıtacağımızı, artık gözyaşlarının değil yumruğun diliyle konuşacağımızı burjuvaziye göstermeliyiz. Tekel, Hey Tekstil, Trexta işçisi kadınlar gibi “İnceldiği yerden kopsun” diyerek mücadeleye atılmalıyız. 8 Mart‘ta özgürlük için alanlarda olmalıyız. Özgürlük her yerde hakkımız! Kapitalizm ev yükünü olduğu gibi sırtımıza yıkıyor. İşten eve döner dönmez ayrı bir mesai başlıyor. Ömrümüz herkese hesap vermekle, en küçük detayları düşünmekle, eş, çocuk, hasta ve yaşlı bakımına adanmakla geçiyor. İşyerinde olduğu gibi evde de köleyiz. Kendimize ait bir dakikamızın bile olmadığı ömürleri yaşayıp bitiriyoruz. Burjuvazinin istihdam ve eğitim politikasında, dinde, geleneklerde yerimiz hiç değişmiyor: Az eğitim, az vasıf, dışarda iş, içerde iş! 8 Mart‘ta zorbalık ve şiddete dur demek için alanlarda olmalıyız. Şiddet yaşamımızdan eksilmiyor. Boşanmak, ayrılmak, bir parça özgür zaman ve uğraş isteyen kadınların karşısına şiddet, ölüm dikiliyor. Kapitalizm kadın cinayetlerini iş cinayetleri ile yarıştırıyor. Kadının köleliği, günde beş kadının katledilmesi, her üç kadından birinin şiddet görmesi üzerinde yükseliyor. Burjuvazi erkek egemenliğini ucundan kıyısından değiştirdiği yasaları bile uygulamayarak koruyor. Yeni bir yaşam için, ücret köleliğine, cinsel baskı ve sömürüye, ev köleliğine, özgürlük yoksunluğuna karşı mücadele için: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde alanlara!Ölen kadın, ama suçlu da kadın oluyor! 8 Mart‘ta cinsel taciz ve tecavüze, mobbinge dur demek için alanlarda olmalıyız. En verimli zamanlarımızı erkek egemenliğinin mührünü taşıyan bu saldırılarla tüketmekle kalmıyoruz. Dahası, çalışmaktan, erkek sınıf kardeşlerimizle mücadelenin diliyle ilişki kurmaktan, hatta sokağa çıkmaktan bile caydırılmaya çalışıyoruz. Güvensizlik ve özgüvensizlikle çevreleniyoruz. Cinsel sömürü ve şiddeti sermaye birikimi için bir sektör haline getiren kapitalizm, dünyanın her yerinde kadın bedenini metalaştırıyor. Üstelik sorunlarımızı gündemleştirmemiz bile bastırılıyor. Her nerede olursa olsun, istersek 13 yaşında olalım, cinsel tacizin, tecavüzün “suçlusu” biz oluyoruz! 8 Mart‘ta çifte baskı ve sömürüyü katmerlendiren ulusal zorbalığa karşı mücadele için alanlarda olmalıyız. Boyun eğdirilemeyen Kürt emekçi kadını, bir yandan bin yıllardır yaşadığı topraklarda özgür iradesiyle yaşamaktan, anadilinde eğitim, sağlık hizmeti almaktan caydırılmaya çalışılıyor. Van depreminde, Roboski bombardımanında acılarına yeni acılar ekleniyor. En ağır koşullarda saflarından yetiştirdiği siyasetçilerin, sendikacıların binlercesi operasyonlarda tutuklanıyor. Emperyalist ve gerici savaşların, burjuva gerici diktatörlüklerin amansız eli emekçi kadınların boğazına çullanıyor. 8 Mart‘ı her güne yaymak için alanlarda olmalıyız. Toplumun her alanında, sınıf örgütlerinde, direniş komitelerinde, sendikalarda emekçi kadının sesinin, temsilinin ve kararlılığının yükselmesi için alanlarda olmalıyız. 8 Mart‘ın resmi tatil olması için en önde biz emekçi kadınlar dayanışma halinde mücadele etmeliyiz. Bilmeliyiz ki, kimse bize bunu tabakta sunmayacaktır. Erkek sınıf kardeşlerimizi kadın üzerindeki çifte baskı ve sömürünün bir parçası olmaktan çıkmaya çağırmalı, taleplerimizi omuzlayarak erkek egemenliğine karşı mücadele içinde eğitilmeye yöneltmeliyiz. Başka bir cinsi ezen bir cins özgür olamaz. Kapitalizme karşı yeni bir yaşam için mücadele, her türden egemenlik ve tahakküm ilişkisini, emekçi kadının köleliğini büyüten işbölümünü hedefe çakmadan ilerletilemez. Bu yepyeni yaşamı ise bize ancak sosyalizm, özgür sınıfsız toplum verebilir. 8 Mart‘ı emekçi kadının özgürlük dünyasını büyütmek için mücadeleye adamalıyız.
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
Kadına Yönelik Şiddete Son!
Toplumun Her Alanında Eşitlik ve Özgürlük!
Yaşasın Emekçi Kadın Dayanışması!
Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!
Emekçi Kadının Özgürlüğü Sosyalizmde!
MÜCADELE YAKLAŞIMIMIZ NE OLMALI?
Ezilen cins sorunu, sınırlı toplumlarda erkeğin kadın üzerindeki, özel mülkiyete, erkek soyuna dayalı ilişkilere, cinsler arasındaki işbölümüne ve onun kurumlaşmış biçimi olarak aile kurumuna dayanan egemenlik ve sömürüsünün kaldırılması sorunudur. Kadının ataerkil kültür ve ilişkiler kadar kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkilerinden, burjuvaziden olduğu kadar evdeki burjuvadan, cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünden ve kapitalizmin hücre yapısı aile kurumundan kurtulması, onun özgürleşme koşuludur. Kadın sorununun çözümünün en yalın ifadesi; kadının kurtuluşu ve işçi sınıfının kurtuluşu, özgür bireylerden ve birlikteliklerden oluşan komünist toplum’dur. Sosyalist devrimimiz, bir bütün olarak kadın cinsinin prangalarından kurtulmasını, onlara erkeklerle biçimsel hak eşitliğini bile ücretli kölelik sisteminin bekası için tanıyan, cinsler arasındaki işbölümünün en geri formlarını giderirken yeni bir temelden incelterek derinleştiren, buna karşılık çite köleliği ve kendi elleriyle çözdüğü aileyi kutsamaya devam eden kapitalizmin aksine, kadınların toplumun onurlu ve eşit üyeleri haline gelmelerini, devrim ordusunun sadece “yarısı” değil, öncü bir gücü olarak gelişmelerini birincil görevlerinden biri olarak belirlemektedir. Bu, toplumun komünizme yürüyüşünün asli bir unsurudur. Alt ve üst evreleriyle komünizm, kadına taşınan bugünkü liberal özgürlük düşlerinin çok çok ötesinde, kadını ezen ve sömüren sınırlı toplum yapısının atomlarına dek gerçek bir yadsınması, süreklileşmiş infilakı ile bir “kadın toplumu”dur! Erkeği efendi kadını köle yapan, emekgücü-emekgücünün yeniden üretimi, özel yaşam-kamu yaşamı, ve cinslere dayalı işbölümü ayrımları, ekonomik, teknolojik, toplumsal, kültürel koşulları geliştirilmiş olarak sosyalizmde tümüyle tarihe gömülür. Kadın artık ne mutfaktan, temizlikten, ne erkeğin, çocuğun bakımından sorumludur. Kadının bu işlerdeki özgül emeği, tamamının üst düzeyde toplumsallaştırılmasıyla hızla gereksizleştirilir. Komünizmde, kadını, erkeği, çocuğu birbirine bağımlı ve köle kılan kapitalist üretim ilişkilerinin en hücresel şirketi, kurumu olan aileye yer yoktur. Kadın sorunu aile sorunuyla iç içedir ve kadının kurtuluşu için ailenin ortadan kalkması zorunludur. Bununla birlikte çekirdek aile, kapitalizmin ulusla birlikte ve ulustan da önemli temel kurumu olagelmiştir. Ailenin varlığı ve aile içi işbölümünün sürdürülmesi, miras devri, emek gücünün yeniden üretimi süreçleri de içerisinde olmak üzere sistemin ekonomik, toplumsal, kültürel yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi olmuştur. Aile; 1) Genel olarak üretim koşullarının ve kadının üretim sürecindeki yer alışının değişmesiyle, 2) Gelişen üretim koşullarının, üretim ve tüketim araçlarının ev içi