29 Haziran 2013 Cumartesi



EN BÜYÜK KAZANIM: TÜRK HALKI AYAKLANMAYIÖĞRENDİ

 İsyana katılma gerekçelerine dair ayaklanmacılar pek çok şeyden bahsediyordu.
Toplamına bakınca bu gerekçelerin aynı özün birbiriyle ilişkili farklı görünümleri olduğunu görürüz.
Hiçleştirme ve devlet baskısına karşı bir isyandır bu.
Bir başka deyişle; bu bir onur ve özgürlük ayaklanmasıdır.
Bir avuç çevreciye bir şafak vakti düzenlenen gaddarca baskın, dipte biriken öfkenin isyan şiddetinde patlamasını tetikledi ve kendiliğinden bir ayaklanma halini aldı.
Ayaklanmanın belirleyici sosyal gücünün halk gençliği olduğu görülüyor.
Diğer yandan ayaklanmayı tek merkezden koordine eden siyasal bir önderlikten söz edilemez.
Ayrıca ayaklanmanın rejimi ve düzeni doğrudan hedefleyen bir siyasal programdan yoksun olduğunu da belirtmek gerekir.
Ama bunlardan yola çıkarak ayaklanmanın ve ayaklanmacıların esasen apolitik olduğunu ileri sürmek çok yanlış olur.
Halkın isyan ederek devlet işlerine müdahalesi söz konusu.
 Bundan daha politik ne olabilir ki…
 Üstelik, bu, faşizme karşı bir özgürlük başkaldırısı olduğu için nesnel olarak devrimci içerik taşımaktadır.
Kaldı ki hükümetin gaddarca tutumu hareket içinde öznel devrimci bilincin hızla yeşermesine neden olmuştur.
BİRLEŞİK DEVRİMCİ DEMOKRATİK İRADE YARATILMALI
Bu ayaklanma, faşizme indirilmiş devrimci-demokratik bir darbedir ve Gezi Parkı muhtemelen AKP’nin mezarı olacaktır.
Kuşkusuz bu hemen olmayacak ama AKP’nin sonunun başlangıcı olarak anılacak, Gezi.
Biliniyor, 12 Eylül darbesi ile askeri faşist diktatörlük kuruldu.
Sonraki yıllarda rejim, yarı askeri faşist diktatörlük biçiminde kurumsallaştı.
Kürt ulusal ayaklanması rejimi giderek derinleşen bir krize sürükledi.
Keza aynı dönemde, emperyalizmle yeni tipte entegrasyonunun bir gereği olarak devletin yeniden yapılandırılması, sermaye oligarşisinin başlıca politik stratejilerinden biri haline gelmişti.
Fakat devleti yönetme ayrıcalığından vazgeçme niyetinde olmayan yönetici askeri zümre rejim krizinin giderek içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oluyordu.
Bu engel kaldırılmalıydı.
Buna direnen darbeci faşist askeri zümre bir biçimde tasfiye edildi ya da etkisizleştirildi.
Bu dönemde “askeri vesayete karşı sivillerin egemenliği” başlıca demokrasi şiarı olarak benimsetildi.
“Sivillerin-seçilmişlerin egemenliği”, bir başka deyişle MGK’da hükümetin siyaseten belirleyici konuma yükselmesi, bilhassa son AKP Hükümeti sürecinde bir gerçeklik haline geldi.
Ama bu, ne rejimin karakterinin değişmesi ne de rejim krizinin aşılması anlamına geliyordu.
Kuşkusuz yükseltilen antifaşist mücadelenin sonucu demokratik hak ve özgürlükler alanında kısmi ilerlemeler sağlanmıştı, ama bu ilerlemeler rejimin karakterini değiştirecek düzeyde olmaktan uzaktı.
Rejimi krize sokan; uzun yıllara yayılan ve bir türlü bastırılamayan Kürt ayaklanmasıydı.
Bu ayaklanma kitleselleşerek ve şiddetlenerek devam ediyordu.
Ayaklanmayı askeri metotlarla bastırma siyaseti iflas etmişti.
 İnkar ve imha politikası ile daha fazla yürünemezdi.
AKP ırkçılığın yerine politik İslamı geçirerek ve kısmi demokratik adımlarla rejim krizini aşmayı denedi.
Fakat ne Kürt sorunu, ne Alevi sorunu, ne de politik özgürlüğe dair birikmiş diğer sorunlar, politik İslam şemsiyesi altında yeniden yapılandırılmış gerici faşizan bir burjuva diktatörlük rejimi ile aşılamazdı.
Nihayet Kürt ulusal hareketi ile devlet arasında başlatılan son müzakere süreci bu açmazın ifadesiydi.
Kürt hareketi, faşist rejimi burjuva demokrasisi yönünde dönüşüme zorluyor, AKP ise Kürtleri sisteme entegre etmeye hizmet eden ama rejimin karakterini kökten-niteliksel dönüşüme uğratmayacak demokratikleşme adımlarıyla kendini sınırlı tutmaya çalışıyordu.
Gezi ayaklanması ile birlikte sürece yeni bir unsur katıldı.
Ayaklanmanın ana gövdesini oluşturan halk gençliğinin isyan ederek yükselttiği özgürlük talebinin önünde AKP’nin uzun süre durma şansı yok.
Kürtlerin, Alevilerin ve Türkiye halk gençliğinin birleşik mücadelesi faşist rejimi de, AKP’yi de derinden sarsacaktır.
Bu sarsıntının bir devrime dönüşüp dönüşmeyeceği kestirilemez elbette.
Ama Türkiye halklarının tüm ilerici kuvvetlerinin birleşik devrimci demokratik iradesinin yaratılmasının devrim şafağını yakınlaştıracağı kesindir.
Türk halkının en büyük ‘hassasiyeti’lerinden biri: Özgürlük
Halk ayaklanması, yürütülmekte olan müzakere sürecini kesinlikle olumlu etkileyecektir.
Hükümet aksi bir yola girerse, bu onun sonunu çabuklaştırır.
Zira, müzakere AKP ile değil tam da Başbakan’ın belirttiği gibi devletle yürütülmektedir ve sermaye oligarşisinin stratejik yönelimidir.
Rejim krizinin devrimci bir krize yol açmadan aşılmasına hizmet edeceği düşünülmektedir.
Halk ayaklanması rejim krizinin devrimci bir krize yol açma potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu gösterdi.
Ayrıca söz konusu edilen “olumluluk” hükümetin tutumuyla ilgili değildir.
 Devletin Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini ve genel olarak demokratik talepleri sınırlamak için durmadan masaya sürdüğü “Türk halkının hassasiyetleri” kartı, ayaklanmayla birlikte önemli ölçüde işlevsizleşmiştir.
Ayaklanma, Türk halkının en büyük “hassasiyet”lerinden birinin özgürlük olduğunu açığa çıkardı.
Kuşkusuz ürküntüye kapılan hükümet ve sermaye oligarşisinin ayaklanma içindeki devrimci bölüklere karşı sert saldırılara girişmesi sürpriz olmayacaktır.
Ama bu sürecin ana doğrultusunu değiştirmez.
Kürt siyasetinin ayaklanmaya ilgisiz tutumu çok önemli bir hata olmuştur.
Ama bu, telafisi mümkün olmayan bir hata değil.
Şimdiye kadar Türk halkımıza şöyle sesleniyorduk: Kürt sorunu eşit haklar temelinde çözülmeden siz özgürleşemezsiniz.
Şimdi Kürt halkımızın şunu bilmesi gerekir: Türk halkının politik özgürlük talebini sahiplenmeden elde ettiğin ve edeceğin sınırlı ulusal demokratik hakları bile koruyamayabilirsin.
Elbette, AKP Hükümetinin müzakere edilen demokratikleşme adımlarını yavaşlatması ve çerçevesini daraltması ihtimal dahilindedir.
 Ne ki, bu ihtimal hep vardı zaten.
SİYASAL UYANIŞ REJİMİN ÇERÇEVESİNİ AŞTI
Kapitalizm varoluş krizinde. Bir başka deyişle ekonomik, politik, ideolojik bir genel bunalıma saplanmış durumda.
Giderek daha da büyüyen muazzam bir eşitsizlik var.
Bir yanda küçük bir azınlığın elinde olağanüstü bir düzeye ulaşmış olan birikmiş servet, diğer yanda yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşen, yoksullaşan, işsizleşen yığınlar.
Orta sınıf olarak tarif edilen küçük burjuvazinin ya da küçük burjuva yaşam tarzının çökmesini ekleyin buna.
Bunlar, dünyanın her yanında emek-sermaye çelişkisinin keskinleşmesine ve çözülme karakterinin daha belirgin biçimde ortaya çıkmasına neden oluyor.