işbölümünü değiştirmesiyle, 3) Meta ilişkilerinin çekirdek ailenin duvarlarını da yıkmasıyla, 4) Neoliberal birey gelişimiyle hızlı bir çözülme, bozulum, karmaşa içerisinde çürüyüp dağılmakta, bir yandan da ikiyüzlülükle korunmaya, sürdürülmeye çalışılmaktadır. Komünistlerin çözülen ve çökmekte olan aileyi geri getirmek diye bir sorunları olmadığı gibi bu yönlü her çabayı -ister geleneksel, ister küçük burjuva demokratizm biçimiyle aileyi koruma, sürdürme ve idealize etmeyi- nafile ve gerici bir çaba olarak görür. Kadının olduğu gibi, erkeğin de, çocuğun da kurtuluşu, özgürleşmesi ve gelişimi ailenin sürmesinde değil, ortadan kalkmasındadır. Komünistler, aileyi tüm ilişki biçimleri ve kalıntılarıyla ortadan kaldırmak, toplumsal yaşam ve ilişkilerden kazımak için bilinçli olarak savaşacaklardır. Kapitalist ülkelerde anne ve çocuğu koruyan sınıfsal-sosyal-hukuksal kazanımlar dahi işçi kadınlar için çekim oluştururken, sosyalizm kadına ve çocuğa bundan çok daha ötesini gösterir. Çocuğa ailenin sınırlı utkunun, burjuva ölçü, değer ve ilişkilerinin, dinin ve gerici kültürün zerkedildiği, kişilik gelişiminin geri bir toplumsallık ile daha baştan sakatlandığı ailenin yerini sosyalizmde çok yönlü toplumsal eğitim ve çok yönlü fiziksel kültürel gelişim alacaktır. 6 saatten fazla çalışmanın yasaklanmasıyla erkek ve kadının enerjisinin tüketilip birbirlerine yabancılaşmaları son bulacak, temel gereksinimleri toplum tarafından karşılanan çocuk, anne ve babasıyla yalnızca sevgiyi ve yaşama dair deneyimlerini paylaşacaktır. Yaşlıların bakımı tam toplumsal güvence altında olacaktır. Çocuk bakımı, mutfak ve temizlik işlerinin, kapitalizmde gelişen hazır bebek bakım ürünleri, hazır ve organik gıda, elektronik mutfak ve ev aletleriyle artıdeğere dayalı meta toplumsallaşma biçimleri kaldırılacak, bu ürünlerin en gelişkinlerinin üretim ve dağılımıyla birlikte, meta karakterinin de hızla sınırlandırılıp ortadan kaldırılması ve bu yönlü ihtiyaçların artan ölçüde karşılanmasıyla kadını eve-mutfağa bağlayan, köleleştiren ve körelten bu işlerden tam kurtuluşu sağlanacaktır.  Kapitalizmde ev ve bakım işlerinin hafilemesi ve kadının bunlardan görece serbestleşmesi, daha yoğun olarak ücretli köleliğe, uzayan kapitalist sömürü saatlerine çekilebilmesi içindir, kaldı ki kadın ev işlerini de böylelikle yapmaya devam eder! Sosyalist toplumda ise, çalışma saatleri kısaldığı, çalışma ve sağlık koşulları hızla iyileştiği gibi, kadın ev işlerinden de tamamen özgürleşir. Mutfağa ve eve bağlı olmaktan kurtulur. Genişleyip özgürleşen zamanını kendini çok yönlü geliştirmede istediği gibi kullanabilir. Kısalan çalışma zamanında, kapitalizmde adına yapışmış “kadın işleri” sınırlarından özgürleşir, yönetsel, organizasyonel, zihinsel, bilimsel, teknolojik, sanatsal işlerde, tek bir işe bağlı da kalmadan, artan ölçüde ve erkeklerle eşit düzeyde yer alır.  Sosyalist işçi konseyleri demokrasisi, tüm yönetsel organlarda ve faaliyetlerde kadınların nicel ve nitel eşit katılım ve yer almasını öncelikle gözetir. Sosyalizmde ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüm, yasalar da, cinsiyete dayalı ayrım, ayrıcalık ve üstünlük kurmayı ortadan kaldırır. Bir bütün olarak kadın ile erkek arasında toplumsal-bireysel eşitlik temeli oluşturur. Cinsiyet ayrım ve ayrıcalığını, aile kurumu ve işbölümü ile birlikte ortadan kaldıracak özgül politikalar geliştirilir ve tüm politika ve uygulamalarda kadınlarının çok yönlü gelişim ve özgürleşmesini ilerletecek yönler gözetilir. Komünizmi içerimine alarak gelişen sosyalist inşa sürecinde kadınlar için de her faaliyet ve ilişki, bir zorunluluk olmaktan çıkar, kendini çok yönlü geliştirme gereksinmesi temelinde özgür ve bilinçli karar ve eylemlere dönüşür. Komünizmin amacı, her türlü cinsiyet ayrımı ve ayrıcalığının, ailenin, işbölümünün ve emek-değer ölçütünün de ortadan kaldırılmasıyla aşılması, cinsellik ve aşk ilişkisinin de hiçbir zorunluluk, bağımlılık olmadan özgür birliktelikler olarak yaşanmasıdır. En ileri burjuva demokrasisinin, en ileri feminist bakış açısının yanına bile yaklaşamayacağı, sosyalist konseyler demokrasisi ve onu da aşacak komünist özgürlük dünyası, kadının, erkeğin, tüm bireylerin özgürlük dünyasıdır. Sosyalizmde hiç kimse cinsel kimliğinden dolayı ayrımcılığa, onur kırıcı davranışlara, aşağılamaya maruz kalmaz. Bireylerin cinsel kimlikleri ve ilişkilerine devletin ya da toplumun bir müdahalesi söz konusu olamaz. Tüm insan insana ilişkilerde olduğu gibi bunun da tek istisnası, bu ilişkilerin iki taraf arasında özgür, eşit ve gönüllü bir birliktelik olarak yaşanıp yaşanmadığıdır. Sosyalist devrim ve sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisi, üretim ve egemenlik ilişkilerini, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel her alanda ve bir bütün olarak kökten değiştirir; her birine içerili olan ve her biri tarafından yeniden üretilen, derin bir tarihselliğe sahip olan ve günümüzde en üst dengesizlik ve çelişki düzeyine çıkan kadın-erkek ilişkisini de kökten değiştirerek, sınıfsal-toplumsal-cinsel kurtuluşu iç içe geliştirerek kadının özgürleşmesinin yolunu açacaktır. Kadının toplumsal olarak ve erkekle ilişkisinde durumu ve özgürlüğü, yalnız toplumun ve komünist devrimin gelişme ölçütü olmakla kalmayacak, günümüz komünist hareketinin, gerçek bir komünist hareket olarak gelişebilmesinin başlıca ölçütlerinden olacaktır. Komünist bir toplum demek, kimliğinin mavi ya da pembe olmaması demektir. Sadece bir sınıfın diğer sınırlar üzerinde egemenliği ve sömürüsünün değil, erkeğin kadın üzerindeki sömürüsü ve egemenliğinin de olmaması, cinsiyete dayalı en küçük bir ayrım ve üstünlüğün olmaması demektir.
KADIN SORUNU AİLE SORUNU İLE İÇ İÇEDİR
Erkeği efendi kadını köle yapan, emek gücü-emek gücünün yeniden üretimi, özel yaşam-kamu yaşamı ve cinslere dayalı işbölümü ayrımları, ekonomik, teknolojik, toplumsal, kültürel koşulları geliştirilmiş olarak sosyalizmde tümüyle tarihe gömülür. Kadın artık ne mutfaktan, temizlikten, ne erkeğin, çocuğun bakımından sorumludur. Kadının bu işlerdeki özgül emeği, tamamının üst düzeyde toplumsallaştırılmasıyla hızla gereksizleştirilir. Komünizmde, kadını, erkeği, çocuğu birbirine bağımlı ve köle kılan kapitalist üretim ilişkilerinin en hücresel şirketi, kurumu olan aileye yer yoktur. Kadın sorunu aile sorunuyla iç içedir ve kadının kurtuluşu için ailenin ortadan kalkması zorunludur. Bununla birlikte çekirdek aile, kapitalizmin ulusla birlikte ve ulustan da önemli temel kurumu olagelmiştir. Ailenin varlığı ve aile içi işbölümünün sürdürülmesi, miras devri, emek gücünün yeniden üretimi süreçleri de içerisinde olmak üzere sistemin ekonomik, toplumsal, kültürel yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi olmuştur.
Aile; 1) Genel olarak üretim koşullarının ve kadı-nın üretim sürecindeki yer alışının değişmesiyle,
2) Gelişen üretim koşullarının, üretim ve tüketim araçlarının ev içi işbölümünü değiştirmesiyle,
3)Meta ilişkilerinin çekirdek ailenin duvarlarını da yıkmasıyla, 
4) Neoliberal birey gelişimiyle hızlı bir çözülme, bozulum, karmaşa içerisinde çürüyüp dağılmakta, bir yandan da ikiyüzlülükle korunmaya, sürdürülmeye çalışılmaktadır. Komünistlerin çözülen ve çökmekte olan aileyi geri getirmek diye bir sorunları olmadığı gibi bu yönlü her çabayı -ister geleneksel, ister küçük burjuva demokratizm biçimiyle aileyi koruma, sürdürme ve idealize etmeyi- nafile ve gerici bir çaba olarak görür. Kadının olduğu gibi, erkeğin de, çocuğun da kurtuluşu, özgürleşmesi ve gelişimi ailenin sürmesinde değil, ortadan kalkmasındadır. Komünistler, aileyi tüm ilişki biçimleri ve kalıntılarıyla ortadan kaldırmak, toplumsal yaşam ve ilişkilerden kazımak için bilinçli olarak savaşacaklardır. Kapitalist ülkelerde anne ve çocuğu koruyan sınıfsal-sosyal-hukuksal kazanımlar dahi işçi kadınlar için çekim oluştururken, sosyalizm kadına ve çocuğa bundan çok daha ötesini gösterir. Çocuğa ailenin sınırlı ukunun, burjuva ölçü, değer ve ilişkilerinin, dinin ve gerici kültürün zerk edildiği, kişilik gelişiminin geri bir toplumsallık ile daha baştan sakatlandığı ailenin yerini sosyalizmde çok yönlü toplumsal eğitim ve çok yönlü fiziksel kültürel gelişim alacaktır. 6 saatten fazla çalışmanın yasaklanmasıyla erkek ve kadının enerjisinin tüketilip birbirlerine yabancılaşmaları son bulacak, temel gereksinimleri toplum tarafından karşılanan çocuk, anne ve babasıyla yalnızca sevgiyi ve yaşama dair deneyimlerini paylaşacaktır. Yaşlıların bakımı tam toplumsal güvence altında olacaktır. Çocuk bakımı, mutfak ve temizlik işlerinin, kapitalizmde gelişen hazır bebek bakım ürünleri, hazır ve organik gıda, elektronik mutfak ve ev aletleriyle artıdeğere dayalı meta toplumsallaşma biçimleri kaldırılacak, bu ürünlerin  en gelişkinlerinin üretim ve dağılımıyla birlikte, meta karakterinin de hızla sınırlandırılıp ortadan kaldırılması ve bu yönlü ihtiyaçların artan ölçüde karşılanmasıyla kadını evemutfağa bağlayan, köleleştiren ve körelten bu işlerden tam kurtuluşu sağlanacaktır. Kapitalizmde ev ve bakım işlerinin hafilemesi ve kadının bunlardan görece serbestleşmesi, daha yoğun olarak ücretli köleliğe, uzayan kapitalist sömürü saatlerine çekilebilmesi içindir, kaldı ki kadın ev işlerini de böylelikle yapmaya devam eder! Sosyalist toplumda ise, çalışma saatleri kısaldığı, çalışma ve sağlık koşulları hızla iyileştiği gibi, kadın ev işlerinden de tamamen özgürleşir. Mutfağa ve eve bağlı olmaktan kurtulur. Genişleyip özgürleşen zamanını kendini çok yönlü geliştirmede istediği gibi kullanabilir. Kısalan çalışma zamanında, kapitalizmde adına yapışmış “kadın işleri” sınırlarından özgürleşir, yönetsel, organizasyonel, zihinsel, bilimsel, teknolojik, sanatsal işlerde, tek bir işe bağlı da kalmadan, artan ölçüde ve erkeklerle eşit düzeyde yer alır. Sosyalist işçi konseyleri demokrasisi, tüm yönetsel organlarda ve faaliyetlerde kadınların nicel ve nitel eşit katılım ve yer almasını öncelikle gözetir. Sosyalizmde ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüm, yasalar da, cinsiyete dayalı ayrım, ayrıcalık ve üstünlük kurmayı ortadan kaldırır. Bir bütün olarak kadın ile erkek arasında toplumsalbireysel eşitlik temeli oluşturur. Cinsiyet ayrım ve ayrıcalığını, aile kurumu ve işbölümü ile birlikte ortadan kaldıracak özgül politikalar geliştirilir ve tüm politika ve uygulamalarda kadınlarının çok yönlü gelişim ve özgürleşmesini ilerletecek yönler gözetilir. Komünizmi içerimine alarak gelişen sosyalist inşa sürecinde kadınlar için de her faaliyet ve ilişki, bir zorunluluk olmaktan çıkar, kendini çok yönlü geliştirme gereksinmesi temelinde özgür ve bilinçli karar ve eylemlere dönüşür. Komünist bir toplum demek, kimliğinin mavi ya da pembe olmaması demektir. Komünizmin amacı, her türlü cinsiyet ayrımı ve ayrıcalığının, ailenin, işbölümünün ve emek-değer ölçütünün de ortadan kaldırılmasıyla aşılması, cinsellik ve aşk ilişkisinin de hiçbir zorunluluk, bağımlılık olmadan özgür birliktelikler olarak yaşanmasıdır. En ileri burjuva demokrasisinin, en ileri feminist bakış açısının yanına bile yaklaşamayacağı, sosyalist konseyler demokrasisi ve onu da aşacak komünist özgürlük dünyası, kadının, erkeğin, tüm bireylerin özgürlük dünyasıdır.
CİNSEL META DEĞİLİZ!
Kapitalist sistem kadını cinsel bir malzeme olmaktan bir adım öteye götürmüyor. Bu sayede hem kadının toplumdaki ikincil planını devam ettirerek onu ucuz işgücü olarak kullanıyor, emeğini sömürüyor hem de bedenini doğrudan ya da dolaylı olarak pazarlayıp kadının bedeni üzerinden kar sağlıyor. Doğrudan pazarlamanın en açık örneği fuhuş. Artık bir sektör haline gelen fuhuşta bedenlerimize biçilen değerler üzerinden tıpkı kapitalizmdeki herhangi bir meta gibi alınıp satılıyoruz. Yani pazarda değişim değerimiz var. Porno gibi sektörlerle de fuhuş ayrıca besleniyor. Dolaylı pazarlama diye adlandırdığımız şeye ise aslında bugüne kadar birçoğumuzun dikkatini çeken bir örnek verelim. Reklamlar… TV’lerde, caddelerdeki panolarda bedenimiz olmadan sergilenen reklam neredeyse yok. Çikolata, dondurma, ayran, otomobil, çorap, halı, beyaz eşya… örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Kapitalizm metasını tanıtırken yanında “çekici” bir kadını kullanıyor. Böylece hem ürün daha alınabilir ve “çekici” bir hale geliyor hem kadını ikincilleştiren cinsel meta olma hali devam etmiş oluyor. Bu döngü içerisinde kapitalizm biz kadınlara açıkça etiniz de kemiğiniz de, emeğiniz de benim diyor.Tecavüz, taciz vb. olaylar toplumdaki cinsel bastırılmışlığın ve açlığın yansıması. Fakat bu tip olaylar kadınların hangi saatte nerede dolaştıklarıyla veya dekolte mi yoksa kapalı mı giyindikleriyle açıklanamaz. Kapitalist sistem biz kadınları cinsel birer metaya dönüştürmüşken bu söylenenler sistemi tamamen aklayarak kadını suçlamaktan başka bir şey olamazlar. Fakat bizler biliyoruz ki kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe en ileri burjuva demokrasisinde dahi biz kadınlar cinsel meta olmaktan kurtulamayacağız. Çünkü kapitalizm daha fazla kar için emeğimizi sömürmekten ve bizi cinsel meta olarak kullanmaktan kaçınmayacak.!İçinde bulunduğumuz sistem var oldukça bizim için tacizler, tecavüzler, ölümler sürpriz olmayacak. Fakat bunlar bizim kaderimiz değil. Kapitalist sistem de mutlak değil. Ne kadar daha yaşayacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey var: Sonunu getiren biz olacağız. Bize emeğimizin sömürüsünden, cinsel meta olarak kullanılmamızdan ve  ölümlerden başka bir şey getirmeyen kapitalizmi yıkmak için kadınlar olarak mücadele de en ön salarda yer almalıyız.Kadının ev hizmetlisi durumuyla onlarca yıldır barışık olan kapitalizm değilmiş gibi, "İster başı açık, olmuyorsa türbanı tak, evden çık" diyor. Eğitim görmemizi, iş becerisi kazanmamızı, kredi alıp "kadın girişimci" olmamızı, evde oturup kadın programları seyretmek, hamur tutmak yerine işe girip çalışmamızı öğütlüyor. Hatta bunun evde çocuk, yaşlı, hasta bakımı mecburiyeti gibi engellerini kaldırmaktan, patronların çocuk bakım hizmeti vermesini vergiden muaf hale getirmekten bahsediyor. Peki kapitalizm bunu neden yapıyor? Kapitalizm böyle yaparak kadınları özgürleştiriyor mu? Kapitalizm de kural net: "Patronlar için artıdeğer üretmeyen yiyemez". Kapitalizm kadınları tam da bu kuralı uygulamak için özgürleştiriyor. Üretime daha çok çekilen kadın işgücü hem daha ucuz hem sömürüye daha açık… 2009 yılında İstanbul İkitelli'de meydana gelen selde Pameks Tekstil'de çalışan 7 kadın işçi öldü. Çünkü patronun servis diye kullandığı araç insan taşımak için değil yük taşımak için tasarlanan kapalı kasa bir araçtı. Acil bir durumda kapısı içerden açılamazdı. Öyle de oldu. Sel anında minibüsten "kapısı açılmadığı" için çıkamayan kadın işçiler sele kapıldıkları minibüsün içinde can verdiler. Bursa Özay Tekstil Fabrikası'nda bir gece vardiyasında "kaçıp gitmesinler" diye üzerlerine fabrikanın kapıları kilitlenen kadınlar çıkan yangında öldüler. 15 yaşındaki Ayşe Denizdalan, 18 yaşındaki Sadife Düdüş, 21 yaşındaki Gülden Çiçek, 27 yaşındaki Necla Özveren ve üç aylık hamile 32 yaşındaki Sevgi Sesli patron üzerlerine kapıyı kilitlediği için yangın anında fabrikadan çıkamadılar ve yanarak can verdiler. Ve daha yeni Ostim’de hayatını kaybeden 20 sınıf kardeşimizin içinde bir de kadın mühendis var.