Bu çelişkinin en büyük gerilimini kadınlar ve halk gençliği yaşıyor.
Küçük bir azınlığı bir kenara bırakırsak, yüksekokul diploması almak görece yüksek ücretli bir iş bulma ya da sınıf atlama aracı olmaktan çıktı.
Dahası diplomalı olmak, herhangi bir iş bulmanın bile garantisi değil artık.
İş bulan da düşük ücrete razı olmak zorunda.
Düşünün ki, 25 yaş altı gençler arasında işsizlik oranı Yunanistan’da yüzde 60′a, İspanya’da yüzde 56′ya dayanmış durumda.
İsveç gibi yaşam kalitesi sıralamasında en üst basamaklarda yer alan bir ülkede bile bu oran yüzde 25 civarında.
ABD’de 20-24 yaş arasındaki üniversite mezunlarının yüzde 12′si işsiz.
Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de durum farklı değil.
Emek-sermaye çelişkisinin derinleşmesi ölçüsünde dünyanın tüm ülkelerinde devlet-halk çelişkisi de keskinleşiyor.
Ekonomik ve sosyal haklar vererek sınıf çelişkilerini yumuşatmayan burjuvazinin devlet şiddetine daha sıklıkla ve yoğunlukla başvurması kaçınılmaz.
Bu çelişkinin de yine en büyük gerilimini kadınlar ve gençlik yaşıyor.
Ekonomik ve sosyal hiçleştirmeyi en çok onlar hissediyor.
Haliyle, en çok ve en gür onların sesi çıkıyor ve devletin saldırısına en çok onlar maruz kalıyor.
Bu bir kopuş kuşağı.
Bu belirleyici iki çelişki, dünyanın her yanında büyük çoğunluğunu kadınların ve gençliğin oluşturduğu halk isyanları ve büyük kitlesel eylemlerin ekonomik toplumsal zeminini meydana getiriyor.
 Kuşkusuz bu her iki çelişki, her ülkenin kendine özgü tarihsel-toplumsal ekonomik ve politik yapısına göre bir form kazanıyor.
 Rejimin politik esnekliği ne kadar kısıtlıysa bu iki çelişkiden kaynaklı parlayan kıvılcımların bir halk isyanı halini alması da o kadar hızlı oluyor.
Tunus’ta üniversite mezunu işsiz bir seyyar satıcının tezgahının elinden alınmasını protesto için kendini yakması ile başlayan halk isyanı ile Gezi’de şafak vakti baskını ve barışçıl eylemcilerin çadırlarının yakılmasının tetiklediği halk isyanının belirleyici içeriği aynıdır.
Evrensel belirleyici bu iki çelişkinin yanı sıra, Türkiye’nin kendine özgü yapısı üzerinde de durmak gerekir.
Türkiye’nin Kürdistan coğrafyasında 30 yıldır süregelen silahlı bir isyan vardı zaten.
Kürtlerin yanı sıra demokratik Alevi hareketi, rejimden kopuşun bir başka ifadesiydi.
Kadın Özgürlük hareketinin, erkek egemen kapitalist sisteme başkaldırısını, faşist rejimin uzun yıllara yayılmış kesintisiz terörüne rağmen varlığını koruyan ve direnen devrimci ve antifaşist emekçi sol hareketi de bu tabloya ekleyelim.
Özetle, 12 Eylül’den bu yana yürütüle gelen antifaşist mücadelenin yarattığı siyasal birikim yürürlükteki faşist rejimin çerçevesini zorluyordu.
Çerçevenin kırılmasını engelleyen Türk şovenizmiydi.
Şovenizmin geriletilmesi bile demokratik birikimin açığa çıkmasını kolaylaştıracaktı.
12 Mart askeri faşist darbesinin liderlerinden Memduh Tağmaç, darbenin gerekçesini “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşması”na bağlamıştı.
Bugün için de diyebiliriz ki, siyasal uyanış rejimin çerçevesini aşmıştı, ayaklanma bunu kanıtladı.
AKP faktörünü unutmamalı.
AKP Hükümetleri döneminde Türkiye’nin kapitalistleşmesi hız kazandı.
Şehirler büyürken köyler eski önemini yitirdi. Her şehre üniversite açıldı.
En modern iletişim araçları lüks olmaktan çıktı.
Batı tipi burjuva modern-laik yaşam tarzı büyük şehirlerde az çok yerleşikti zaten.
AKP, kapitalistleşmeyi hızlandırarak, bu yaşam tarzının maddi zeminini Anadolu içlerine de döşemiş oluyordu.