YENİ BİR TOPLUMUN TARİHİNİN İLK SAYFALARINI YQAZALIM
ÜZERİMİZDEKİ TAHAKKÜMÜ TÜMDEN YOK ETMEK İÇİN BUGÜNDEN HAREKETE GEÇMEK Mİ, YOKSA SADECE KISMİ DEĞİŞİKLİK VE ONARIMLARLA YETİNİPONUN YENİDEN ÜRETİLMESİNE İZİN VERMEK Mİ? BUNLARDAN BİRİNE KARAR VERMEK ZORUNDAYIZ. DOĞRU KARAR VERMEK İÇİN İSE, BIÇAĞI DOĞRU YERE, KADINLA ERKEK ARASINDAKİ BİNLERCE YILLIK İŞBÖLÜMÜNE SAPLAMAMIZ, İŞBÖLÜMÜNÜ EN KÜÇÜK BİR İZ BIRAKMAMACASINA TOPLUMDAN SÖKÜP ATMAMIZ GEREKİYOR.
Cins ayrımcılığının en kaba biçimlerine tepki duymayan kadın var mıdır? Bizim toplumumuzda dün bu soruya gönül rahatlığıyla “Evet” diyemezdik. Ama şimdi zincirlerini kıramasalar bile, biliyoruz ki kadınlar cinsler arası eşitsizliğe yek vücut “Hayır” diyorlar. Bugün kadınların ev ve bakım işleri dışında hiçbir işe yaramayacağını, zeka ve yeteneklerinin bundan fazlasına yetmeyeceğini savunabilen yok. Erkek değil kadın olarak doğmamızın ailenin felaketi olduğunu, eğitim görmek yerine buluğ çağında evlenmemiz, çalışmamamız gerektiğini söyleyenler antika müzesine kaldırılıyor. Kadınlar şu mesleği yapabilir, bunu yapamaz diyenleri dünyanın dört bir yanında hayatın kendisi yalanlıyor. Kadınlara yönelik şiddet artık sineye çekilmiyor, “namus” adı altında öldürülen her kadının bedeli soruluyor -televizyon dizilerinde “kötü adam” rolü eşini, çocuklarını döven babaya veriliyor. Evlilik ve akrabalık bağları dışında iki cins arasındaki iletişimin en alt sınırda olduğu, sokaktan, otobüsten taciz ökesiyle dönülen günler geride kaldı. Boşanamamak, istemediği bir çocuğu doğurmak, kendisine tecavüz eden kişiyle evlenmek zorunluluğu da. Hiçbir kadın, eşine, çocuklarına, torunlarına, yaşlı ve hastalara hizmetle geçen, yaşanmamış bir hayatın muhasebesini yapmak istemiyor. Eşinin, çocuklarının verdiği harçlığa bağlı olmak istemiyor.
Elbette ki bunların toplumumuzda tümden ortadan kalktığını, kadınların bu sorunlara karşı mücadele vermek zorunda olmadığını söylemiyoruz. Kadının yaşamında ileriye doğru olan her değişiklik, amansız bedeller, acılara mal oluyor. Aşağılanma, horlanma, ezilme, en düşkün biçimleriyle bile hayatımızdan defolup gitmek bilmiyor.
Fakat eskisi gibi yaşamamak derken, sadece bunların değişmesiyle, “dünden hallice olmakla” yetinebilir miyiz? Üzerimizdeki tahakkümü tümden yok etmek için bugünden harekete geçmek mi, yoksa sadece kısmi değişiklik ve onarımlarla yetinip onun yeniden üretilmesine izin vermek mi? Bunlardan birine karar vermek zorundayız. Doğru kararı vermek için ise, bıçağı doğru yere, kadınla erkek arasındaki binlerce yıllık işbölümüne saplamamız, işbölümünü en küçük bir iz bırakmamacasına toplumdan söküp atmamız gerekiyor.
NEDEN İŞ BÖLÜMÜ? 
Çünkü iş bölündükçe insan da bölünür. Bölünen insan güdükleşir, acizleşir, yoksunlaşır.
İnsanlığın yarısı kadın. Fakat insanın ilk güdükleşmesini, acizleşmesini, yoksunlaşmasını ve tahakküm altına alınmasını yaşayan da kadın. İşbölümü üzerinden gelişen tahakküm ilişkisi, hem kadının hem de erkeğin binlerce yıllık tutsaklığını getirdi. Bugün kurtulmak için kıvrandığımız sınırlı toplumu yaratan bu işbölümü ve tutsaklık oldu.
Bu işbölümüyle erkek, evin dışına çıktı ve üretti. Kadın ise doğurganlığı ile yaşamı, eve emeğine hasredilerek emeğin yeniden üretimini gerçekleştirdi. İşte bu yüzden üretimde yer alan kadına “çalışan kadın, anne” dendi; erkeğe ise “çalışan erkek, baba” denmedi. “Kadın şoför, öğretmen, mühendis, yazar, belediye başkanı…” dendi; “erkek pilot, milletvekili, sayaç okuyucu, dişçi…” denmedi.
Bu işbölümüyle erkek, eğitim, iş becerisi, yaşam deneyimi, politikayla uğraşma imkanı edindi. Kadın ise ancak ömür törpüsü işleri detaylandırabildi. 6 yaşında bir çocuğun birkaç ayda edindiği okuma yazma becerisinden bugün dahil milyonlarca kadın mahrum kaldı. Köyünün, mahallesinin dışını göremedi. En küçük bir kararı için “Beyime sorayım” dedi. Oy verirken erkeğin gözüne baktı. Erkek olduğu kadarıyla “kafa” iken, kadın tamamen “kol” oldu.
Bu işbölümüyle erkek, kadın cinsine kendisini cinsel ve duygusal bakımdan tatmin etmesi gereken bir varlık gözüyle baktı. Kadın erkeğin cinsel kölesi oldu. Öyle ki sınıflı toplum, “dünyanın en eski mesleği”ni yarattı. Erkeği kadının namusu yaptı. Kadının yaşama dönük en küçük adımı, “erkeğin namusu” olma adına dayakla, ölümle cezalandırıldı. Kadın cinsinin tamamı boşanma hakkını ancak geçen yüzyılda elde etti. Ama bu hakkı kullandığında cezadan kurtulamadı.
Bu işbölümüyle kadın, erkeğe ve ailenin bütününe duygularıyla da emek vermeye yazgılı sayıldı. Erkeği, çocuklarını işe, okula sadece ütülü kıyafetle değil, kucaklayarak gönderdi. Ama ütülü kıyafeti giyen, onda bir emek olduğunu görmedi. Gece ağlayan çocuğun yanına kadın koştu. Engelli çocuğu için “Benden sonra ne yapar?” diye o düşündü. Yaşlılara, hastalara o baktı.
Bu işbölümüyle evde kadın proleter, erkek burjuva oldu. Burjuva ile proleterin aynı yastıkta hep aynı sabahlara uyandığı tek yer, aileydi. O yastığa başlarını ne aşk, ne sevgiyle, salt mecburiyetle koydular. Başka türlüsünü binlerce yıldır bilmeyen, öğrenmek istediğinde ölüme bile katlanan kadın, bu ezici işbölümünü benimsedi. Bir bardak suyunu kendisi almayan erkekler, erkeğin arkasını toplamaktan gurur duyan kadınlar yetiştirdi.
Sömürücü, sınırlı toplumlarda bütün ekonomik, sosyal, siyasal ilişki ve kurumlar, din ve aile, bu işbölümünü sürdürmeye uyarlandı.
Emekçi kadınlar, Ekim Devrimi’yle eşit işe eşit ücreti, kadınların gece çalışmasının ve ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasının yasaklanmasını, kadın emeğinin korunmasını, boşanma ve kürtaj hakkını, kadını eve bağlayan, üretime ve toplumsal yaşama katılmasını engellerin kaldırılmasını elde ettiler. Kadının prangası aile, devrim yoluyla çözülmeye başlandı. Çocuk bakımı, çamaşır, yemek gibi işlevler toplumsallaştırıldı. Bu devrimsel kazanımlar sayesinde, geri bir ülke olan Rusya’nın emekçi kadınları dünyanın en özgür kadınları ve eşit insanları olma imkanlarına kavuştular. Emekçi kadınların mücadelesi ve sosyalizmin bayrağı altında kavuşulan bu kazanımların bir bölümü -boşanma, kürtaj, kısmen kadın emeğinin korunması vb.- onyıllara yayılarak kapitalist dünyada da elde edildi. Fakat bir bütün olarak kadın emeğinin korunması, eşit işe eşit ücret, kadının aile içindeki rolünün ortadan kalkması gibi talepler, kapitalizm altında asla gerçekleşmedi. Evet, kapitalizmde birçok konuda sadece yasal ve kağıt üzerinde değil, fiili-toplumsal hak eşitliği de sağlanıyor. Kadının eğitim görmesine, sokakta dolaşmasına, evlenip boşanmasına, kiminle birlikte yaşadığına kimse burnunu sokmuyor. Ama kapitalizm işbölümünü dinamitlemek şöyle dursun onu kendisi için en ehven biçimiyle sürdürmekten başka bir şey yapmıyor. Mesleki yelpazeyi genişletse bile kadınlar yine vasılı kafa emekçisi olarak daha azlar. Mesleklerinde çok daha zor ve zahmetle yükselebiliyor, “Çocuk da yaparım kariyer de” dediklerinde karşılarında kapitalizmin yazısız anayasasını buluyorlar -biz emekçi kadınlar için ne farkeder tabii ama, patronların bile çok azı kadın!-. Kadına yazılı duygusal emek, iletişim becerileri, kapitalizmin “müşteri memnuniyeti”ni sağlamaya dönük yapıştırma gülücüklerde, üç kuruşa hasta, yaşlı, çocuk bakımındaartı-değer yaratma vasfı kazanıyor. Kadın istihdamı eğitim, kreş, ev işlerinde makinelerin kullanımı gibi olanaklarla ne kadar artarsa artsın, esnek, yarı zamanlı çalışmaya dayalı -bu durumda 3 çocuk kuralına da uyulması mümkün oluyor-. En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadınlar yüzde 60 oranında ve bu esnek çalışma koşulları altında istihdam ediliyor. Erkeklerden yüzde 30'u bulan oranlarda daha düşük ücret alıyorlar. Ne şiddetten, ne taciz ve tecavüzden kurtulabiliyorlar. Aileyi bir arada tutan ekonomik, sosyal bağların çözülmesiyle birlikte “ıssız adamlar”, “ıssız kadınlar”la “tamlanıyor”. Artan sayıda kadının ücretli işçiolarak sömürülmesiyle birlikte kapitalizmin kadın emekçinin en temel kazanımlarını bile nasıl yıkıma uğrattığı ortaya çıkıyor. Kapitalizmin şimdiden aralarında tekstil, konfeksiyon, ev emekçilerinin, çoğu Kürt olan mevsimlik tarım işçilerinin, kadın mühendislerin, öğretmenlerin… bulunduğu onlarca kurbanı var! Buzun kırıldığı bu yerde mücadele çiçekleri açıyor. Sınıf bilinçli emekçi kadınlar, güvencesiz, düşük ücretli köleler olmayı reddederken aynı zamanda yeni bir toplumun tarihinin ilk sayfalarını yazıyorlar.