 AKP’nin politik İslamcı, muhafazakar kimliği ile bu sosyal dönüşüm arasındaki çelişki derinleşti.
Denilebilir ki, sosyal değişim, AKP tipi muhafazakarlığı aşmıştı.
Bu sadece laikçilerle ilgili bir konu değildi.
 Modern yaşam tarzına artan müdahaleler ve muhafazakar yaşam tarzının daha çok dayatılır oluşu, AKP’ye karşı gençliğin tepkisini büyüttü.
ŞİMDİ KİTLELERDEN ÖĞRENME ZAMANI
Türkiye emekçi sol hareketi, pek çok bakımdan dogmatik ve doktriner.
Dünyada ve Türkiye’deki ekonomik toplumsal değişimleri izlemekte ve buna uygun pozisyon almakta yetersiz.
Kitlelerden öğrenmeyi bir kenara bırakmış gibi.
Fakat yine de unutmamalı, emekçi sol kırk yıldan fazla bir süredir faşizme karşı kesintisiz bir mücadele veriyor.
Onun devrimci bölükleri büyük bedeller pahasına inatla ve umutla kavgayı büyütmeye çalıştı.
Bu kararlı direngenliğin bir birikim yarattığı inkar edilemez.
Ama bununla yetinilemez.
Şimdi kitlelerden öğrenme zamanı.
Hareketin bundan sonraki yönünü, ona katılan iradelerin alacakları pozisyon belirleyecektir.
Görüldüğü kadarıyla hareket içinde yer alan başlıca üç gruptan söz etmek mümkün.
İlerici antifaşistler, Türk ulusalcılarının etkisi altında olanlar ve henüz taraf olmayanlar.
Dolayısıyla, ayaklanmaya katılan ya da ona sempatiyle yaklaşan ama henüz kararlı politik bir tercih yapmamış olan bu üçüncü kesimi kimin etkileyeceği hareketin yönünü de belirleyecektir.
Ulusalcılar kimi şehirlerde öne çıksalar da ayaklanmanın merkezi olan İstanbul’da etkili bir güç olamadılar.
Dahası, bu süreçte sırf AKP karşıtlığı nedeniyle ulusalcıların etki alanına giren kesimlerin yeniden ilerici saflara çekilmesini mümkün olduğu da görüldü.
Tüm ilerici parti, grup ve çevrelerin merkezi politik birliğinin sağlanması bu bakımdan da önemlidir.
Bunlar bir yana; yaşanan isyan, Türkiye’nin batısında başlayan “devrimci süreç”in ilk adımıdır.
Günümüzde halk isyanları ya da büyük kitle hareketlerini tek seferlik yıkıcı patlamalar biçiminden çok kabaran, geri çekilen ve tekrar kabaran dalgalar biçiminde tasavvur etmek daha doğru olur.
Dalga geri çekildiğinde yok olmayacak, kabarıp geri dönecektir.
 Bunun başlıca nedeni, kapitalist düzenin ve onun her çeşit politik rejiminin yukarıda sözü edilen temel çelişkileri yumuşatma yeteneğini yitirmesidir.
Gezi ayaklanması dalgası da geri çekilecektir ama bu, dalganın bütünüyle sönmesi anlamına gelmez.
Yarın, bir başka nedenle yeni bir patlama olabilir.
Zira, patlama potansiyelini barındıran temel çelişkiler yerli yerinde durmaktadır.
EN BÜYÜK KAZANIM: TÜRK HALKI AYAKLANMAYI ÖĞRENDİ
Sürecin kazanımları o kadar çok ki hangisini öne koysak ötekinin hatırı kalır.
Türk halkı ayaklanmayı öğrendi.
En büyük kazanım bu.
Kürtler ya da Yunanlılar için bunun önemi bu denli büyük olmayabilir, çünkü birden çok kez ayaklandılar zaten.
Ama Türk halkı ayaklanmayı bilmiyordu.
 Cumhuriyet tarihini geçtik, belki de Celali isyanlarından bu yana, bu düzeyde bir ayaklanma yaşamadı Türk halkı.
Bunun en büyük nedeni; Türk halkının Osmanlı’da egemen unsur, Cumhuriyet’te de egemen ulus olarak kendini devletle bütünleşmiş saymasıydı.
 Ayaklanma, devletle bu bütünleşik halin kırılganlığını ve devletten kopuşmanın ulaştığı düzeyi açığa çıkardı.
Ayaklanma sürecinde yaşananlar, kopuşmanın kapsama alanını daha da genişletti.
Bu, başlı başına devrimsel önemde bir kazanımdır.
Ayaklanma, devrimin hiç de uzak bir geleceğin konusu olmadığını, güncel olduğunu gösterdi.
Ezilenlere güç ve moral verdi.
Kasvet dağıldı.
12 Eylül’den bu yana bir türlü atılamayan ezikliği sildi süpürdü.
Ezilenlerin bilincine umut tohumları serpti.
Bu da devrimsel önemde bir kazanımdır.
Diğer devrimsel önemdeki kazanım ise Taksim Komünü’dür.
1905′te ortaya çıkan Sovyetlerin önemi ne ise Taksim Komünü’nün de önemi odur.
 Kapitalizmin nasıl bir sosyal ve siyasal düzenle aşılabileceğine bu komün iyi bir örnek oluşmuştur.
Türk halkı ayaklanmayı öğrendi ama aynı zamanda bu ayaklanma Türkiye’de devrimin hangi biçim ve yoldan gerçekleşebileceğini de gösterdi.
Şimdilik bu kadarı yeterli.
BÖLGESEL DEVRİM ŞİMDİ DAHA GÜNCEL
Mısır ve Tunus ayaklanmaları, İspanya ve Yunanistan’daki Öfkeliler, ABD’deki İşgal Et eylemleri, Şili’deki öğrenci ayaklanmaları gibi Gezi ayaklanması da dünya devrim sürecinin şu ya da bu düzeyde uç vermiş belirtileridir.
Her biri diğerini etkiliyor.
Bugün bir “ulus insanı” değil, “dünya insanı” sahnede.
Gezi ayaklanması, coğrafyamıza yepyeni bir önem kazandırdı.
Arap devrimci süreci ve Kürt devrimci sürecinin yanı sıra, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki antikapitalist halk hareketlerinin basıncı altında Türkiye devrimci süreci ana rahmine düştü.
 Dolayısıyla, Gezi ayaklanması özgürlük, ulusal eşitlik temelinde kardeşlik ve antikapitalizmi birleştiren bir bilince kaynaklık edebilir.
Böyle bir bilincin bölgemiz bakımından önemi çok büyük.
Keza, Gezi’nin Arap devrimlerine model olarak gösterilen bir ülkede ortaya çıkması, o ülkelerde yeni devrimci dalgaları tetikleyebilir.
Bölgesel devrim şimdi daha güncel.

20 Haziran 2013 Perşembe



BEN BİR IHLAMUR AĞACIYIM GEZİ PARKINDA

“Çapulcu”lar lafını etti ya başbakan…
Ettiğine bin pişman edildi, “Hepimiz çapulcuyuz” diyen milyonlar tarafından…
Şimdi de “paçavra” lafına sarıldı!
“İllegal paçavralar”, “bölücü posterler” asılıyormuş devletin kurumlarına!
Polis, Taksim’i ve Gezi Parkı’nı vahşet görüntüleri eşliğinde yeniden işgal etme girişiminde bulundu ya…
O saldırının “gerekçesi”ni söylüyor TV’den…
Taksim Meydanı’ndaki AKM (Atatürk Kültür Merkezi) ve başkaca binalara asılan onlarca parti, platform, inisiyatif, dergi, vb. politik yapıların pankartlarını kastediyor “illegal paçavralar” derken…
O zaman, mesela tek tek yazalım AKM’ye asılan pankartları da herkes bilsin kimmiş bu “illegal”ler:
ÇARŞI… ESP (Ezilenlerin Sosyalist Partisi)…Mücadel Birliği Platformu… TKP (Türkiye Komünist Partisi)… SYKP (Sosyalist Yeniden Kurtuluş Partisi)… EMEP (Emeğin Partisi)… Devrimci Duruş Dergisi… Söz Dergisi… SODAP (Sosyalist Dayanışma Platformu)… HKP (Halk Kurtuluş Partisi)… Alınteri Dergisi… Öğrenci Kolektifleri… Özgürlükçü Gençlik Derneği… Devrimci İşçi Partisi… TÖPG /Toplumsal Özgürlük Platformu Girişimi)… TÜM-İGD… Türkiye Gerçeği Dergisi, Çağrı Dergisi, BDSP (Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu), Halk Cephesi, Devrimci Anarşist Faaliyet, ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) vs… Ve ayrıca, Denizlerin, Mahirlerin, Kaypakkayaların posterleri… Marks, Engels, Lenin’in resimleri… Yani… Paçavralaşmış bir demagoji… Külliyen Yalan!...