ONLAR PATRONLARIN KAR HIRSI YÜZÜNDEN ÖLDÜLER! 
İster mühendis olalım ister tekstilde işçi ister öğrenci kadın olduğumuz için sistem bizi ucuz işgücü olarak görmeye ve sömürmeye devam ediyor. Bunun için katletmeyi bile göze alacak şekilde canileşiyor. Kapitalizm kadını böyle "özgürleştiriyor". Bir an için gözlerimizi kapatalım ve gözlerimizin önüne;
- Kadınların ucuz işgücü olarak görülmediği,
- Kadın-erkek sömürüsü olmadan çalıştığımız, ürettiğimiz ve ürettiğimizin bizim olduğu,
- Herşeyinde söz sahibi olduğumuz ve bizim yönettiğimiz,
- Patronların ve onların kar hırsının olmadığı,
- Patronlar ve dolayısıyla onların sistemi de olmayınca onların "kaza" dediği cinayetlere kurban gitmediğimiz bir dünya getirelim. Böyle bir dünyada yaşayabilmek bizim elimizde. Bugünden örgütlenerek, birleşerek kadın-erkek tek düşmanımız kapitalizme karşı mücadele ederek kendi dünyamızı yaratalım! Bu sistemin bize reva gördüğü ölümleri reddedelim! Onun bize verdiği tek şey ölüm ise biz de onu yıkarak hesabını soralım ondan! 8 Mart’ta alanları dolduralım. Ölümlerin hesabını alanlarda soralım!

            KAPİTALİZM KADINLARI “NAMUS CİNAYETLERİ” İLE DE KATLEDİYOR
Kapitalizm, kadınları sadece kapalı kasa araçlarda, fabrika yangınlarında, patlamalarda öldürmüyor,  “namus” cinayetleri ile de katlediyor. 2011 yılının ilk bir iki ayında 30'a yakın kadın kocası ya da sevgilisi tarafından öldürüldü. 2002 yılından bugüne kadar kadın cinayetleri yüzde 1400 arttı.
Kadın cinayetleri her yeni cinayetle birlikte yeniden gündeme geldiğinde yapılan açıklamalarla şiddetin nedeni eğitimsizlik, cezaların yetersizliği, düşük gelir düzeyi olarak gösteriliyor. Bu açıklamalar kadına karşı şiddetin esas nedeni olan kadın ve erkek arasındaki işbölümünün üstünün örtülmesinden başka bir işe yaramıyor. İstatistikler ise bu açıklamaları yalanlar netlikte:
Türkiye'de kadınların yüzde 42'si şiddete maruz kalıyor. Şiddete maruz kalan kadınların yüzde 55.8  ilköğretimi tamamlayamamış kadınlar. Yüksek gelire ya da  yüksek eğitim düzeyine sahip olmak da kadını şiddetten koruyamıyor. Yüksek eğitim düzeyinde ise bu oran yüzde 27.2. Şiddetin kadına yönelmesininin  nedeni olan kapitalist işbölümü aynı zamanda kadının maruz kaldığı şiddeti sessizce kabullenmesininin de nedeni oluyor.
Maruz kaldığı şiddete sessizce boyun eğen kadınların oranı yüzde 48.5. Düşük eğitim düzeyinde bu oran yüzde 54.1 iken, yüksek eğitim düzeyinde yüzde 37.5. Kadına yönelik şiddet ne eğitim ile ne kadın sığınakları ile; ne de yasalarda yapılan ve cezaları artıran değişiklikler ile son bulabilir.
Kadına yönelik şiddeti ortadan kaldıracak olan biz kadın ve erkek işçiler olacağız. Kapitalizme ve üzerimizdeki tahakküme karşı; kadın ve erkek arasındaki işbölümünün son bulduğu, kadın-erkek ilişkilerinin dolayımsızca kurulduğu bir toplum için mücadele ederek.
HAYDİ KADINLAR SÖMÜRÜLMEYE!
Televizyonlarda her akşam türban tartışması var. Her tartışmada, türbanın kadının İslam dinine göre yaşama tercih ve özgürlüğünün ifadesi olduğunu bir kez daha  “öğreniyoruz”. “Türban, devlet vesayetine son”muş! Devletin artık vesayet etmeyeceği kim peki?  Yüzde 50’sinden fazlası asgari ücretle, sigortasız, güvencesiz çalışan işçi sınıfı? Bırakalım mesleğini yapmayı, herhangi bir işte çalışabilme ihtimaline bile sevdalı genç, diplomalı işsizler, eğitim emekçileri... Yaz kış ürüne göre oradan oraya, üstelik de ırkçı faşist baskılarla karşılaşarak seyrüsefer halindeki Kürt tarım proleterleri? En küçük sendikal talep için dahi işten çıkarılan mücadeleci işçiler? Burjuva devletin Orta Vadeli Program‘ında “esnek çalışma”ya tabi tutulacak derken türbanlısını türbansızını ayırmadığı kadın işçiler? Daha ölüsü bile bulunamayan madenciler? Hayır, çayıra salınan  “cumhur”, bu değil. Önceki dönemin dar  TÜSİAD  temelini genişleten, bağımlı tekelci burjuvazinin yeni bileşimi. Erdoğan, özgürlük derken, tekelci burjuva sınıf egemenliğinin daha geniş bir zemine oturmasını kastediyor. Bastırılan tüm kesimlerin sınıfsal-toplumsal olan hariç sisteme içerilme özgürlüğü! Ulusal sorunun, kadın sorununun, mezhepler sorununun… sermaye için ehven burjuva liberal çözümü! ‘Ekmeklen ye, türbanla çık…’ Dinler, kölenin kölesi kadına örtünmeyi emretti. İslamiyet, ergenliğe ulaşan -bu, sıcak ülkelerde 9 yaşa bile düşebilir- kadına örtün, ziynetlerini gizle, dedi. Kapitalizm, ülkemizde kadın özgürlüğünün en temel unsurlarını onyıllarca ondan sakındı. Dine, geleneklere yaslanarak kadını erkeğin ve ailenin hizmetine koştu! Bugünün kadın özgürlüğü diye çığrışan burjuvaları, kadının her yönlü esaretinin üzerine yan gelip yatmışlardı… Neoliberal kapitalizm  kadın ve çocukların, erkeğin sosyal güvencesine dayalı korunmasına her tür güvenceyi yok ederek son verdi. Herkesin çıplak, güvencesiz işgücü olması kuralı, artan yoksullaşma, göçler ve kırın çözülmesi, kadının ev yükü ile birlikte sermayeye gitgide daha fazla koşulmasını getirdi. Ülkemizdeki biçimlenişiyle neoliberal kapitalizm, kadına hem ev emekçisi, hem vasılı/vasıfsız ama güvencesiz işgücü, hem tüketici, hem ev doktoru, hem ayakkabı boyacısı… profilini verirken ona sokağa çıkış kapısını da açtı. Mahallesinin dışına çıkmamış, bir gece bile ev dışında kalmamış kadına hayatı gösterdi. Fakat bir koşulla: Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüne, aile kurumuna, hele ki ev hizmetçisi konumuna halel gelmeyecekti. ‘Zeytini ekmeklen ye, sokağa türbanla çık…‘ Türban “özgürlüğü”, işte bunun “özgürlüğü”. Türbanlı burjuva kadınlar, daha “görünür” oldu; makam otolarına, ciplere, lüks restoranlara, “İslami yaşayışa uygun alternatif tatil köyleri”ne kuruldu… İşçi, emekçi, eğitim görmek isteyen milyonlarca kadına ise yol türbanla gösterilmek isteniyor.“Teferruat” mı?! Kadının toplumun her alanında türbanlı olmak koşuluyla var olmasının “özgürlük” diye savunulmasını elbette ki kabul etmeyeceğiz. Türbanın içinde hem erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün hem de burjuva sınıfsal-siyasal-toplumsal bir boyunduruğun saklı olduğunu bileceğiz.  Kadının özgürleşmesi, işçi sınıfının kurtuluşuyla aynı mücadele potasında, sınıfa karşı sınıf savaşında yatıyor. Bu yangını bezlere büründürüp söndürmenize, yeni kadın kuşaklarını zehirlemenize izin vermeyeceğiz diyeceğiz. Dini, mezhebi vb yüzünden kimseye baskı yapılmamasını savunurken, “özgürlük” adına “Haydi başörtülü kızlar okula” sloganlarının peşine de düşmeyeceğiz! Fakat işçilere tek düşman olarak AKP hükümetini gösterip burjuva sınıf egemenliğini gizlemeyi kendisine görev bilenleri unutmayalım! Başını TKP‘nin çektiği bu kesimler, dinin yaşamda daha fazla yer bulmaması adı altında -en son yan çizip kıvırtan CHP‘den sonra- kaderimizi ordunun, Yargıtay Başsavcısı’nın vb gürlemelerine bağlamamızı istiyorlar. Dinin toplumsal-sınıfsal temellerini kurutmak için hiçbir şey yapmadan, polisiye ve askeri tedbirlerle onu -hem de büyük bir sahtekarlıkla- geriletmeye çalışmanın tam da yangına benzin dökmek anlamına geldiğini gizliyor; sınıf işbirliğinin en kirlisine, darbecilerle kucaklaşmaya girişiyorlar. Sınıf mücadelesine en uzak olanların türban yasağına en sevdalı olmalarının sebebi bu… Kadınlar ve işçi sınıfı, türban tartışmasında tıpkı liberal “özgürlük” savunucuları gibi bunların da burjuva karakterini bir kez daha bir görmek, kendi özgürlük ve kurtuluşunun yolunu sınıf dışı tuzaklara düşmeden çizmek zorunda!
KADINA KARŞI ŞİDDET “AYIBINIZ” DEĞİL GERÇEKLİĞİNİZ!
                                                                                                                                                                                               
       Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Mirabal kardeşler eşlerini  cezaevinde ziyaret ettikten sonra vahşice dövülüp tecavüz edilerek öldürüldüler. Kaza gibi gösterilmek istenen katliama karşı yapılan gösteriler, Trujillo diktatörlüğünün bir yıla kalmadan yıkılmasını sağladı. Faşist rejimler altında yaşayan Latin Amerika’nın mücadeleci kadınları Mirabal kardeşleri unutmadılar. 1981’de 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan ettiler. 1999’da Birleşmiş Milletler’in kararı benimsemesiyle, 25 Kasım, kadınlara yönelik şiddetin ve ona karşı mücadelenin hem dünya çapında hem de her ülkenin kendi somut gerçekliğiyle gündemleştiği bir gün oldu. Şiddetle burun buruna hayatlar! Kadına yönelik fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet, kadının erkeğe köleliğinin en vahşi, ama en “sıradan” görülen hali. Her üç kadından birinin şiddet gördüğü ortalaması dünyanın hemen her yanında tutturulurken kadına yönelik şiddetle mücadele etmenin gündem kabul edilmesi bile binlerce yılı buldu. Bundan büyük ikiyüzlülük olabilir mi? Neden olmasın ki! Alın işte: Devlet, tecavüzü ve tecavüz tehdidini kadın tutsaklara karşı silah olarak kullanır. Asiye Güzel Zeybek davasında kanıtlarıyla yüzüne vurulduğunda ise avukat Eren Keskin’e yapıldığı gibi polisin yanıtı hazırdır: ‘Bunlar sizin erotik fantezileriniz’! Her savaş, Ruanda’da, Bosna’da… olduğu gibi yüzbinlerce kadının tecavüze uğraması demektir. Bedenlerinin, ruhlarının, hem de sadece savaşan ordular, şoven milliyetçilikle gözü dönmüş çeteler tarafından değil, Birleşmiş Milletler “Barış Gücü” askerleri tarafından da yağmalanması demektir. O da yetmez; savaşın, krizlerin yarattığı yıkım, kadınların derin bir yoksunlaşmaya düşürülmesine, kitleler halinde alınıp satılmasına yol açar. Yüzbinlerce kadın, yurdundan binlerce kilometre uzakta beyaz kadın tüccarlarının eline düşer. En “iyi” durumda pasaportuna el konulup, çocuk, hasta ve yaşlı bakım işlerinde her türlü istismara açık, üç kuruşa çalışmak zorunda kalır. Siirt’inden Sincan’ına küçücük kız çocuklarına öğretmeninden devlet memuruna, subayından esnafına tecavüz edilir. Bu, kasabanın herkesin bildiği sırrı olur; yıllarca saklanır! 17 aylık bebeğe işkence yapılıp tecavüz edilerek bütün hayatı travmaya dönüştürülür; iki senede unutulur! 80 yaşındaki gerici sapık Hüseyin Üzmez, 22 yaşında bir kadını ev ve araba karşılığı satın alır; 14 yaşında bir kız çocuğuna defalarca tacizde bulunur; ceza alması için ortalığın yıkılması gerekir! 17 yaşındaki Mü-nevver Karabulut, dejenere psikopat  bir burjuva iti tarafından doğranır; Garipoğlu çetesinin aile boyu karıştığı olayın davası bitmek bilmez! Televizyonlarda kadına yönelik şiddeti sadece ve sadece karikatürize “İtilmiş’le Kakılmış” karakterleriyle yoksul emekçi ailesine, işsiz alkolik kocalara, Kürt aile yapısına, “geri kalmış ülkelere” vb. vb. atfedenler, afedersiniz ama, haltetmişlerdir! Kadına yönelik şiddet, en ileri kapitalist ülkeler dahil olmak üzere bütün dünyada kadının ortak gerçeğidir. Avrupa Konseyi’nin 2002 raporuna göre 16-44 yaş arası kadınların en sık ölüm ve sakat kalma nedeni şiddettir. Dünyanın her yanında kadınlar bir yıl içinde en az 6 şiddet girişimine maruz kalırken, şiddete uğrama oranı yüzde 17-75 arasında gezinir. Eğitimli olmak, eğitimli biriyle evli bulunmak, nispeten yüksek gelire sahip olmak da kadını kurtarmaz: Yüksek öğrenim görmüş her 6 erkekten biri eşine şiddet uygularken, hanehalkı geliri 2 bin 500 TL’nin üzerinde olan her 4 evden biri de kadına şiddet mekanıdır. Kadın genellikle susar; çünkü ya umursanmayacak, inanılmayacak, hatta başına gelenlerden ötürü kendisi suçlanacaktır -çoğu durumda kadın da kendisini suçlar. “Kutsal” aile kurumu darbe alacak; zaten sınırlı toplumsal çevresi dağılacak, örümcekli gözlerle tecrit edilecektir. İşten atılmasa bile kendisi çıkmak zorunda kalacaktır… Kadına yönelik şiddetin binlerce yıllık derinliği, erkek için meşru, kadın için kabullenilmiş çaresizlik ve hayatın bir parçası olması, kadın ve erkek arasındaki aynı binlerce yıllık işbölümünden kaynağını alır. Kadının ve erkeğin bu işbölümü üzerinden şekillenen kodları, kadının kölelik ve edilgenliği, erkeğin ise tahakküm  ve iktidar gücünü sürekli yeniden üretmesine yol açar. Şiddet, bunun en yaygın, yaygın olduğu kadar kökleri derinde yatan ve başka bir cinsi ezen bir cinsin özgür olamayacağını, düşkünlük ve çürümüşlüğe mahkum olduğunu gösteren biçimlerinden biridir. Kadın cinsinin erkek tahakkümünden kurtulması ve iki cins arasındaki ilişkilerin kağıt üzerindeki eşitlikten çıkması, bu tahakkümün sadece yaşamları karartan sonuçlarına değil derindeki kökenlerine karşı da mücadele edilmesi, cinsler arası işbölümünün ortadan kaldırılması için sosyalizm ve sınıfsız toplum mücadelesinin ezilen cins talepleri ve mücadelesiyle harlanması gerekiyor. Proletarya, salarını, kadınların kurtuluşu yönünde atılacak en küçük adımı bile küçümsemeksizin, bunun büyük bir emek ve ısrar gerektirdiğinin bilinciyle donatmalı; kavgayı insanlığın yarısının büyüyen yangını ve başkaldırısıyla büyütmelidir. Sınılı toplumun “ayıbı” değil onun her gün yeniden ürettiği gerçekliği olan kadın üzerindeki cinsel sınıfsal baskı ve sömürü ile mücadele, neoliberal “sosyal içerme” politikalarına terkedilemez.