Bu pankartlarda adı geçen kurumların hiçbirisi “illegal” değildir…
Hepsi mevcut yasalar çerçevesinde, devletin “izni” ve “bilgi”si dahilinde kurulmuş yapılardır…
Ancak, şu ya da bu düzeyde ve biçimde, hükümete, rejime ve düzene karşı mücadele yürüten muhalif anlayışları temsil etmektedirler…
Keza, Denizler, Mahirler, İbrahimler halkalrımızın yüreğinde ve aklında meşrulukları çoktan yer etmiş, onların büyük sevgi ve saygısını kazanmış devrimci önderlerdir…
Hele hele, Marks, Engels, Lenin’in insanlığa, özgür ve insani bir dünya arayışına mal olmuş dev tarihsel kişilikleri yanında senin adın bile geçmez, Başbakan!...
Ve artık, “paçavra” misali yumurtlayıp durduğun yalanların da…
Her yere diktiğin “illegal” korkulukların da…
Her gün yinelediğin “dik durma” palavraların da…
Sökmez, işe yaramaz artık…
Uyandı bir kere halk…
Anılacaksın eğer bir gün tarihin özgür vicdanı tarafından; Sezarların, Yavuz Sultan Selimlerin, Bonapartların, Milli Şeflerin, Hitlerlerin,  Salazarların, pinoşelerin, Ziya ül Hakların, Kenan Evrenlerin, Ariel Şaronların yanında anılacaksın…
Bilumum tiranların, despotların, faşistlerin; yani “öldürmeyi iyi bilenlerin” yanında ve lanetle anılacaksın!...
f Tipi insanlık dışılığıyla anılacaksın…
Terörle Mücadele Yasaları’yla uyguladığın gestapo hukukuyla anılacaksın…
Sokaklardaki polis işkenceleriyle ve cinayetleriyle anılacaksın…
Roboski’yle anılacaksın…
Reyhanlı’yla anılacaksın…
10 yılda 10 bin iş cinayetleriyle anılacaksın…
1 Mayıs yasakalrıyla anılacaksın…
Taksim ve Gezi parkı vahşetiyle anılacaksın…
Ve bir de tabii, nasıl olup da Türkiye’nin cebi şişkin zenginlerinden biri olduğunla anılacaksın!...
Nasıl oldun hakikaten; “legal” yollarla mı, “illegal” yolalrla mı?..
İktidar ortağın cemaat, “legal” mi “illegal” mi?...
Kayıtlı mı “hizmet”leri, devlette?..
Neresinde devletin, “legal”inde mi, “illegal”inde mi?..
Nereden geliyor bu cemaatin değirmenini suyu?...
“İllegal” değil miydi PKK?...
Abdullah Öcalan, “bölücü başı” değil miydi?...
Kndil TC Vilayeti, Murat Karayılan da sizin atadığınız valiniz miydi?...
Kürt halkı, örgüt tarafından kandırılmış, korkutulmuş cahil cühelalardan ibaret değil miydi?...
Keskesor, resmi belgelerinizde paçavra/bez parçası olarak geçmiyor muydu?
Ne oldu?...
“İllegal”lerle, “bölücü”lerle müzakere masasına oturdunuz, oturuldunuz, oturmak zorunda kaldınız!..
Hangi tarafınızla oturdunuz, onu merak ediyoruz; “illegal” onal mı “legal” olan mı?...
Taksim’e girebilirsiniz yeniden…
Gezi Parkı’nı yeniden işgal edebilirsiniz…
Vahşetle, yaralayarak, öldürerek gelebilirsiniz…
Buna yetecek polis gücünüz, gazınız, silahınız var…
Ama artık oraları zapt edemezsiniz, buna gücünüz yok…
Döner döner geliriz…
bir gider bin geliriz…
Çünkü yürekelri zapt edemezsiniz…
Öfkeyi zapt edemezsiniz…
Onuru zapt edemezsiniz…
İnsanı zapt edemezsiniz…
Halkı zapt edemezsiniz…
İllegal ya da legal…
Adalet duygusunu…
Eşitlik düşüncesini…
Özgürlük isteğini…
Ezilenlerin iradesini…
Devrimi…
Zapt e-de-mez-si-niz…