       Bundan en fazla on yıl önce 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nden pek az kimsenin haberi vardı. Hele emekçi kadınların hemen hiç! Oysa o gün, 25 Kasım 1960'ta Dominik Cumhuriyeti faşist diktatörlüğü tarafından tecavüz edilerek katledilen Mirabel kardeşlerin katledildiği gündü. Tam 39 yıl sonra Birleşmiş Milletler 25 Kasım'ı "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü" olarak kabul etmişti. Kadınların şiddete karşı bir kazanımı, binlerce yıllık insanlık tarihinde ancak vahşi bir katliamın ardından elde edilebilmişti. Elbette ki yine sınılı toplumların hiç değişmeyen bir gerçekliği olarak kadınlara yönelik şiddet, her biçimiyle uygulanmaya devam etti. Kağıdın mürekkebi kurudu, kadınların kanı kurumadı. Bu yazısız yasa, Türkiye'de de geçerliliğini sürdürdü. Cinsel, fiziksel, duygusal şiddet, kadınların yaşamından bir an bile eksilmedi. Dahası bu hep gizli kaldı. Kadınların yaşamını kabusa çeviren aile içi şiddet için "kutsal aile"ye sarılındı. "Karı koca arasına girilmez"di! Sırt sırta emekçi evlerinden yükselen kadın çığlıklarını kadınlar bile duymazlıktan, yüzü gözü şişmiş komşularını, akrabalarını, hatta kendi evlatlarını görmezlikten geldiler. "Kutsal aile" korunmalıydı! Gözaltında taciz ve tecavüz, devrimci kadınlara yönelik silahlardan biriydi hep. Savaşlarda kadınlara ganimet gözüyle bakıldı. Bosna'da 50 bin kadın toplu tecavüzlerden geçirildi. Cinsel şiddet, 3. sayfa haberi sayıldı. Tek tek kişiler arası bir sorun olarak görüldü. Şöyle bir okundu, geçildi. Yasalar ve toplumsal kurallar tecavüze uğrayanı değil tecavüz edeni koruduğundan, kadına karşı şiddet toplumsal bir suç olarak görülmediğinden, kadınlar uğradıkları saldırıyı şikayet etmekten hep kaçındılar. 12-13 yaşında çocuklara tecavüz edilen insafsız şehirler, bu alçakça sırrı yıllarca sakladılar.Sınılı toplumun kahrolası dili de kadını ezdi, saldırının bir aracı oldu. Dünyanın bütün dillerinde küfürler kadın cinselliği üzerinden edildi. Bir başarı elde ettiğinde bu "kadın olmasına rağmen"di. Hata yaptığında ise "kadın olduğu"na vurgu yapıldı! Bu gerçeklik değişti mi? Hayır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile kadına karşı şiddet hükmünü yürütmeye devam ediyor. Yasaların detaylandırılması, cezaların ağırlaştırılması bu durumu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Peki değişen hiçbir şey yok mu? Var! Kadına karşı şiddet, cinsel-sınıfsal baskı ve sömürü, yok sayma ve edilgenleştirme, artık toplumsal bir suç olarak görülmeye başlandı. Binlerce yıldır ev hizmetine koşulmuş iken kapitalizmle birlikte üretime katılan, sınıf mücadelesi ile yüz yüze gelen emekçi kadınlar sorgulamaya, başkaldırmaya ve koşullarını değiştirmeye başladılar. Cin şişeden bir daha girmemek üzere çıktı. Şimdi Türkiye'de de yaşanan budur. Kadınla erkek arasındaki: Kadının kimi yasal hak ve kazanımlarına karşın bunları kullanamayacak derecede edilgen yetiştirildiği, eğitimden yoksun bırakıldığı, yüzünü bile görmediği, tanımadığı biriyle evlendirildiği ve hiçbir güvencesi olmadığı için ömür boyu buna mahkum kaldığı, çocuk yapmakla yükümlü olduğu, dünyadan bihaber ev yükünü sırtladığı, sokağa izinle ve merasimle çıktığı… zamanlar geride kalıyor. Kapitalizm, kadınların özgürlüğüne kapıyı açarken, emekçi kadının şahsında kendi mezarını derinleştiriyor. Bugün Türkiye'de kadınların ancak dörtte biri çalışıyor. Gitgide daha fazlasına da esnek, yarı zamanlı, güvencesiz işlerin "kapısı" açılıyor. Kapitalizm ve onun ayakta tuttuğu erkek egemenliği yerli yerinde dururken, kadınların kuzu sessizliği üzerine kurulu eski sıcak aile yuvası çatırdıyor. Emekçi kadınlar sınıf mücadelesinin, erkek egemenliğine karşı mücadelenin tozunu yutmaya başlıyorlar. Ölüyorlar, hayır, öldürülüyorlar. Bir avuç özgürlük için öldürülüyorlar. Ama "rakamlara" dönüşmüyorlar! Arkalarında cinsel-sınıfsal baskı ve sömürüye karşı, şiddete karşı ökeyi çığ gibi büyütüyorlar. Artık şiddetin ve ezilmenin her türüne karşı bu kadar savunmasız, edilgen ve sessiz olmamak gerektiğini göstererek. Tekelci burjuvazi kadınların özgürlüğünü tanıdığını söylüyor. Onlar için projeler üretiyor. Bu projelerin hiçbirinde emekçi kadınların kurtuluşu yok. "Kararınca özgürlük" var. Onlar bilmiyorlar ki özgürlüğün "fazlası" diye bir şey yoktur.  İşçi sınıfı, emekçi kadınlar, ancak kadın ve erkeğin eşit olduğu yeni bir yaşamı kurarak ve onun uğ-runda savaşarak özgür olabilirler, kazanımlarına yenilerini ekleyebilirler. Ancak kadınların her özgürlük adımının arkasında durarak ve bu yolda kendileriyle de savaşarak erkekler, erkek işçiler özgür olabilirler. Toplum, ancak kendi yarısını yokluğa ve azaba mahkum etmeye son vererek barbarlıktan çıkabilir. Özgürlük dünyasına yürüyebilir. İşte emekçi kadının uğruna savaşacağı o dünya, komünizmdir.
       KADINA KALKAN ELLER KIRILMADIKÇA!
       Sözleşmeler ve yasalar şiddeti önleyemez! Kadınlara seçme seçilme hakkını ilk veren ülkelerden olmasıyla övünen Türkiye "Ailenin Korunması Hakkında Kanun" yürürlüğe soktu ve "Avrupa Konseyi Kadına Karşı ve Ev İçi Şiddetle Mücadele ve Bunun Önlenmesi Sözleşmesi"ni imzalayan 13. ülke oldu. Peki bunların sonucunda şiddet azaldı mı? Tabii ki hayır. Sadece evdeki şiddet sokağa taştı ve polis, savcı ve hatta sığınma evlerindeki görevliler huzurunda uygulanmaya başladı. "Eğitim şart kardeşim" Bunun yetersizliğini sadece kadına şiddet uygulayanların eğitim, dinsel, ulusal, yaş vs. çeşitliğine bakarak bile söyleyebiliriz. 2009 yılındaki bir araştırmanın sonucuna göre kadınların yüzde 42'si hayatlarının bir aşamasında eşlerinden ya da partnerlerinden bir şekilde şiddet görürken, kırsal alanda bu oranyüzde 47. Şiddete uğrayanlar ve uygulayanlar arasında ciddi oranda üniversite mezunlarının da olması ise düzenin bizlere reva gördüğü eğitim sisteminin de şiddeti engelleyemeyeceğinin göstergesi aslında. O zaman üstteki cümleyi şöyle değiştirelim. "Eğitim şart; ama kimin tarafından ve nerede verilecek?" "Devlet kadınları artık koruyor" mu? Her ne kadar mevcut yasalar kadınları şiddetten korumaya yönelik olsa da uygulamanın hiç öyle olmadığı aşikar. Raporda da sıkça bahsedildiği gibi, şiddete uğrayan kadınlarla karakolda dalga geçilmesi, korunma çıkaracak savcıların ve hakimlerin işlerini yapmaması, koruma kararı çıkarma işleminin çok yavaş olduğu ve hatta kadınların zaten zar zor gittikleri sığınma evlerinde kocalarıyla barıştırılmaya çalışılması gibi uygulamalar, yasaların ve devletin kadınlara yaklaşımın gerçek resmini vermektedir. Şiddet sadece fiziksel ve cinsel değil… Erkeğin kadını küçümsemesi, dalga geçmesi ve hatta aşağılaması, kapitalist sistemden kendisine gelen baskıların nedenini değilse bile sonucunu kadına yaşatması, yemeği beğenmemesi ve dökmesi, eşyaları kırması, sabahtan akşama ev işçiliği yapan kadının emeğine saygı göstermemesi gibi duygusal şiddet türlerine karşı kapitalizmin topyekun "savaşa tutuşması" imkansızdır! Kadına yönelik diğer bir şiddet ise ekonomik temellidir. ‘Çalışmasına izin vermemek, para (harçlık) vermemek, ekonomik konulardan kadına bahsetmemek, kadın çalışıyor ya da herhangi bir geliri varsa parasını elinden almak' şeklindeki Türkiye toplumunda hala yaygın olan ekonomik temelli şiddet olayları ise diğer şiddet olaylarıyla karşılaştırılınca çoğu kadında herhangi bir rahatsızlık yaratmadan doğal karşılanmaktadır.Ülkemizde kadına karşı şiddetin kaynağı geleneksel ataerkil aile yapısı ve kapitalist yaşam tarzıdır. Geleneksel ataerkil aile yapısında yetişmiş kadının, ebeveynlerinden
de görmeye alışkın olduğu şiddeti doğal karşılaması ve temel hak ve özgürlüklerinden haberdar olmaması, kadın hakları için mücadelenin önündeki en büyük engeldir. 15 yaşında okulla ilişiği kesilip evlendirilen, ayıp ve günah ortamında geleneksel ataerkil aile anlayışıyla büyümüş bir kadından evlendikten sonra gördüğü ilk şiddette mücadeleye atılmasını beklemek ne kadar zorsa, "Göster pipini amcana", "Erkek adam ağlamaz", "Sen erkeksin çok ayıp ama.." şeklinde büyütülen bir erkeğin de kolayca kadın mücadelesine destek vermesi bir o kadar zordur.AB'de durum çok mu farklı? Elbette ki kadının üretimde yer aldığı koşullar, onun üzerindeki ekonomik şiddet üzerinde belli bir etkide bulunur. Fakat özde durum değişmez. Kadınların yasal ve sosyal (doğum izni vb dahil) kazanımları bakımından en ileri durumda olduğu düşünülen kapitalist ülkelerden İsveç için şu veriler üzerinde durabiliriz. 2000 yılında yılda ortalama 21 bin kadın şiddete uğradığı için polise başvururken, bu rakam geçtiğimiz yıl 29 bin 100'e yükseldi. Yetkililer eleştirileri suskunlukla karşılarlarken İsveç'te her yıl 100 bini aşkın kadın şiddete maruz kalıyor ve üç hatada bir kadın yakınları tarafından uygulanan şiddet sonucu yaşamını yitiriyor. Bu veriler bile, kapitalizmin sınırları içerisinde kadına yönelik şiddetin bitirilemeyeceğinin bir işaretidir aslında. Mücadele rotamız Kadının kurtuluşu ve özgürlüğü için mücadelenin bir kısmı, elbette evde "patron" rolü üstlenmiş erkeklere karşı yapılacaktır. Fakat sorunun asıl kaynakları çürütülmeden tek başına erkeklere karşı örgütlenmenin de kalıcı bir çözüm getirmeyeceği açıktır. Herşeyden önce kadının şiddete uğramasının en önemli sebeplerinden olan, ekonomik bağımlılık sorunu çözülüp, kadın "ev tipi" cezaevinden kurtarılmalıdır. Fakat İsveç örneğinden de anlaşılacağı gibi kadının çalışması şiddet görmeyeceğinin garantisi değildir. Bu kapsamda, çalışan kadınlar için işyerlerinde kadına yönelik şiddete karşı caydırıcı önlemler alınmadan, çocuk bakımından yemek, bulaşık, temizlik vs.'ye ‘ev işçiliği' görevleri elinden alınmadan, ve en temelde "toplumun hücresi", kadının ise hapishanesi olan aile parçalanmadan, kadınla erkek arasında özgür birlikteliğin koşulları yaratılmadan kadının kurtuluşundan söz edilemez. Bununla birlikte, geleneksel ataerkil zihniyeti yıkmak için iradi bir çaba içerisinde olmadan, kadının metalaşmasının önüne geçilmeden de kadının kurtuluşundan bahsedilemez. Yine, çocuğun geleceğini, eşinin ya da kendisinin ne zaman işten atılacağını düşünmekten, kendisine ait bir yaşam alanı yaratamamış bir kadının, kendi için özgürlük ortamı yaratmadan kurtulabileceğini söylemek de en hafif deyimiyle salık olur. Yukarda bahsedilenlerin birçoğunu kapitalist sistem sınırlarında çözmemiz imkansız olsa da, bir taratan kapitalist sistemden alacabileceklerimizi söke söke alırken, diğer taratan onun mezar taşlarını dizmek şeklinde yol alacağız. Bir taratan mahallemize ve işyerimize kreş, mahallemize sığınma evi, evde çalışanlara ve işsizlere maaş, erkeğe bağlı olmayan sigorta, cinsiyetsiz bir hukuk sistemi ve eğitim hakkı talebimizi yükseltirken, diğer taratan kadın erkek tüm işçiler olarak işçi komite ve meclislerimizi kuracağız. Bir taratan erkeklerin her türden şiddetine karşı kadın haklarını savunurken diğer taratan tüm işçilerle birlikte komünist dünya için emeğimizi büyüteceğiz. İşte bizim rotamız bu olacak!
       YALNIZ ŞİDDET DEĞİL MÜCADELE DE VAR!
       2011 yılı yine kadınlar için cinayetler tacizler ve çocuk dahi tanımayan tecavüzlerle geçti. Resmi kayıtlara göre 257 kadın, 14 çocuk ve 2 bebek öldürüldü; 102 kadın ve 59 çocuğa tecavüz edildi; 167 kadın taciz edildi. 2010'da ise 217 kadın ve 3 çocuk öldürülmüştü. Kadına yönelik şiddet olayları en fazla Marmara bölgesinde ve İstanbul’da yaşandı. Adana, Antalya ve İzmir onu takip etti. Fakat 2011 yılı aynı zamanda kadına yönelik şiddete karşı mücadelelerle de geçti. Şiddetin zirvesi olan cinayetlerle ilgili açılan ceza davaları başta kadınlar olmak üzere geniş bir toplumsal destek kazandı. Kadınların başta “en yakınları” sayılanlar olmak üzere şiddete boyun eğmemeleri, şiddet gördükleri ve artık sevmedikleri kişilerle ilişkilerini sürdürmemeleri ve zincirlerinin bir halkasını koparmaları, yine kadınlardan başlayarak bir toplumsal kabul haline geldi. Bununla da kalmadı: Kadınlara yönelik -birçok durumda bir arada uygulanan- taciz ve mobbing artan biçimde mücadele konusu oldu. Devlet dairelerinde bu yönlü şikayetler yükselir ve ardarda davalar açılırken, sendikalarda da ezen cinsin suçlarını gizleyen “Kol kırılır yen içinde kalır” kuralı çiğnenmeye başladı. KESK ve Hava-İş’te beyaz yakalı kadın emekçiler, verdikleri sesle aynı zamanda sendikalardaki bürokratik yozlaşmanın da kapağını kaldırdılar. “Kasabanın sırrı” aylarca gizli tutulduktan sonra ortaya çıktı; KESK Olağanüstü Genel Kurula gitmek zorunda kaldı. “Kadının beyanının esas olduğu” ve hukuksal, ama daha önemlisi toplumsal yargılama sürecinin başlatılması için çıkış noktası olarak ele alınması gerekliliği, ezen cinsi koruyan barajları yıkmaya başladı; bu ilke Petrol-İş tüzüğüne girdi. Ne var ki, bu mücadelelerin bir gösterdiği de, kazanılan toplumsal mevzilere rağmen çok daha etkin ve kitlesel çabaların gerekliliği oldu. En fazla sınır çekilen cinayet, tecavüz ve çocuk istismarı olaylarında bile sonuç alınması, ancak son derece ısrarlı bir takip, gündemleştirme ve hesap sorma bilinci ile gerçekleşebildi. Kadınların şiddete karşı korunması ve şiddetin cezalandırılması yönlü kararların hemen tümünün arka planında, bu mücadelelerle birlikte, yine kadınların ödemeye devam ettiği bedeller yer alıyordu. Ayşe Paşalı davasında katile ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmesi, sadece Paşalı’nın değil daha onlarca kadının hunharca öldürülmesi pahasına elde edilebildi. Üstelik, ezen cinsin direnci, her koşulda varlığını sürdürdü. Tıpkı Hrant Dink davasında olduğu gibi, N.Ç. davasında da toplumun gözüne baka baka “N. Ç. suçludur” kararı verilebildi. Pek çok şiddet ve taciz olayında ezilen cinsin özgüven, moral ve yeni mevzileri elde etme iradesini olabildiğince törpülemek genel tutum olmaya devam etti. Elbette ki burada sorun “yasa/ilkeler ile uygulama” arasındaki çelişki değildi. Yasalar toplumsal ilişkilere göre daha geç ve ağır tarzda değişirken, bu, emekçi kadınlar için bir mücadele konusu olarak seyreder. Sorun, kadınlar için çizilen çerçevenin onu boğan zincirlerden tümüyle kurtuluş değil, “sürdürülebilir tutsaklık” olmasıdır. Kadınların kurtuluşu bir sosyal-sınıfsal devrimin hem ürünüdür hem de ancak onun yol açıcısı olarak gelişen kazanımlarla gerçekleşebilir. Hiçbir sömürü ve tahakküm ilişkisi, onun tadını çıkaranların sınıfsal-toplumsal-siyasal-cinsel konumu yıkılmadan ortadan kaldırılamaz. Kısmi reform ve kazanımların sınıf mücadelesinin ivmelendirilmesindeki önemini ancak her konuda olduğu gibi kadın sorununda da “kollarını kovuşturup o büyük günün gelmesini bekleyenler” gözardı edebilir. Fakat aile ve işbölümünü, rekabeti, maddi ve kültürel yoksunluğu yeniden yeniden üreten kapitalizm yıkılmadıkça kadının köleliği esasen emekçi kadında simgelenmiş olarak günümüzü ve geleceğimizi belirlemeye devam edecektir. Tekelci kapitalistler kadınların patlamak üzere olan kapağını muhafazakar olan ve olmayan versiyonlarıyla işte tam da neoliberalizmi etkinleştirerek açmaktadırlar. Geleneksel aile ve işbölümündeki esaslara asla dokunmayacak, dahası kadınların üzerindeki yükü ağırlaştıracak olan ince ayarlar bunun sonucudur. Bir yandan kadınların vasıfsız ve orta vasılı, ucuz, esnek emekgücü olarak mevzilendirken, bir yandan da bu ince ayarlarla toplumsal ilişkileri, cinsler arasındaki ilişkileri sürdürülebilir kılmakta, dahası neoliberal muhafazakar örtüsü ile sarmalamaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder