13 Mayıs 2015 Çarşamba

FELSEFENİN BAŞLANGIÇ VE TEMEL
İLKELERİNDEN ALINTILAR
Gerçekten de Lenin, şöyle demişti; Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz.
Pratik nedir? Pratik; teoriyi hayata geçirmektir.
Teori nedir? Teori, gerçekleştirmeyi istediğimiz şeylerin bilgisidir.
İlk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi. Bunun içindir ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu, bilime aykırı bir açıklamadır. Sonra yavaş yavaş, yüzyıllar boyunca, bilim gelişecek, insanlar, bilimsel deneyimlerden yola çıkarak maddi olgularla dünyayı açıklamayı deneyecektir buradan, -şeyleri bilimlerle açıklama iradesinden-, materyalist felsefe doğdu.
Materyalizm, Evrenin bilimsel açıklamasından başka bir şey değildir.
** Materyalist felsefenin tarihini incelerken, bilgisizliğe karşı mücadelenin ne kadar çetin ve güç olduğunu göreceğiz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, materyalizm ve bilgisizlik, yanyana, birarada varlıklarını sürdürdüklerine göre zamanımızda da bu savaşım henüz son bulmamıştır.
Barış uğruna savaş verilmeden, özgürlüğü savunmadan ve bu amaçlar için savaşıma yarayan düşüncelerin tamamı savunulmadan, ekmek için mücadele verilemez.
Örnek: Elimdeki kağıt beyazdır. Bu kağıdın beyaz olduğunu bilmek, bir fikirdir ve bu fikri bana veren benim duygularımdır. Ama madde, kağıdın kendisidir.
İdealizm, bilimsel olmayan anlayıştır. Materyalizm ise, bilimsel dünya anlayışıdır.
İleride bunun kanıtları görülecektir, ancak şimdiden, taş metal, toprak gibi, düşünceye sahip bulunmayan nesnelerin varlığı deneylerle saptanabilmekteyken, tersine bedensiz, yani cisimsiz ruhun varlığının hiç bir zaman tespit edilemediğini söyleyebiliriz
Materyalistler, "insan düşünüyor çünkü onun bir beyni var" ve "düşünce beynin ürünüdür", diye yanıt verirler. Onlara göre, maddesiz, cisimsiz, düşünce olamaz.
"Bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler,  bilincimiz ve düşüncemiz, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey değildir".
Buna göre materyalistler için, madde, varlık, bizim düşüncelerimizin dışında varolan gerçek şeylerdir ve varolmak için düşünceye ya da ruha gereksinme duymazlar. Aynı şekilde, ruh maddesiz varolamayacağına göre, ölümsüz ve bedenden bağımsız bir ruh da olamaz.  Ruhu yaratan maddedir ve bilimsel olarak, asla maddesiz ruh görülmedi.
İdealistlerin söylediklerinin tersine, bizi kuşatan şeyler bizden bağımsız olarak mevcutturlar, bize düşüncelerimizi veren onlardır. Bizim fikirlerimiz, nesnelerin beynimizdeki, yansımasından başka bir şey değildir.
Evet, biz dünyayı tanıyabiliriz ve bizim bu dünyaya ait edindiğimiz fikirler, gittikçe daha doğru olmaktadır, çünkü biz, dünyayı bilimlerin yardımıyla inceleyip öğrenebiliyoruz, bilimler, sürekli olarak deney yoluyla bizi çevreleyen şeylerin kendilerine özgü ve bizden bağımsız gerçekleri olduğunu kanıtlamaktadır. İnsanlar daha şimdiden bu şeylerin bir bölümünü yeniden üretebilmekte ve yapay olarak yaratabilmektedirler.
Madde, her ruhun dışında vardır. Maddenin kendine özgü bir varlığı olduğundan, varolmak için ruha ihtiyaç duymaz, dolayısıyla idealistlerin söylediklerinin tersine, şeyleri yaratanlar, bizim fikirlerimiz değildir. Fikirlerimizi şeylerden alırız.
Görmekte olduğumuz masa; ondan uzaklaştıkça daha küçük görünür, ama bizden bağımsız olarak varolan gerçek masa, değişmez; o halde bizim zihnimiz, masanın imgesinden başka bir şeyi algılamamıştır. Aklın işaret ettiği bunlardır.
 Bugün , atomun nüfuz edilemez ve parçalara ayrılmaz (yani bölünmez) parçacık olmadığı, ama atomun kendisinin de, atom kütlesinin hemen hemen tümünün yoğunlaşmış bulunduğu bir çekirdeğin çevresinde büyük bir hızla dönen ve elektron denilen parçacıklardan (partiküllerden) oluştuğu biliniyor. Atomun kendisi nötr ise de, elektronlar ve çekirdek bir elektrik yükü ile yüklüdür. Çekirdeğin pozitif yükü, elektronların taşıdığı negatif yüklerin toplamına eşittir. Madde, bu atomlardan oluşmuş bir kütledir ve kendisi üzerinde etkiye bir dirençle karşı koyabiliyorsa, bu kendilerini oluşturan parçacıkların hareketi nedeniyledir.
Materyalistler, "madde, bizim ruhumuzdan bağımsız, bir dış gerçekliktir ve varolmak için bizim ruhumuza ihtiyacı yoktur" yanıtını verirler. Lenin bu konuda, şunu söyler: "Madde kavramının, bize duyum içinde verilen nesnel gerçeklikten başka ifadesi yoktur." Hareket, maddenin varoluş biçiminden başka bir şey değildir.
Materyalistler, "Uzay bizde değildir ama biz uzayın içinde bulunuyoruz. Zaman, yaşam akışının vazgeçilmez koşuludur. O halde, zaman ve uzay, bizim dışımızda varolan maddeden ayrılmazlar. "...her varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır ve zaman dışında bir varlıktan bahsetmek, uzay dışında bir varlık gibi büyük bir saçmalıktır."
O halde, bilinçten bağımsız bir gerçek olduğunu düşünüyoruz. Hepimiz, dünyanın bizden önce de varolmuş olduğuna ve bizden sonra da varolmayı sürdüreceğine inanıyoruz. Dünyanın, varolmak için bize ihtiyacı olmadığına inanıyoruz. Paris'in bizim doğuşumuzdan önce varolduğu ve kesin olarak yerle bir edilmedikçe, bizim ölümüzden sonra da varolacağı inancındayız. Paris'in, kendisini düşünmediğimiz zamanda da varolduğu gibi, hiçbir zaman ayak basmadığımız ve adlarını bile bilmediğimiz onbinlerce kentin de bizim haberimiz olmadan varolduklarından eminiz. İnsanlığın genel kanısı budur. Bilimler, idealistlerin bütün düzenbazlıklarını sıfıra indiren bir kanıtı, kesin bir açıklığa kavuşturmuşlardır.
"Doğa bilimleri, yeryüzünün bir zamanlar insanın da, başka herhangi bir canlı varlığın da varolmadığı, varolmadığı bir durumda da var olduğunu kesin olarak doğrular. Organik madde, çok sonradan gelen bir olgudur, uzun bir evrimin ürünüdür."
Bilim bize, maddenin zaman ve uzay içinde var olduğunu gösterirken, aynı zamanda maddenin hareket halinde olduğunu da kanıtlar. Çağdaş bilimlerin bize sağladıkları bu son açıklık çokönemlidir, çünkü, maddenin hareket yeteneği bulunmadığı, yani eylemsiz olduğu yolundaki eski teoriyi çürütmektedir.
"Herkes maddenin varoluş biçimidir. ... Hareketsiz madde, maddesiz hareket kadar akıl almaz bir şeydir."
Dünyanın bugünkü durumuyla, her alanda uzun bir evrimin ürünü olduğunu, bu anlamda, yavaş ve sürekli bir hareket halinde olduğunu biliyoruz. O halde, maddenin varlığını ortaya koyduktan sonra kesinlikle belirtmeliyiz.
"Evren hareket halindeki maddeden başka bir şey değildir ve bu hareket halindeki madde, uzay ve zamandan başka bir şeyin içinde hareket edemez."
Eğer materyalizmin uygulamasında tutarlı olunmazsa ya idealist olunur ya da idealizm ve materyalizm karması bir şey elde edilir.
Burjuva bilginler, analizlerinde ve deneylerinde, her zaman materyalisttir. Bu normaldir, çünkü bilimde ilerlemek için madde üzerinde çalışmak gerekir ve eğer bilgin gerçekten maddenin yalnızca kendi ruhunda varolduğunu düşünseydi, deney yapmayı yersiz gereksiz bulurdu.
Bilim ve inanç, kesin olarak birbirinin karşıtıdır.
Egoist bencildir. Bencillik, materyalist bir davranış değildir. Bencil, evreni, kendi kişiliğinde sınırlandırır.
"Devrimin bir eğitim sorunu olduğunu sanmak ve devrimin zorunluluğu, işçilere "bir kez iyice" anlatılınca, işçiler bunu anlamalıdırlar, eğer anlamıyorlarsa, devrim yapmaya çalışmak gereksizdir" demek de sekterliktir, materyalist bir tutum değildir.
"Hiçbir şey sabit değildir; her şey akar; aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz, çünkü ırmak ardarda gelen iki an içinde asla aynı ırmak değildir; bir andan diğerine değişmiştir; başka olmuştur."
19. yüzyılın ilk yarısında tarihsel olaylar yüzünden, materyalizmde bir gerileme görürüz. Bütün ülkelerin burjuvazisi, idealizm ve dinden yana büyük bir propagandaya başlar, çünkü, o, yalnızca ilerici (materyalist fikirlerin yayılmasını engellemek istemekle kalmaz, ayrıcva iktidarı elinde tutabilmek için düşünürleri ve yığınları uyutma ihtiyacı da hisseder.
İdealizm, tarih boyunca, dinin yanısıra varolabilmiştir. Bunun temel nedeni idealizmin dinden doğmuş olmasıdır.
Lenin, bu konuda bir formül yazmıştır: "İdealizm, dinin arıtılmış ve inceltilmiş bir biçiminden başka bir şey değildir." Bu, ne demektir? Bu, idealizm, kendi anlayışlarını dinden çok daha esnek bir biçimde sunabilir demektir. Evrenin, karanlıklar üstünde yüzmekte olan bir ruh tarafından yaratılmış olduğunu, Tanrı'nın maddesiz olduğunu iddia etmek, sonra, birden bire dinin yaptığı gibi, Tanrı'nın (kelam ile) konuştuğunu ve Tanrı'nın bir oğlu olduğunu (İsa) açıklamak, sadece kabaca sunulmuş bir dizi fikirden ibarettir. İdealizm, dünyanın ancak bizim düşüncemizde, bizim ruhumuzda varolduğunu iddia ederken, kendini daha üstü örtülü bir biçimde sunar. Aslında, bu  da öz olarak aynı anlama gelir. Biçim olarak daha az kaba ve daha incedir. Bunun için idealizm, dinin inceltilmiş biçimidir.
Engels, bu konuda, bize çok açık bir yanıt vermiştir: "Din, insanın sınırlı anlayışlarından doğmuştur". (Sınırlı burada kısıtlı anlamındadır.)
İlk insanlar için bu bilgisizlik iki kattır: Doğayı bilmemek, kendi kendilerini bilmemek. İlkel insanlardan tarihini incelerken, sık sık bu çifte bilgisizliği düşünmek gerekir.
Her şeye rağmen ileri uygarlık saydığımız Antik Yunanistan'da, bu bilgisizlik, bize çocuksu görünür; örneğin, Aristo'nun, yeryüzünün hareketsiz olduğunu, evrenin merkezi olduğunu ve gezegenlerin yeryüzünün çevresinde döndüğünü düşündüğünü gördüğümüzde (Aristo'ya göre, bu gezegenler 46 taneydi, bunlar bir tavana çakılı çiviler gibi kımıldamadan ve bir bütün halinde, yeryüzünün çevresinde dönmekte idi...)
Ortaçağda, insanların, ruh üzerine garip inanışları vardı. Yağlı bir bedende ince bir ruh, ince bir bedende ise büyük bir ruh olduğu düşünülüyordu. Bunun içindir ki, bu çağda, çileciler (dervişler, ascetes), büyük bir ruhları olsun diye, ruha büyük bir barınak yapmak için sık sık uzun süren oruç tutuyorlardı.
İlkel insanlar, önce saydam eş biçiminde ve sonra ruh biçiminde, insanın ölümünden sonra da yaşadığı ruhsal kaynağı benimseyecek, tanrıları yaratırlar.
Felsefe tarihi boyunca, idealizm ile materyalizm arasındaki bu sürekli savaşıma tanık oluruz. Materyalizm, bilgisizliğin sınırlarını geriletmek ister. Bu, materyalizmin zaferlerinden biridir. Erdemlerinden biri olacaktır. İdealizm ve onu besleyen din, tam tersine, bilgisizliğin sürdürülmesi için, yığınların bu bilgisizliğinden, onlara baskıyı, ekonomik ve toplumsal sömürüyü kabul ettirmede yararlanmak için bütün çabaları harcar.
İnsanlık tarihini içine alan bu mücadele, bilim ile bilgisizlik arasındaki savaşımdır. Biri, insanlığı bilgisizliğe doğru çeker, onu bu bilgisizlik içinde tutar; diğeri, tersine, bilgisizliğin yerine bilimi koyarak insanları özgür kılmaya, kurtarmaya yönelir.
Bu savaşım, engizisyon döneminde olduğu gibi, zaman zaman zorlu biçimler almıştır. Engizisyon için, başka bir çok örnek arasında, Galileo örneğini alabiliriz. Galileo dünyanın döndüğünü ileri sürer. Bu, İncil'le ve Aristo ile çelişen yeni bir bilgidir; eğer dünya dönüyorsa, demek ki evrenin merkezi değildir, kısaca evren içinde bir noktadır, öyleyse yapmamız gereken şey, düşüncelerimizin sınırlarını genişletmek olmalıdır. Acaba Galileo'nin bu buluşu karşısında ne yapılıyor?
Bilim devrimcidir ve insanlığın kurtuluşuna katkıda bulunur.
Materyalizmin evrimini anlamak ve yanlışlarını ve boşluklarını iyi görebilmek için, bilimle materyalizmin birbirine bağlı olduğunu asla unutmamak gerekir.
Marx bize şunu öğretir: Çevre, insanın bir ürünüdür ve öyleyse insan da, başlangıçta verilen bazı koşullar altında, kendi öz etkinliğinin ürünüdür. İnsan nasıl çevrenin etkisine uğrarsa, kendisi de çevreyi, toplumu değiştirebilir, öyleyse, kendisini de değiştirebilir.
Örnek: Biz, bir çift sarı ayakkabı aldık, bir zaman sonra, birçok onarımdan (pençe, topuk değiştirme, birçok yamadan) sonra, biz, gene de "sarı ayakkabılarımı giyeceğim" diyoruz, onların artık o aynı ayakkabılar olmadıklarını hiç düşünmüyoruz. Onlar,  bizim için, hep şu zaman, filan fiyata satın aldığımız sarı ayakkabılardır. Ayakkabılarımızda sonradan meydana gelen değişmeyi dikkate almıyoruz. Onlar daima aynıdırlar, onlar özdeştirler. Biz, yalnız özdeşliği gördüğümüz için, sanki önemli bir şey olmamış gibi, değişikliği önemsemiyoruz.
Oysa bizim ülkemizde makine, patronun hizmetinde olup üretme işine yararken, insan sadece sömürülmek için mevcuttur. Sosyalizmde ise makine, patronun değil insana hizmet vererek üretim yaparken, insan, emek verdiği işin meyvesinden  mutluluk duyan kişi konumundadır. Kapitalist ülkelerde artı-değer patrona gider, Sosyalizmde ise sömürücü olmayan ortaklığa gider.
Peki nedir bu özdeşlik? Bir evin yapılışını gördük diyelim. Bunu izleyen diğer yıllarda, bu evin, özdeş bir ev olduğunu söyleyeceğiz, çünkü hep iki katlıdır, ön yüzünde hep yirmi penceresi ve iki kapısı vb. vardır. Ev hep aynı kalıyor, değişmiyor, farklı değildir. Demek ki, özdeş olmak, aynı kalmaktır, başka olmamaktır. Ama yine de bu ev değişmiştir. O yalnızca ilk bakışta, yüzeysel olarak aynıdır. Şeyleri daha yakından gören mimar ya da duvar ustası, evin yapılışından bir hafta sonra artık onun aynı ev olmadığını iyi bilir: şurada burada küçük bir çatlak oluşmuştur, şurada bir taş oynamıştır, ötede rengi solmuştur vb.. Şu halde şeyler, ancak "kaba olarak" düşünüldüklerinde, özdeş gibi görünürler. Ayrıntılarıyla tahlil edildiklerinde, durmadan değiştikleri görülür.
Biz, şeylerde özdeşlik görmeyi, yani onları aynı kalmış görmeyi daha çok sevdiğimiz için, şöyle diyoruz: "Yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür" İddia ediyoruz ki, yaşam (aynı)  yaşam olarak kalıyor, ölüm de aynı ölüm olarak kalıyor;
Toplumda iki sınıf var dediğimizde burjuvazi hemen "zenginler ve yoksullar var" diye düşünür. Hiç kuşkusuz, bize "her zaman zenginler ve yoksullar var olmuştur" diyeceklerdir. Burjuvaziler burada yanılıyorlar, söyledikleri ancak kendi kapitalist iktidarlarında var. Sınırsız, sınıfsız ve mülkiyetsiz toplumların yaşamı içinde asla olmaz ve olamazda o da Sosyalizmdir, Komünizmdedir.
Marsist yaklaşım tamamen farklıdır. Bizler, proletarya diktatörlüğünün, aynı zamanda, hem yığınların diktatörlüğü, hem de sömürülen yığınlar için demokrasi olduğunu düşünürüz.
Biz yaşamın, canlı varlıkların yaşamının, ancak hücreler arasında sonsuz bir savaşım olduğu için, ancak sürekli olarak bir kısım hücreler öldükleri ve başka hücreler onların yerlerini aldıkları için olabildiğini düşünürüz. Bu biçimde, yaşam, kendi içinde ölümü de içerir. Biz, metafiziğin düşündüğü gibi, ölümün öylesine tam, eksiksiz ve yaşamdan ayrı olmadığını düşünürüz; çünkü bazı hücreler belirli bir süre yaşamaya devam ettiğine ve bu ölüden başka yaşamlar doğacağına göre, bir ölü üzerinde bütün yaşam tamamen yok olmamıştır.
Acaba dünya, bu anlayışa uygunmudur? Acaba, doğada, şeyler değişmez ve hareketsiz midir? Hayır. Biz her şeyin değiştiğini saplıyor ve hareket halinde olduğunu görüyoruz. O halde, bu anlayış, şeylerin kendileriyle bağdaşmaz. Elbette ki, haklı olan doğadır ve yanlış olanbu anlayıştır.
"Metafizikçi için, şeyler ve onların düşüncedeki yansımaları olan kavramlar, biri diğerinden sonra ve diğeri olmaksızın dikkate alınacak değişmez, eğilip bükülmez, her zaman aynı kalan, yalıtık irdeleme konularıdır. Metafizikçi ortak terimler olmaksızın, yalnızca anhti-tezler aracılığıyla düşünür: evet evet, hayır hayır der; bunun ötesine geçen şeye değer vermez. Ona göre, bir şey ya var, ya da yoktur; bir şey aynı zamanda hem kendisi, hemde bir başkası olamaz. Olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dıştalarlar; neden ve sonuç da aynı derece de sert bir biçimde birbirlerine karşı gelirler."
Yer yuvarlağının dönmesi elbette mekanik bir harekettir, ancak yer yuvarlağı bir yandan dönerken, bir yandan da bazı etkilere uğrar, örneğin soğur. Öyleyse yalnız bir yer değiştirme yoktur, meydana gelen başka değişilkikler de vardır.
Dünya durmadan dönüyorsa da ona hiçbir şey olmaz; dünya yer değiştirir, yuvarlağın kendisi değişmez; kendi kendisiyle özdeş kalır. Bizden önce olduğu gibi, bizden sonra da dönmeye devam eder, daima ve daima döner. Böylece her şey, sanki hiçbir şey olmamış gibi sürer gider. Öyleyse görüyoruz ki, hareketi kabul etmek, ama onu salt bir mekanik hareket olarak kabul etmek, metafizik bir anlayıştır, çünkü bu hareketin tarihi yoktur.
Metafizik anlayış, toplumda  hiçbir şeyin değişmemesini ister. Ancak bunu bu şekilde dile getirmez. Bazı değişikliklerin olabilirliğini kabul eder. Örneğin, üretimde hammaddeler işlenip nesnelere dönüşebilirler, siyasette hükümetler değişip birbiri ardına iktidara gelebilirler. Bu anlayış, bunları bilir. Ne var ki, kapitalist rejimi, kesin ve sonsuz sayar ve hatta bazen bir makine ile karşılaştırır. (Metafizik anlayış burada baştan aşağı yanılıyor. Kapitalizm, proletaryayı yaratarak, kendi mezarını kendi kazımıştır. Yarattığı proletarya, mutlaka, kapitalizmi yerle bir ederek, yapacağı devrimle  özlemini duyduğu, sınırsız, sınıfsız ve mülkiyetsiz  sosyalizm kuracaktır.)
Felsefe metafizik denilen önemli bir bölüm vardır. Ama metafizik, Tanrı ve ruhla uğraştığından, burjuva felsefesinde böylesi bir önem taşır. Onda her şey sonsuzdur. Tanrı, sonsuzdur, değişmez, kendi kendisiyle özdeş kalır; ruh da öyle. İyi de, kötü de vb. hep aynıdır. Bütün bunlar açıkça belirlenmiş, kesin ve sonsuzdur. Demek ki, felsefenin metafizik denilen bu bölümünde şeyler, donmuş bir topluluk olarak görülürler. (yanılıyorlar madde hareketlidir.)
Biz metafiziğin, dünyayı donmuş şeyler kümesi olarak kabul ettiğini biliyoruz. Halbuki, doğaya baktığımızda tam tersine, her şeyin kımıldadığını, her şeyin değiştiğini görürüz. Düşünce için de aynı şeyi saptarız. O halde, bu saptamadan, metafizik ile gerçek arasında bir uyumsuzluk bulunduğu sonucu çıkar. Bu nedenle, yalın bir  biçimde tanımlamak ve öz bir fikir vermek için "metafizik" diyen "hareketsizlik" demektir. "diyalektik" diyen de "hareket" demektedir, diyebiliriz. Bizi kuşatan her şeyde bulunan hareket ve değişim, diyalektiğin temelinde yatan şeylerdir.
"Doğayı, insan tarihini ya da kendi kafa etkinliğimizi düşüncenin incelemsi altına koyduğumuzda, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde, olduğu biçimde kalmadığı, ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yokolduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler yumağı tablosudur."
Engels'in bu çok açık metninden sonra, diyalektik bakış açısının, her şeyin değiştiğini, hiçbir şeyin olduğu yerde kalmadığını, hibir şeyin nasıl ise öyle devam etmediğini ve bu bakımdan bu görüşün gerçekle tam bir uyum içinde bulunduğunu görüyoruz. Hiçbir şey, bulunduğu yerde durmaz, bize hareketsiz görünse bile kımıldar. Yerin, güneşin çevresindeki hareketiyle birlikte kımıldar, yerin kendi ekseni üzerindeki hareketiyle birlikte kımıldar. Metafizikte özdeşlik ilkesi, bir şeyin kendi kendisi olarak kalmasını ister. Oysa biz, tam tersine, hiçbir şeyin durağan kalmadığını görüyoruz.
Hep aynı kalıyormuşuz gibi bir izlenimimiz vardır. Bununla birlikte, Engels bize "aynılar, farklıdırlar" diyor. Siz, özdeş olduğumuzu düşünüyorsunuz ama daha bunu düşünürken biz değiştik bile. Çocuktuk, adam olduk ve bu adam, fiziksel olarak, asla aynı olamaz; her geçen gün yaşlanır.
Demek ki, Elealırlar'ın savundukları gibi, hareket alsatıcı görünüş değildir; gerçekte, her şey kımıldar ve değişir, aldatıcı görünüş hareketsizliktir.
Tarih bize, şeylerin oldukları gibi durmadıklarını kanıtlar. Toplum hiçbir zaman hareketsiz değildir. İlk çağda, köleci toplum vardı. Feodal toplum geldi, onu da kapitalist toplum izledi. Bu toplumların incelenmesi, bize, yeni bir toplumun doğmasına yolaçan öğelerin, bu toplumların bağrında sürekli olarak ve yavaş yavaş, gözle görülmeksizin geliştiklerini gösteriyor. Bunun gibi, kapitalist toplum da, her gün değişmektedir.
Bizim duygularımız da değişir. Biz bunu pek az hesaba katıyoruz. bir sempatiden başka bir şey olmayan duygunun bir aşka dönüştüğünü, sonra da bazen bir kin haline geldiğini görürüz.
Her yerde, doğuda, tarihte, düşüncede gördüğümüz şey, değişme ve harekettir. İşte diyalektik, bu saptama ile başlar.
Ağaç üzerinde, rüzgarda sallanan bir elmanın hareketini incelemek, olgunlaşmakta olan bir elmanın içinde oluşan değişmeyi incelemekten daha kolaydır.
Bir çekiçle vurulduğunda ses çıkar ve aynı zamanda ısı oluşur. Isıyı oluşturan harekettir. Ses havanın titreşimidir ve titreşim harekettir. İşte yapısı aynı olan iki olay.
Materyalizmin diyalektik olmasını sağlayan bu dönüşüm 19. yüzyılda gerçekleşti. Diyalektik, gelişirken metafizik anlayışı da terk eden bilimlerin öz amacıdır. Materyalizm diyalektik oldu. Çünkü bilimler değişti. Metafizik bilimlere metafizik metaryalizm uygundu, materyalist bilimlere ise diyalektik materyalizm uygundur.
Bu arada Marx ve Engels geldi; onlar metafizik materyalizmi ikiye böldüler, metafiziği attılar, materyalizme diyalektiği ekleyerek geliştirdiler.
Dayalektik, ilk kez, bilimlerde gerçekleşen değişimi anlamasını bilen idealist Alman filozofu Hegel (1770-1831) tarafından geliştirildi. Heraklitos'un eski fikrini yeniden ele alarak, bilimsel ilerlemelerin de yardımıyla, evrende her şeyin hareket ettiğini ve değiştiğini, hiçbir şeyin ayrı, tek başına olmadığını, her şeyin her şeye bağlı bulunduğunu saptadı ve böylece diyalektiği oluşturdu. Hegel'den dolayı, bugün dünyanın diyalektik yapısından sözediyoruz. Hegel'in başta sezinlediği şey, düşüncenin hareketidir ve Hegel buna, diyalektik adını vermiştir.
Ama Hegel idealisttir. Yani ruha birinci derecede önem verir, bu yüzden de o, özel bir hareket ve değişme anlayışı yaratır. Ruh değişmelerinin, maddedeki değişimlerin nedeni olduğunu düşünür. Hegel'e göre evren, maddeleşmiş fikirdir (idée'dir) ve evrenden önce, ruh vardır ve ruh, evreni bulur. Özet olarak, Hegel, ruhun ve evrenin aralıksız değişme halinde olduğunu saptar, ama bundan maddedeki değişmeleri, ruhun değişikliklerinin belirlediği sonucunu çıkarır.
İşte bunun üzerine Hegel'in disipline bağlı olan, ama aynı zamanda materyalist olan ve materyalist olduğu için maddeye birinci önemi veren Marx (1818-1883) ve Engels (1820-1895), Hegel'in diyalektiğinin doğru ama tersine olumlamalar verdiğini düşünürler. Engels bu konuda şöyle diyecektir: Diyalektik, Hegel ile, başı üstünde duruyordu, onu ayakları üzerine oturtmak gerekti. Marx ve Engels, Hegel'in tanımladığı bu düşüncenin hareketinin başlangıç nedenini, maddi gerçeğe çevirdiler. Hegel'den aynı terimi alarak buna, diyalektik dediler.
Bu durumda, "Marx ve Engels'in elinde, bir yanda 18. yüzyıl Fransız materyalizminden gelen materyalizm, öte yanda da Hegel'in diyalektiği vardı ve onlara, artık bu ikisini birbirine bağlamaktan başka bir şey kalmıyordu" demekten kaçınmak gerekir.
Marx ve Engels, kuşkusuz, diyalektiği Hegel'den alacaklar, ama onu değiştireceklerdir. Materyalizm için de aynı şeyi yapıp bize, diyalektik materyalizmi vereceklerdir.
Diyalektiğin birinci yasası, "hiçbir şey sabit kalmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz" gözlemiyle başlar. Diyalektik diyen herkes, hareket demektedir, değişme demektedir. O Halde, diyalektik bakış açısı dendiğinde bu, hareketin, değişmenin bakış açısında yeralmak demektedir:  Şeyleri diyalektiği göre incelemek istediğimizde, onları hareketleri içinde, değişmeleri içinde inceleyeceğiz:
İşte bir elma. Bu elmayı incelemek için iki yolumuz var: Bunlardan biri metafizik bakış açısı, diğeri ise diyalektik bakış açısıdır.
Birinci durumda, bu meyvenin biçiminin ve renginin bir tanımlamasını vereceğiz. Onun özelliklerini sıralayacağız, onun tadından vb. sözedeceğiz. Sonra elmayı bir armutla karşılaştırarak, benzerliklerini ve farklılıklarını görebiliriz. Nihayetinde bir elma bir elmadır ve bir armut da bir armuttur sonucunu çıkarabiliriz. Eskiden şeyler bu biçimde inceleniyordu, sayısız kitaplar bunun kanıtıdır.
Eğer elmayı, diyalektik açıdan incelemek istersek, hareket açısından inceleriz. Elmanın, yuvarlandığı ve yer değiştirdiği zamanki hareket açısından değil, onun evriminin hareketi açısından inceleyeceğiz. O zaman olgun elmanın, her zaman şu andaki durumunda olmadığını görürüz. Önce, yeşil bir elma idi. Çiçek olmadan önce bir tomurcuktu; böylece elma ağacının ilkyaz dönemindeki haline kadar uzanabileceğiz. Demek ki elma, her zaman bir elma olmadı, elmanın bir tarihi, bir geçmişi vardır; şimdi de, olduğu gibi kalmayacaktır. Eğer yere düşerse, çürüyecek, ayrışacaktır, çekirdekleri ortaya çıkacaktır, bu çekirdekler de, işler yoluna giderse, bir filiz, sonra da bir ağaç verecekelrdir. Demek ki elma, hep olduğu gibi değildir ve hep olduğu gibi kalmaz. (elma ise doğal bir süreç izleyerek değişir).
Metafizik bakış açısıyla yeryüzünün biçimini, bütün ayrıntıları ile tanımlayabiliriz. Yüzeyde denizlerin, karaların, dağların bulunduğunu saptar, toprağın yapısını inceleriz. sonra yeryüzünü diğer gezegenlerle ya da Ay ile karşılaştırabilir ve nihayetinde şu vargıya varırız: Yeryüzü yeryüzüdür.
Yeryüzünü diyalektik açıdan incelediğimizde ise, onun her zaman ne ise öyle olmadığını, bir takım değişikliklere uğradığını ve bu nedenle, yeryüzünün gelecekte de başka yeni değişikliklere uğrayacağını görürüz. Şu halde, bugün yeryüzünün güncel durumunun, geçmiş değişmeler ile gelecekteki değişmeler arasında bir geçişten başka bir şey olmadığını kabul etmeliyiz. Bu geçiş içinde gerçekleşen değişimler, bir elmanın olgunlaşmasında gerçekleşen değişimlerden çok daha büyük bir ölçüde olsalar bile seçilmez, farkedilmez değişimlerdir.
Yine iki metodumuzu uygulayalım: Metafizik bakış açısından bize denecektir ki, zenginler ve yoksullar her zaman vardı. Büyük bankaların, koskoca fabrikaların bulunduğu belirtilecek, kapitalist toplumun ayrıntılı bir tasviri verilecek, geçmiş toplumlarla (feodal ve köleci toplumlarla); benzerlikleri ya da ayrılıkları araştırarak, karşılaştırılacak ve bize şu denecek: Kapitalist toplum ne ise odur.
Diyalektik bakış açısından, kapitalist toplumun, her zaman ne ise o olmadığını öğreneceğiz. Eğer biz geçmişte bir zaman, başka toplumların da yaşamış olduğu gerçeğini düşünürsek, bundan, kapitalist toplumun da diğer toplumlar gibi son toplum olmadığı, bu toplumun dokunulmaz bir temeli bulunmadığı, tam tersine, geçici bir gerçek olduğu, geçmiş ile gelecek arasında bir geçişten başka bir şey olmadığı sonucunu kolaylıkla çıkarabileceğiz.
Bu birkaç örnekle, şeylere diyalektik bakış açısından bakmanın, her şeye, geçici olarak, geçmişte bir tarihi olan ve gelecekte de bir tarihi olması gereken, bir başlangıcı ve bir soru olması gereken şeyler olarak bakmak demek olduğunu görüyoruz.
"Diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey, mutlak, kutsal değildir. Bu felsefe, her şeyin geçici karakterini ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır ve onun karşısında, kesintisiz oluşur ve yokoluş sürecinden... başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz."
Diyalektik için kesin hiçbir şey yoktur. Bu demektir ki, diyalektiğe gene her şeyin bir geçmişi vardır ve bir geleceği olacaktır; yani, her şey, bir kez bulunduğu yerde, her zaman, kesin olarak bulunamaz. Bugünkü durumu, kesin ve son değildir.
Diyalektiğe göre, "şeyleri, kesin, son biçimini almış bir durumda saptayabilecek ne dünyada, ne de dünya dışında, hiçbir güç yoktur". Bu durumda, "hiçbir şey mutlak" değildir. (Mutlak=absolu, hiçbir koşula bağlı olmayan, dolayısıyla evrensel, başsız ve sonsuz, eksiksiz, tam demektir.
"Hiçbir şey kutsal değildir" demek, diyalektik her şeyi hoş görür, hiçbir şeye saygı yoktur demek değildir. Hayır! Kutsal bir şey, değişmez sayılan, dokunulmaması, tartışılmaması gereken, sadece yüceltilebilecek ve kutsal sayılabilecek bir şey demektir. örneğin, kapitalist toplum "kutsal"dır. Diyalektik, hibir şey, hareketten, değişmeden, tarihin değişikliklerinden kurtulamaz, kaçamaz demektedir.
"Kalımsızlık" (cadueité) yaşla birlikte tükenen anlamına gelen "kadük" olan, dayanıksız olan, yıpranan, yaşlanan ve yokolmak zorunda olan bir şeydir. Diyalektik, kadük olan bir şeyin artık varlık nedeni olmayan bir şey olduğunu, ve her şeyin ortadan kalkmak, yokolmak gibi değişmez bir kederi olduğunu bize gösteriyor. Genç olan yaşlanır, bugün yaşayan yarın ölür ve diyalektiğe göre, "oluşun ve geçişin kesintisiz sürecinden başka" hiçbir şey mevcut değildir.
Bugün kullanılmamış olan bu kalem, bir zamanlar yeniydi. Kalemin yapıldığı tahta, bir kalastan çıkarılır, bu kalas da bir ağaçtan. Şu halde görüyoruz ki, elmanın da, kalemin de birer tarihleri vardır ve ne biri, ne de diğeri, her zaman ne iseler, o olmamışlardır. ama elbette bu iki tarih arasında, bir farklılık vardır.
Yeşil elma, olgun elma olmuştu. Yeşil elma olduktan sonra, her şey yolunda gittiği takdirde olgun olmayabilirmiydi? Hayır, olgunlaşmak zorunda idi, nasıl ki, yere düştüğünde de, çürümek, ayrışmak ve çekirdeklerini bırakmak zorundaysa.
Kalemin tarihinde ise, tersine, ağaç bir tahta kalas, tahta kalas bir kalem, kalem de yontulmuş bir kalem olmayabilir. O halde, veri olan bir aşamayı, diğer aşama izlemeyebilir. Eğer kalem, bütün bu akşamlardan geçiyorsa bu, yabancı bir müdahale, yani insanın araya girmesi yüzündedir.
Demek ki, diyalektik hareket, süreci ve diyalektik hareketin özü olan otodinamizmi içermektedir. Her hareket ve her değişme, diyalektik değildir. Eğer, diyalektik bakış açısından inceleyeceğimiz bir pireyi alırsak, o her zaman ne ise o olmadı ve her zaman da ne ise o olmayacak; ama onu ezersek, kuşkusuz, pire için bir değişme olacaktır diyebileceğiz. Peki, bu değişme diyalektik bir değişme mi olacaktır? Hayır. Biz olmasaydık, pire ezilmeyecekti. Şu halde bu değişme, diyalektik bir değişme değil, ama mekanik bir değişmedir.
Şu halde diyalektik değişimden sözettiğimizde, çok dikkat etmeliyiz. Biz, yeryüzü varolmakta devam ederse, kapitalist toplumun yerini sosyalist toplumun, onun yerini de komünist toplumun alacağını düşünüyoruz. Bu, diyalektik bir değişme olacaktır. Ama, eğer yeryüzü havaya uçarsa, kapitalist toplum otodinamik bir değişmeyle değil, mekanik bir değişmeyle ortadan kalkmış olacaktır.
 Diyalektik, şeyleri incelemeden açıklama ve tanıma yolu değildir; diyalektik, şeylerin başlangıcını ve sonunu, nereden geldiklerini ve nereye gittiklerini araştırırken, iyi inceleme ve iyi gözlemler yapma aracıdır.
Proletarya, nereden geliyor? Proletarya, bir ekonomik sistemden, kapitalizmden geliyor. Toplumun sınıflara bölünüşü, sınıf mücadelesi, marksizme karşı olanların iddia ettikleri gibi, marksizmden doğmamıştır. Tam tersine, marksizm bu sınıf mücadelesinin varlığını saptar ve gücünü zaten daha önceden varolan proletaryadan alır.
Engels, diyalektiğin önemini belirtir: Bu büyük temel düşünce, "dünyanın, bir tamamlanmamış şeyler karmaşası olarak değil de, görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansımaları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yokoluş değişiminden geçtikleri, son olarak bütün görece tesadüflere ve geçici geriye dönüşlere karşı, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği" düşüncesidir.
Diyalektik, Şeyleri ""değişmez nesneler" olarak değil, üstelik "hareket halinde" düşünür. Diyalektiğe göre hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış bir biçimde bulunamaz; her şey, her zaman bir sürecin sonu ve başka bir sürecin başıdır.. Her zaman değişme ve gelişme durumundadır. Bu nedenle, biz kapitalist toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğine bu kadar güveniyoruz. hiçbir şey, son ve kesin olarak tamamlanmış olmadığından, kapitalist toplum, bir sürecin sonudur. Onu, sosyalist toplum, sonra komünist toplum izleyecek ve bu böylece sürüp gidecektir; sürekli olarak bir gelişme vardır. ve olacaktır.
Ama burada, diyalektiği, alınyazısı olarak görmemeye dikkat etmek gerekir; böyle bir fikirden, şöyle bir sonuç çıkarılabilir: "Mademki siz istediğiniz değişmeden bu kadar eminsiniz, ne diye savaşıyorsunuz?" Çünkü, Marx'ın da dediği gibi" sosyalist toplumu değiştirmek için, bir ebe gerekecektir"; işte devrimin, eylemin zorunluluğu buradan gelir.
Diyalektiğe göre, hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış değildir. Şeylerin gelişmesine, son sahnesi olmayan bir gelişme olarak bakmak gerekir. Dünya tiyatrosunda, bir piyesin sonu, başka bir piyesin birinci perdesiyle başlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu birinci perde, bir önceki piyesin son perdesinde başlamıştır bile.
Engels "Darwin, tüm doğa ürünlerinin, başlangıçta tek hücreli küçük tohumların uzun bir gelişme sürecinin sonucu olduğunu, her şeyin, kökeninde hücre bulunan uzun bir süreç sonucu oluştuğunu ortaya koymuştur" der.
Bitkisel, hayvansal ve madensel konular arasında kesiklik yoktur, yalnız süreçler vardır. Her şey zincirleme birbirine bağlanır. Bu yargı, toplum için de doğrudur. İnsanlığın tarihi içinden geçmiş olan değişik toplumlar, birinin zorunlu olarak kendinden önce gelen toplumdan çıktığı bir süreçler zinciri dizisi olarak algılanmalıdır.
Yani, şunu aklımızda tutmak zorundayız: Bilim, doğa ve toplum bir süreçler zinciri olarak görülmelidir. Bu zincirlemeyi geliştirmek için işleyen motor da otodinamizmdir. O halde dünyanın, doğanın, toplumun (sarmal biçiminde) tarihsel bir gelişmesi vardır. Bu gelişmeyi hareket ettiren güç, asla unutmayalım, otodinamizmdir.
Ölüm yaşamı sürdürür, ölüm canlıdan gelir.
Ya yaşam, ölümden çıkabilir mi? Evet. Çünkü ölü bedenin öğeleri, başka yaşamları doğurmak için dönüşecektir, örneğin toprak için gübre olacaklardır ve toprak daha verimli olacaktır. Ölüm, pek çok durumda, yaşama yardım edecek, ölüm yaşamın doğmasına izin verecek, ve canlı bedenle yaşam, ancak, ölen hücrelerin yerini sürekli olarak doğan başka hücrelerin almasıyla olanaklı olacaktır.
Yine elma örneğini alalım. Yere düşmüş olgun bir elma görülür ve "İşte olgun bir elma" denir. Bununla birlikte, o, belirli bir zamandan beri yerdedir ve çürümeye başlamıştır bile; böylece doğru, yanlış olur.
Yalnızca yaşam olsaydı, yaşam yüzdeyüz yaşam olsaydı, o, hiçbir zaman ölüm olmazdı; eğer ölüm, tüm olarak kendi kendisi, yüzdeyüz ölüm olsaydı, birinin diğerine dönüşmesi olanaklı olmazdı. Ama yaşam içinde ölüm ve dolayısıyla ölüm içinde yaşam hep vardır.
Yakından baktığımızda, bir canlı varlığın hücrelerden oluştuğunu, hücrelerin, kaybolarak ve aynı yerde yeniden görünerek yenilendiğini görürüz. Hücreler, canlı bir varlığın içinde durmadan yaşarlar ve ölürler, öyleyse orada hem yaşam, hem ölüm vardır.
Bir ölünün sakalının uzadığını biliyoruz. Tırnakları ve saçları da uzar. Bunlar açıkça, yaşamın, ölümün içinde devam ettiğini, kesin olarak kanıtlayan olaylardır.
Sovyetler Birliği'nde, (o dönemde)  bir ölünün kanı, özel koşullar altında saklanıyor ve kan aktarımı için kullanılıyor; böylece, bir ölünün kanıyla, bir canlı iyileştiriliyor. Bu durumda, "ölümün bağrında yaşam vardır" diyebiliriz.
Öyleyse, şeyler yalnız birbirine dönüşmekle kalmaz ve bir şey yalnız kendi kendisi değildir, aynı zamanda kendisinin karşıtı olan başka bir şeydir, çünkü her şey kendi karşıtını da içinde barındırır. Her şey, aynı zamanda, hem kendini, hemde karşıtını içerir.
Bir şey, bir çemberlem gösterilse, burada, merkezden dışa doğru itiş örneğinde olduğu gibi, bu şeyi yaşama doğru iten bir güç bulacağız (dışa doğru baskı), ama aynı zamanda bu şeyi, tam karşı doğrultuda, dıştan merkeze doğru iten ölüm güçlerini de bulacağız (içe doğru baskı). Böylece her şeyin içerisinde, birbirine karşı güçler, uzlaşmaz güçler birarada bulunurlar.
Burada önce kendini olumlamaya yönelik güç, kendini korumayı sürdürmeye yönelik güç vardır. Bu, burjuva sınıfıdır; sonra burjuva sınıfının yadsınmasına yönelik ikinci bir toplumsal güç vardır. Bu proletaryadır. Öyleyse çelişki olgulardadır. Burjuvazi kendi karşıtını, yani proletaryayı yaratmaksızın varolamaz. Marx'ın dediği gibi, "burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi  mezar kazıcılardır". Buna engel olmak için, burjuvazinin, kendi kendisi olmaktan vazgeçmesi gerekir, ancak, bu saçma bir şeydir. Öyleyse kendi kendini olumlarken, kendi yadsımasını yaratır.
Bir tavuğun yumurtladığı ve üzerinde kuluçkaya yattığı bir yumurta örneğini alalım. Görürüz ki, yumurtanın içinde, belirli bir ısıda ve belirli bazı koşullar altında gelişen bir tohum bulunur. Bu tohum, gelişerek, bir civciv verecektir. Bu tohum, daha şimdiden yumurtanın yadsınmasıdır. Böylece, çok iyi görürüz; yumurtanın içinde iki güç vardır. Onu yumurta kalmaya doğru çeken güç ve civciv olmaya doğru iten güç. Öyleyse yumurta, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir. Her şey, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir.
Bir şey, yadsımadan çıkan bir olumlama olarak başlar. Civciv, yumurtanın yadsımasından çıkmış bir olumlamadır. Bu, sürecin bir evresidir. Ama tavuğun kendisi de, civcivin değişmesi, başka bir hale dönüşmesi olacaktır. Bu dönüşmenin ortasında, civcivin tavuk olması için savaşım veren güçler ile civcivin civciv kalması için savaşım veren güçler arasında bir çelişki olacaktır. O halde, tavuk civcivin yadsınması olacaktır; civciv ise, yumurtanın yadsınmasından gelmektedir. O halde, tavuk, yadsımanın yadsınması olacaktır. Ve bu diyalektik evrelerin genel gidişi işte böyledir.
1. Olumlama ya da Tez
2. Yadsıma ya da Karşıtez.
3. Yadsımanın yadsınması ya da sentez.
Bu  üç sözcük, diyalektik gelişimin özetidir. Bunlar, evrelerinin ardarda zincirlenişini belirtmek ve bir "evre"nin, kendisinden önceki "evre"nin yıkımı olduğunu göstermek için kullanırlar.

Yıkım, bir yadsımadır. Civciv meydana gelirken yumurtayı kırdığına göre, civciv, yumurtanın yadsınmasıdır. Buğday başağı, gene aynı şekilde, buğday tanesinin yadsınmasıdır. Buğday bitki verecek ve bu bitki çiçek açarak buğday başağını verecektir. Bu başak ise bitkinin yadsınması ya da yadsınmanın yadsınması olacaktır. Yani diyalektiğin sözünü ettiği yadsıma, yıkımdan sözetmenin özetlenmiş bir biçimidir.. Yok olanın, yıkılmış olanın yadsınması vardır.

1. Feodalizm, köleciliğin yadsınması olur.
2. Kapitalizm, feodalizmin yadsınmasıdır.
3. Sosyalizm, kapitalizmin yadsınmasıdır.
Çelişki yönünden, sözdeki, çelişki ile mantık çalişkisi arasında bir ayrım yaptığımız gibi, "hayır" denen  sözdeki yadsıma ile "yıkım" demek olan diyalektik yadsıma arasında bir ayrım olduğunu çok iyi bilmeliyiz.

Fakat, yadsıma, yıkım demekse de, burada herhangi sıradan bir yıkım değil, ama diyalektik bir yıkım sözkonusudur. Bunun gibi, bir pireyi parmaklarımız arasında ezdiğimizde, o, bir iç yıkımla, diyalektik bir yadsıma ile ölmez. Onun ölümü, otodinamik aşamaların bir sonucu değildir; mekanik bir değişikliğin sonucudur.

Yıkım, ancak bir olumlama ürünü ise, bir olumlamadan çıkıyorsa bir yadsıma demektir. Bunun gibi, kuluçkaya yatırılmış yumurta, yumurta olan şeyin olumlaması olarak kendi yadsımasını doğurur. Civciv olur ve civciv yumurtanın kabuğunu kırarak, onu yıkarak, yumurtanın yıkımını ya da yadsınmasını simgelerle ifade eder.

Başlangıçta, bilgisiz olduğu için kendi öz yadsınmasını, yani idealizmi yaratan ilkel bir materyalizm buluyoruz. ama eski materyalizmi yadsıyan idealizm, kendisi de çağdaş ya da diyalektik materyalizm tarafından yadsınacaktır, çünkü felsefe gelişmektedir ve bilimlerle birlikte idealizmin yıkımını sağlamaktadır. O halde, burada da, olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınmasını buluyoruz.

Tarihin başında, bir ilkel komünist toplumun, sınıfsız, toprağın ortak mülkiyetine dayanan bir toplumun varlığını görüyoruz. Ama bu mülkiyet biçimi, üretimin gelişmesinin önünde bir engel oluyor. kendisi tarafından kendisinin yadsınmasının, yani sınıflı, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan toplumu yaratıyor. Ama bu toplum da, kendi öz yadsımasını kendi içinde taşıyor, çünkü üretim araçlarının gelişmesi, toplumun sınıflara bölünmesini yadsımaya, özel mülkiyeti yadsıma zorunluluğuna neden oluyor. Böylece çıkış noktasına geri geliyoruz: Komünist toplumun zorunluluğu, ama başka bir düzeyde; başlangıçta, bir ürün eksikliğimiz vardı; bugün, son derece gelişmiş bir üretim yeteneğimiz var.

Böylece, çelişkinin, diyalektiğin büyük bir yasası olduğunu tespit ediyoruz. Evrim, uzlaşmaz karşıt güçlerin mücadelesidir. Şeyler, yalnız birbirlerine dönüşmekle kalmazlar ve her şey kendi karşıtına dönüşür. Şeyler kendi kendileriyle uyum içinde değildir, şeylerde, birbirine karşı güçler arasında sürekli savaşım vardır, çünkü şeylerde bir iç çeliki vardır.

Şuna dikkat etmeliyiz: Olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması, ancak diyalektik evriminin özetlenmiş ifadeleridir. Bu üç aşamayı bulmak için dünyayı dolanmak gerekmez. Belki onların hepsini her zaman bulamayacağız; ama bazen yalnızca birinciyi, bazen de yalnızca ikinciyi bulacağız, çünkü evrim bitmiş değildir. Öyleyse, bu değişimleri, her şeyde böylesine mekanik biçimde aramamak gerekir. Ancak, özellikle şunu aklımızda tutalım; çelişki, diyalektiğin büyük yasasıdır. işin özü budur.

Diyalektik, bizi her şeyin kaynağını araştırmaya ve onun tarihini anlatmaya zorlar. Sadece diyalektik, bizim, şeylerin gelişmesini ve evrimini anlamamıza olanak verir. Sadece o, eski şeylerin yıkımını ve yenilerinin doğuşunu anlamamızı sağlar. Sadece diyalektik, şeylerin karşıtlarından oluşmuş bütünler olduklarını bize öğreterek, onların gelişmesini, dönüşümleri içinde anlamamızı sağlar. Çünkü, diyalektik anlayışa göre, şeylerin doğal gelişmesi, yani evrim, birbirine karşı güçlerin ve ilkelerin sürekli mücadelesidir.

O halde, diyalektiğe göre birinci yasa, hareketin ve değişmenin "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz." kuralının saptanması ise de, şimdi biliyoruz ki, bu yasa, şeylerin yalnız birbirine dönüşerek değil, ama kendi karşıtlarına dönüşerek değişmesiyle açıklanır. Yani, çelişki, diyalektiğin büyük yasasıdır.

Bu nedenle, şöyle iddia edebiliriz: Eğer şeyler dönüşüyor, değişiyor ve evrim gösteriyorlarsa, bu, kendi kendileriyle çelişki halinde olmalarındandır. Kendi içlerinde kendi karşıtlarını taşımalarındandır, kendi içlerinde karşıtların birliğini içermelerindendir.

Zıtların birliği, bir metafizikçi için, olanaksızdır. Ona göre şeyler, tek parçalı ve kendi kendileriyle uyumlu olarak yapılmışlardır. Şimdi biz, tersini iddia ediyoruz, yani şeyler iki parçadan -kendi kendileri ile kendi karşıtlarından- yapılmışlardır, şeylerde birbiriyle çatışan iki güç vardır, çünkü şeyler kendi kendileriyle uyumlu değildir; kendi kendileriyle çelişki halindedir, diyoruz.

Bilimsiz bilgisizlik, yüzde yüz bilgisizlik yoktur. Bir birey, ne kadar bilgisiz olursa olsun, hiç olmazsa nesneleri, yiyeceğini tanımasını bilir. Asla mutlak bilgisizlik yoktur. Bilgisizlik içinde her  zaman bir bilim payı vardır. Bilim, daha tohum halinde bilgisizliğin içinde vardır. O halde, bir şeyin karşıtının, o şeyin kendi içinde olduğunu iddia etmek doğrudur.

"Araştırmada her zaman için bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir; her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığın bilincinde olunur; hala geçerli olan eski metafiziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderilemez karşıtlıklarının zorunlu etkisinden de kaçınılabilir. Bu karşıtlıkların ancak görece bir değerleri vardır. Şimdi doğru olarak bilinen şeyin gizli bir yanlışı da vardır. Bu, daha sonra ortaya çıkacaktır. Tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayılır olduğu gibi."

Bununla birlikte, biz çok iyi biliyoruz, burjuvasız proletarya yoktur ve burjuvazi, ancak proletarya ile vardır. Bunlar, birbirinden ayrılamayan iki karşıttırlar. Bu karşıtların birliği, içte olan, gerçek bir birliktir, ayrılmaz bir birliktir. Öyleyse, karşıtları ortadan kaldırmak, onları birbirinden kesip ayırmak yeterli değildir. İnsanın insan tarafından sömürüsüne dayanan bir toplumda, zorunlu olarak birbiriyle uzlaşmaz iki sınıf vardır: Antikçağda, efendiler ve köleler, ortaçağda senyörler ve serfler, bugün de burjuvazi ve proletarya.

Şeyler, kendi öz karşıtlarını içlerinde taşıdıkları için, değişir ve başka şeye dönüşürler. Yadsıma "çözücü"dür (dissolvant), o olmasaydı, şeyler değişmeyeceklerdi. Gerçekte şeyler,  dönüştüklerine göre, kendi içlerinde çözücü bir ilke taşıyor olmaları gerekir. Şeylerin değiştiğini gördüğümüze göre, böylesi çözücü bir ilkenin varlığını önceden kabul edebiliriz. Ne var ki, şeyin kendisini etraflıca incelemeden bu ilkeyi bulup çıkaramayız, çünkü bu ilke, her şeyde aynı görünüme sahip değildir.
O halde diyalektik, pratikte, bizi şeyleri yalnızca tek yanıyla değil, her iki yanıyla dikkate almaya, yanlışsız doğruyu, bilgisiz bilimi asla düşünmemeye zorlar. Metafiziğin büyük yanılgısı, şeyleri yalnızca bir yanıyla düşünmek ve yargılamaktır. Şeyleri, tek yanıyla gördüğümüz ölçüde yanlışlar yaparız. Eğer çok sık yanlış yapıyorsak, bunun nedeni, tekyanlı düşünüş tarzını uygulamamızdandır.

Biz, doğal olarak şeylerin ve insanların yalnız bir tek yanlarını görmeye sürüklenmişlerdir. Bir arkadaşımıza değer biçerken, hemen hemen her zaman onun yalnız iyi ya da kötü yanını görürüz. Birini de, diğerini de görmek gerekir, yoksa örgütler içinde kadrolar oluşturmak olanaklı olmazdı. Siyasal pratikte, tek yanlı yargılama metodu sekter harekettir. Gerici bir örgütten bir hasımla karşılaştığımızda, onun hakkında liderlerine göre karar veririz. Ama bununla birlikte, o, dertli, kırgın,ü saf, küçük bir memur olabilir. Biz, onu, büyük bir faşist patron gibi düşünmemeliyiz. bu düşünme metodu, patronların kendilerine de uygulanabilir; onlar bize kötü görünüyorsa da, kendileri de toplum yapısının baskısı altındadırlar, başka toplumsal koşullarda başka türlü olabilirlerdi.

Sonuç olarak ve özetlemek için şunları söylemeliyiz: Şeyler değişirler, bir iç çelişkiyi (kendi kendilerini ve kendi karşıtlarını) içlerinde bulundururlar. Karşıtlar çatışma halindedirler ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; başka bir şekilde ifade edersek değişme, çatışmanın çözümüdür.

Kapitalizm de, proletarya ile burjuvazi arasındaki bu iç çelişkiyi içinde taşır. Değişme, çatışma ile açıklanır ve kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi, bu çatışmanın ortadan kaldırılmasıdır. Bu konuda Engels: "Aslında diyalektik; doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir."
FELSEFENİN TEMEL   İLKELERİ
Nitekim, 18. yüzyıl düşünürleri, toplumu kesin olarak dönüştürmek istiyorlardı. O zamanlar henüz devrimci nitelikte sınıf olan ve feodalitenin karşısında gerçekten zorlu bir mücadele veren burjuvazinin çıkarlarını ve dileklerini dile getiriyorlardı. 19. yüzyılın düşünürleriyse, artık tutucu hale gelen, bu burjuvazinin, artık egemen sınıf olan ve proletaryanın devrimci yükselişinden korkmakta olan burjuva sınıfın çıkarlarına hizmet ediyorlardı. Burjuvazi, ekonomik anlamda, kendisine en iyi payı veren bir dünyada değiştirilecek bir şey olmadığı kanısındadır.
Olaylar, günümüz egemen sınıfı olan burjuvazinin, ülkemizin tüm emekçileri üzerinde sürdürdüğü baskı siyasetinin her geçen gün sertlik kazandığını göstermektedir: işsizlik ve yaşam pahalılığı gençlere iş olanaklarının kapanması, toplumsal yasalarla, grev hakkına, demokratik özgürlüklerin sınırlanması, baskı, silahlı saldırı, ülkenin Amerikan emperyalizmi tarafından bir sömürge yapılması, kanlı Vietnam Savaşı, Wehrmacht'ın yeniden canlandırılması vb.. Bu durumda, emekçi güçler, kendilerine şunu sormalıdırlar: Bu durumdan nasıl kurtulunuruz? Olanların nedenini bilmek ihtiyacı, gittikçe daha genel bir durum haline geliyor. Savaş tehlikesi nereden geliyor? Faşizm nereden geliyor? Yoksulluk nereden geliyor? Ülkemizin emekçileri, gelişmeleri anlamak istiyorlar, bu durumu değiştirmek için önce anlamak istiyorlar.
Nasıl ki, nişan tahtasını vurmak için doğru nişan almak gerekiyorsa, dünyayı değiştirebilmek gücü için de doğru dünya anlayışına, doğru felsefeye sahip olmak gereklidir.
Şunu kabul edelim; tüm emekçiler, gerçeğin bilinemeyeceğini düşünüyorlar. Bu durumda, savaş, işsizlik, açlık karşısında kendilerini savunamayacaklar demektir. Başlarına gelen her şey, onlar için anlaşılmaz bir şey olarak kalacaktır, bunları kaderin bir cilvesi olarak kabul edeceklerdir. Burjuvazinin, emekçileri götürmek istediği nokta budur. Dolayısıyla kendi çıkarlarına uygun bir dünya anlayışını yaymak için her çareye başvuracaklardır. Örneğin "her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır" gibi düşüncelerin varlığı ve yayılması böyle açıklanabilir. Ya da, "toplum bir yağmur ormanıdır ve her zaman öyle olacaktır, yani,  herkes kendi başının çaresine bakmalıdır! Eğer bu ormanda, başkasının seni yemesini istemiyorsan, sen başkasını yemelisin. İşçi, ücretlerinizi hep birlikte savunmak için iş arkadaşlarınla birleşeceğine, arkadaşlarının zararına patronun takdirini kazanmaya çalış. Kadın memursan, patronun metresi olmaya çalış, o zaman güzel bir yaşamın olur. Boşver ötekiler ne olursa olsun..." gibi düşünceler, hep böyledir. Burjuvazi, emekçilerin bilincini, bu zehiri kullanarak zehirlemek ister. Bu nedenle, emekçiler kendilerini sömürenlere karşı birleşerek, örgütlenerek korumalıdırlar.
Lenin, kapitalist toplumu şöyle tanımlıyordu. "Eski toplumun  temel ilkesi: soy ya da soyul, başkaları için çalış ya da başkaları senin için çalışsın, köle sahibi ya da köle ol. Doğal olarak, böyle bir toplumda yetişen insanlar, analarının sütüyle birlikte şu ruh halini, alışkanlığı, anlayışı da alırlar: ya bir köle sahibisin ya köle, ya da bir küçük mülk sahibi, bir küçük memur, bir aydınsın. Başka bir deyişle, kısaca yalnızca kendini düşünen ve başkasını umursamayan bir insan.
"Eğer ben şu toprak parçacığını ekip biçiyorsam, başkalarının benim için önemi olamaz; eğer bir başkası açsa, bu benim açlığımdan daha iyi, buğdayımı daha pahalı satacağım anlamına gelir. Eğer benim önemsiz bir hekim, mühendis. öğretmen, hizmetli olarak bir işim varsa, başkalarının benim için ne önemi olabilir? Büyük bir işim varsa, başkalarının benim için ne önemi olabilir? Büyük bir olasılıkla, bu dünyanın güçleri karşısında dalkavukluk ederek, yaltaklanarak işimi koruma ve hatta sivrilme, bir burjuva olma başarısını gösterceğim."
Doğru bir teoriye sahip olmadan, hiçbir mücadele başarıya ulaşamaz. Bazıları, başarmak için, başarı koşullarının varlığını yeterli sanırlar. Yanılırlar, çünkü, bu koşulları reailize etmeyi bilmek zorunluluktur. İşler zora girdiğinde, ne yapacağını bilmek, önem kazanır.
Lenin "Devrimci teori olmadan, devrimci eylem olmaz", diyor.
Eğer mevcut realiteyi (doğada ve toplumda) değiştirmek istiyorsak, onu tanımalıyız. İnsan, çeşitli bilimler yoluyla dünyayı tanır. Öyleyse, daha iyi bir yaşam için mücadelelerinde, emekçilere sadece tek bir bilimsel dünya anlayışı uygundur. Bu bilimsel anlayış, marksist felsefedir. Marksist felsefe ise, diyalektik materyalizmdir.
 Eğer mevcut realiteyi (doğada ve toplumda) değiştirmek istiyorsak, onu tanımalıyız. İnsan, çeşitli bilimler yoluyla dünyayı tanır. Öyleyse, daha iyi bir yaşam için mücadelelerinde, emekçilere sadece tek bir bilimsel dünya anlayışı uygundur. Bu bilimsel anlayış, marksist felsefedir. Marksist felsefe ise, diyalektik materyalizmdir.
Stalin, bütün bu nitelikleri şöyle özetlemektedir: "Marksizm, doğanın ve toplumun gelişim yasalarının bilimidir, ezilen ve sömürülen sınıfların devrim bilimidir, bütün ülkelerde sosyalizt zaferinin bilimidir, komünist toplumun kuruluşunun bilimidir."
Eğer, proletarya, gerçekten de, marksizt felsefeye bağlanıyorsa, bu felsefeyi kendinin sayıyorsa ve ona katkı veriyorsa, bu, proletaryanın, toplumu değiştirme mücadelesinin, ona bu toplumu anlamak ve onu bilimsel olarak incelemek sorumluluğunu vermesinden kaynaklanır. Burjuvazi, ayrıcalıklı sınıf çıkarlarını savunurken, emek sömürüsü üzerine kurulmuş egemenliğini unutturmaya çalışır. Kapitalist sömürü gerçeğini bile reddeder. Bu gerçeği kabul etmek, kendi sınıf çıkarlarının aleyhine olurdu. Sınıfsal çıkarları gereği, burjuvazi, gerçekleri reddeder.
Proletaryanın durumu farklıdır. Boyunduruktan kurtulmayı isteyen sömürülen sınıfın çıkarı dünyaya olduğu gibi doğrudan bakmaktır. Sömüren sınıfın, sömürüyü sürdürmek için yalana ihtiyacı söz konusudur; devrimci sınıfın ise sömürüden kurtulmak için ihtiyacı olan şey gerçeğin ta kendisidir. Devrimci görevini iyi yapabilmek için, doğru bir dünya görüşüne ihtiyaç duyar.
Marksistler, anlık ve yanıltıcı görünümlerin ötesindeki gerçeğe doğrudan bakmak isterler; bu nedenle, yöntemin onlar için önemi büyüktür.
Bir çift sarı ayakkabı satın aldık. Belli bir süre sonunda, yapılan bir çok tamirden taban ve topuk pençesi yama işleminden vb. sonra, artık bunların aynı olmadığının farkına varmadan, hala "sarı ayakkabıları giyeceğim" deriz. Ama biz, aslında ayakkabılarımızın ani değişmesini önemsemiyoruz, değişiklikleri görmezden gelerek, onları, hiç değişmemiş gibi, aynısı olarak kabul ediyoruz.
Burjuva devlet yapısı, (örneğin Birleşik Devletler'de) bütün haklara, bütün iktidara sahip olan büyük para sahipleri mutlu azınlığı için demokrasidir; çoğunluk üzerinde, ancak yanıltıcı haklara sahip olan küçük insanlar üzerinde diktatörlüktür.
Kısaca ifade edecek olursak, metafizik düşünce, şeyleri değişmez olarak tanımladığından ve birbirlerinden özenle ayırdığı için, onları, tamamen uzlaşmaz karşıtlar olarak birbirinin karşısına koyar. İki karşıtın aynı zamanda olamayacağını düşünür. Bir varlık ya canlı, ya ölüdür der. Bir varlığın aynı zamanda hem canlı, hem ölü olabilmesi, ona anlaşılmaz görünür: bununla birlikte, örneğin, insan bedeninde, her an doğmakta olan yeni hücreler, ölmekte olan hücrelerin yerlerini alırlar: bedenin yaşamı, açık bir şekilde bu karşıt güçler arasındaki sürekli savaşımdır.
Diyalektiğin yaptığı gibi, kendini gerçeğe uyduramaz, ama canlı gerçekliği, ölü çerçevelere hapsolmaya zorlar. Sürekli olarak gerçekten kopmaya uğraşır. Elbette bu uğraş tamamen başarısızlığa mahkumdur.
Eski bir Yunan efsanesi, Procrust adlı bir haydudun yaptığı kötülükleri anlatır: bu haydut kurbanlarını bir yatağa yatırmış. Eğer kurbanı yatağa sığmayacak kadar büyükse, haydut, onun bacaklarını yatağa göre keser; eğer kurbanın boyu yataktan küçükse, ayaklarını gererek uzatırmış... İşte aynen bu örnekte olduğu gibi, metafizik gerçekleri böyle baskı altında tutar. Ama gerçekler inatçıdırlar.                                                              
"Her organik varlık, her an için, hem aynı, hem aynı olmayandır; sürekli olarak değişim içindir; her an, yabancı maddeleri özümler ve başka yabancı maddeleri dışarı atar, her an vücudundaki hücreler yok olur ve yeni hücreler oluşur: az ya da çok, bir süre sonunda, bu vücudun maddesi tamamen yenilenir, başka madde atomları ile değiştirilir; sonuçta, her organik varlık hem hiç değişmez, hem de  artık bir başka varlıktır.
"Biz, gerçekte hiç bir zaman aynı ırmağa girmiyoruz."
Marx, Hegelci sistemin "mantığın uygun çekirdeğini", yani diyalektiği alarak  idealist kabuğunu attı.
Mantıksal biçimiyle diyalektik, burjuvazi ile onun doktriner sözcüleri için bir rezalettir.
Burjuvazi metafizikte kendine sığınak arar.
Aynı şekilde, ne mutlak yaşam, ne mutlak ölüm vardır: her canlı varlık, her an ölüme karşı savaşımda kendi kendini yeniler; her ölüm kendi içinde yeni bir yaşamın öğelerini taşır (ölüm, yaşamın ortadan kaldırılması değil, bir organizmanın çözülüp dağılmasıdır).
Yani, formel mantık, ancak gerçeğin en yakında bulunan görünümlerine varabilir. Diyalektik yöntem ise daha öteye gider, bir sürecin bütün görünümlerine ulaşmayı kendine amaç edinir. Diyalektik yöntemin, düşüncenin yasalarına uygulanmasına diyalektik mantık denir.
Başka bir örnek; her fırsatta: "Spor, spordur; siyaset siyasettir. Ben hiçbir zaman siyaset yapmadım." diyen sporcunun durumu. Sporla siyasetin başka farklı eylemler olduğu doğrudur. Ancak onlar arasında hiçbir ilişki olmadığı yanlıştır. Eğer sporcunun satınalma gücü azalırsa, eğer işsiz kalırsa, spor gereçlerini ve giysilerini nasıl satın alabilir? Eğer savaş, spor için ayrılan, ödenekleri kemirip yutarsa, stadlar ve yüzme havuzları nasıl yapılabilir? Görülüyor ki: spor, metafizikçinin algılayamadığı, ama diyalektikçinin bulduğu bazı koşullara bağlıdır; ödeneksiz spor olmaz; ama bir barış siyaseti olmadan da ödenek olmaz. Bu şu anlama gelir; spor siyasetten ayrılamaz. Bu bağı bilmeyen, unutan sporcu, yalnız spor davasına ihanet etmekle kalmaz, aynı zamanda sporu savunma fırsatını da elinden kaçırır. Niçin? Çünkü her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu anlamamıştır. İzlenen savaş siyasetine karşı savaş veremeyecektir; bir an gelecektir, sporu, onun koşullarını gerçekleştirmeden istediği için, belki ülkenin yıkımı sporcu grupları yok edeceğinden, belki savaş çıkmış olacağından, artık hiç spor yapamayacaktır.
Stalin, diyalektiğin birinci ilkesini yorumlarken şöyle yazar: "Bu nedenle diyalektik yönteme için, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olaylardan bağımsız olarak ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şeye dönüşür; aksine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağlar açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir."
En anlamlı karşılıklı etki örneklerinden biri de, canlıları, varoluş koşullarına, "ortam"larına birleştiren bağdır. Örneklersek: Bitki, havadan oksijeni alır, ama o havaya karbonik gaz, ve su buharı verir. Bu bu, yalnızca, birki ile ortam arasındaki karşılıklı etkinin en basit görünümlerinden biridir. Güneş ışığının sağladığı enerjiden yararlanarak, bitki, topraktan çekip aldığı kimyasal öğelerin yardımıyla kendi gelişmesine olanak hazırlayan bir organik maddeler bireşimi oluşturur. O gelişmekteyken, aynı zamanda, toprağı ve bununsonucu olarak da, kendi türünün sonraki gelişim koşullarını da dönüştürür. Kısaca, bitki, ancak, kendisini çevreleyen ortam ile birlikte vardır. Bu karşılıklı etki, canlı varlıkların bütün bilimsel teorilerinin temel hareket noktasıdır, çünkü karşılıklı etki varlığın evrensel koşuludur:canlı varlıkların gelişmesi, onların varlık ortamlarının dönüşümlerini yansıtır.
Diyalektik, toplumsal olguları kavramayı ve açıklamayı başarır, çünkü, diyalektik, bu olguları, kendilerini doğrudan, bağlı oldukları ve karşılıklı etki ilişkisi içinde bulundukları tarihsel koşullara bağlar. Metafizik ise, yer ve zaman koşullarını hesaba katmaz ve soyutta kalır.
Diyalektik, bizlere hemen her olgunun, her şeyin birbirine bağlı olduğunu öğretir. Sonuçta, bir amacın gerçekleşmesi için hiçbir çaba yararsız değildir. Barış savaşçıları, savaşın kaçınılmaz olmadığını bilirler, çünkü savaşa karşı yapılan her eylem, değeri olan, barışa hizmet eden bir eylemdir.
Masa üzerindeki duran elma hareketsiz görünür. Ama diyalektik düşünce şöyle diyecektir: bu hareketsiz elma yine de  hareket halindedir; bu nedenle 10 gün sonra bugünkü halinde olmayacaktır. O, yeşil bir elma olmadan önce bir çiçekti; ayrışacak, çekirdekleri dökülecek. Bahçıvana verilen bu çekirdeklerden yeni bir ağaç olacak ve ondan bir sürü başka elma düşecektir. Başlangıçta bir tek elmamız vardı; şimdi ise birçok. Demek ki, evrenin, görünüşlerin aksine, kendini yinelemediği doğru değildir.
Diyalektiğin ikinci ilkesi budur: değişme evrenseldir, gelişme kesintisiz olarak devam eder.
"Diyalektik, metafiziğin aksine, doğanın, dingin ve durağan, durgun ve değişmez değil, sürekli olarak kimi şeylerin doğduğu ve geliştiği, kimi şeylerin dağıldığı ve yok olduğu, kesintisiz yenilenme ve gelişme durumunda olduğunu kabul eder. "Bu yüzden, diyalektik yöntem, olayların sadece karşılıklı ilişkileri ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmaları açısından değil, aynı zamanda hareketleri, değişmeleri, gelişmeleri, ortaya çıkışlar ve ortadan kayboluşları açısından dikkate alınmalarını gerektirir." Böylece her şeyin birbirine bağlı olduğunu gördük (diyalektiğin birinci ilkesi). Ama bu gerçek, aynı zamanda harekettir. Hareket, gerçeğin ikincil bir görünümü değildir. Doğa, artı, hareket; toplum, artı, hareket yoktur. Hayır, gerçek olan, harekettir, süreçtir. Bu doğada ve toplumda böyledir.
Ama, Descartes'a göre, hareket, yer değiştirmeyle sınırlıdır: geminin bir yerden bir yere gitmesi, elmanın masanın üzerinde yuvarlanması gibi. Bu, mekanik harekettir. Hareket gerçekte, mekanik hareketle sınırlı değildir. Bir otomobil saatte yetmiş kilometre hızla gidiyor: bu mekanik bir harekettir. Ama hepsi bu değildir; yer değiştiren otomobil, yavaş yavaş durum değiştirir; motoru, lastikleri aşınır. Bundan başka yağmur, güneş vb. otomobil üzerinde etkilidir. Her ne kadar biz, "bu aynı arabadır" desek bile, bin kilometre yapmış olan bir taşıt başlangıçtakinin aynı değildir. Bir an gelecek araba tamamen kullanılamayacak hale gelene kadar, bazı parçalarını, kaportasını yenilemek gerekecektir vb.
Hareket halindeki otomobil örneğini yeniden ele alalım. Büyük bir hızla giden araba bir ağaca çarpıyor ve ateş alıyor. Burada "Madde kaybı" yoktur. Alevler içinde yanan otomobil de, hızla giden otomobil gibi maddi bir gerçektir; ama bu, maddenin yeni bir görünümü, yeni bir niteliğidir. Madde yokolmuyor, ama biçim değiştiriyor. Maddenin biçim değiştirmeleri, sadece madde içerisinde oluşan hareketin dönüşümünden başka bir şey değildir: madde, harekettir; hareket maddedir. Çağdaş fizik, enerjinin dönüşümünü bize öğretir; enerji ya da hareket nicel olarak, tamamen yeni bir biçim alırken, varlığını korur; enerjinin bürünebileceği biçimler çok çeşitlidir.
Çarpma sonucunda ateş alan otomobil olayında, patlamalı motorda kinetik enerji haline dönüşen kimyasal enerji, bütünüyle ısı veren enerji haline geçiyor. Öte yandan da, ısı veren enerji, bütünüyle ısı veren enerji haline geçiyor. Öte yandan da, ısı veren enerji de kinetik enerjiye dönüşebilir: bir lokomotifte tutulan ısı, mekanik bir harekete dönüşür, dolayısıyla lokomotif yer değiştirir, yani hareket eder.
Mekanik enerji, elektrik enerjisine dönüşebilir: santralı "döndüren" çağlayan, elektrik enerjisi oluşturur. Daha sonra, elektrik enerjisi (akım) mekanik enerjiye dönüşür, yani motorları çalıştırır. Ya da elektrik enerjisi, ısı enerjisine dönüşür: ısı verir (elektrikle ısınma).
Aynı şekilde elektrik enerjisi kimyasal enerji verebilir: belirli koşullar bir araya getirildiğinde bir elektrik akımı suyu osijen ve hidrojene ayrıştırır. Ama kimyasal enerji de elektrik enerjisine dönüşebilir (hidroelektrik pil) ya da mekanik enerji haline geçer (patlamalı motor), ya da ısı enerjisi olur (kömürün sobada yanması) vb.
Bütün bu dönüşümler, gerçekte hareket halindeki maddeden başka bir şey değildir. Görülüyor ki, bu dönüşümler, basit yer değiştirmelerden, ya da yerin değişmesinden çok daha zengindirler.
İşte evren durmadan değiştiği için, onun, yine Newton'un düşündüğü gibi bir "ilk hareket sağlayıcı"ye ihtiyacı yoktur. Hareket, dönüşme niteliğini bünyesinde barındırır. Evren, kendi öz değişmesidir. Canlı madde de, aynı şekilde, kesintisiz bir evrim sürecine tabidir. Yaşamın en ilkel dönemlerinden bu yana, biri ve hayvan türleri oluşmuşlardır. Bugün artık yüzyıllar boyunca din tarafından yayılan şu efsaneye değer vermek olası değildir: "Tanrı, kesin olarak değişmez türler yarattı." "Darwin sayesinde (19. yüzyıl), bilim bizlere, canlı türlerinin hayret ettirecek kadar çeşilti oluşunun, çok basit bir kaç varlıktan, tek hücreli canlılardan geliştiğini gösterdi. (her birki ve hayvan organizmasının, çoğalma ve farklılaşma yoluyla geliştikleri birim olarak hücrenin bulunuşu); bu tohumların kendileri de bir şekilsiz albüminden çıkmışlardır. Türler, kendi aralarındaki ve çevre arasındaki karşılıklı etkileşimlerinin bir sonucu olarak, kendilerini dönüştürmüşlerdir. Bu dönüşme sürekli devam etmektedir.
"İlk hayvanlardan da, farklılaşmayla, hayvanların sayısız sınıflar, takımları, familyaları, cinsleri ve türleri; en sonunda da sinir sisteminin gelişmesiyle, omurgalı hayvanlar ve yine en sonunda omurgalılar arasında doğanın düşünen omurgalısı, yani insan gelişti." Demek ki, tüm doğa -fizik, evren, canlı doğa- hareket halindedir.
Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hareketsiz madde olmamıştır, olamaz. Evrende hareket, her gök cisminin üzerinde daha küçük kütlelerin mekanik hareketi; ısı, elektrik ya da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim; kimyasal dağılma ve bileşim; organik yaşam: evrendeki her madde atomu, her belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine, ya da birçoğuna birden katılır.
"Dünyanın sürekli olarak hareket halinde olduğu ve geliştiği doğru ise, eskinin yokolup yeninin doğmasının, gelişmesinin bir yasası olduğu doğru ise, artık 'değişmez' toplum düzenleri, (özel mülkiyet ve sömürü gibi) olmayacağı; köylülerin toprak sahibine, işçilerin kapitaliste bağımlılığı gibi 'sonsuz düşünceler' olmayacağı açıktır. "Bu nedenle, kapitalist düzen, nasıl feodal düzenin yerini aldı ise, sosyalist düzen de kapitalist düzenin yerini alacaktır."
"Lenin'in büyüklüğünü, öncelikle, Sovyet Cumhuriyetleri'ni kurarak, dünyanın ezilen halklarının, kurtuluş umudunun kaybolmadığını, büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliğinin sonsuz olmadığını, emeğin iktidarının, emekçilerin bizzat kendi çabalarıyla kurulabileceğini, ve bu yönetimi gökte değil yeryüzünde kurmak gerektiğini fiili olarak göstermiş olmasındandır. O, böylece bütün dünya işçilerinin ve köylülerinin yüreklerini kurtuluş umuduyla coşturdu. Bu, Lenin adının, ezilen kitleler için sevgili adı haline gelmesini açıklar.
Nasıl bir ilk günah yoksa, sonsuz insan da yoktur. Bugün, kapitalizme karşı mücadele edenlerin tamamı, bu mücadele yoluyla kendi öz bilinçlerini de dönüştürürler. İnsanlı dışı bir rejime karşı savaşanlar, verdikleri mücadele ölçüsünde insanlaşırlar. Her gerçek gibi, insan gerçeği de diyalektiktir. Hayvanlar aleminden çıktıktan sonra insan, doğaya karşı bin yıllık bir savaş içinde yükselmiştir.
Tohum ne kadar zayıf olursa olsun, yine de yaşamı bünyesinde taşır. Toplum bu yaşamı bütün yöntemlere başvurarak korumalıdır: onun uğruna hiçbir çaba, boşa gitmemiştir.
Gerçekte unutulmaması gereken nokta şudur: nitel değişiklik (sıvı halinde suyun su buharı oluşu) bir raslantı sonucu değildir. Zorunlu olarak, nicel değişiklik, ısının derece derece artmasının sonucunda oluşur. Sıcaklık belirli bir dereceye (100 dereceye) vardığında ise, normal atmosfer basıncı koşullarında su kaynar. Eğer atmosfer basıncı değişirse, o zaman, her şey birbirine bağlı olduğuna göre (diyalektiğin birinci ilkesi), kaynama noktası da değişir; ama belirli bir cisim için ve belirli bir atmosfer basıncı altında kaynama noktası, her zaman aynı olacaktır. Bu, nitel değişikliğin bir yanılgı olmadığını gösterir; nitel değişiklik, doğal bir yasaya uyan, nesnel, maddi bir olaydır. Bilim, belirli bir nitel değişikliğin oluşumunda gereken nicel değişikliklerin neler olduklarını arar.
"Diyalektik, sıradan olan, her hangi bir önemi göze çarpmayan, yavaş değişmelerden, göze çarpan, kökten değişmelere, nitel değişmelere geçen, nitel değişmelerin kademeli olmadığı, ama hızlı oldukları, bir durumdan öteki duruma sıçramalarla geçerek gerçekleştikleri bir gelişme olarak ele alır; bu değişmeler, zorunludurlar; farkına varılmayan ve dereceli, hissedilmeyen ve nicel değişmelerin birikiminin sonucudurlar." Bu tanımlamanın bazı yönlerini açalım; Nitel değişikliğin bir durum değişikliği olduğunu bir önceki pragrafta söyledik; sıvı durumundaki su, su buharı durumuna geliyor: ya da sıvı su, katı su (buz) oluyor. Yumurta, civciv oluyor. Gonca, çiçek haline geliyor. Canlı varlık ölüyor, ceset oluyor.
Stalin, "Sekiz-on yıllık bir sürede, ülkemiz tarımında, burjuva düzenden, bireysel köylü işletmeciliği üzerinden, sosyalist kolhoz düzenine geçişi başardık. Bu, köyde eski burjuva ekonomik düzeni tasfiye edip, yeni, sosyalist bir düzen yaratan bir devrim olmuştur. Bu köklü dönüşüm, patlama yoluyla yapılmadı, yani varolan iktidarın devrilmesi ile ve yeni bir iktidarın yaratılması ile değil, eski kırsal burjuva düzenden yeni bir düzene geçişle yapılmıştır. Bu devrim ancak bu şekilde yapılabildi, çünkü bu, yukardan yapılan bir devrimdi, çünkü bu köklü dönüşüm, varolan iktidarın girişimi üzerinde ve köylülüğün kitlesel desteği ile başarıldı." Ancak bu, sosyalizmden komünizme geçiş de bir nitel değişmedir, ama bunalımsız gerçekleşen bir nitel değişmedir, çünkü, sosyalist düzende marksist bilimle donanmış insanlar, kendi tarihlerinin efendileridir, çünkü sosyalist toplum birbiriyle uzlaşmaz karşıt sınıflardan oluşmaz.
Bir litre su alalım. Bu hacmi iki eşit parçaya bölelim; bölme, cisminin yapısını hiçbir şekilde değiştirmez; yarım litre su yine sudur. bu şekilde bölmeye devam edebiliriz ve her seferinde daha küçük parçalar elde ederiz: Bir yüksük dolusu su, bir toplu iğne başı kadar su... ama su, hep sudur. Hiçbir nitel değişim yoktur. Ama bir an gelir, su molekülüne varırız. Su molekülü, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu taşır. Bölmeye devam edebiliriz, su molekülünü parçalarına ayırabilir miyiz? Evet, uygun bir yöntemle bu yapılabilir. O zaman elde ettiğimiz şey artık su değildir, hidrojen ve oksijendir. Bir molekül, suyun bölünmesi ile elde edilen hidrojen ve oksijen, artık, suyun özelliklerine sahip değildirler. Oksijen alevi besler, su ise yangın söndürür.
Gerçekte ise, canlı doğanın gelişmesi, nitel değişikliklere dönüşen bir nicel değişiklikler birikimi ile açıklanır. İşte bu nedenle Engels şöyle yazıyordu: "Tek bir hücrenin oluşumunu bile, yapıdan yoksun canlı protein yerine ölü madde ile açıklamaya kalkmak, birazcık kokmuş su ile, doğanın, binlerce yılda yarattığı şeyi 24 saatte yapmaya zorlanabileceğini sanmak saçmalıktır"
Aynı şekilde, yumurtadan hareketle nitel bakımdan birbirinden farklı, her birinin özel bir görevi olan bir çok organ oluşur: canlı varlığın büyümesi, hücrelerin basit çoğalması değildir, sayısız nitel değişikliklerden geçen bir süreçtir.
Marksist felsefeyi, diyalektik materyalizmi inceliyorum. Bu, ancak, aynı zamanda, hem bilgisizliğimin bilincinde isem, ve hem de bu bilgisizliğimi yenmek ve bilgiyi elde etmek iradesine sahipsem olanaklıdır. İncelemenin devindiricisi, incelemedeki ilerlemenin mutlak koşulu, benim bilgisizliğim ile onu yenme iradem arasındaki savaşımdır, bu benim bilgisizliğim konusundaki bilincim ve bu bilgisizlikten kurtulmaktaki iradem arasındaki çelişkidir. Bu zıtların mücadelesidir; bu çelişki, inceleme alanımın dışında yer almaz. Eğer ben ilerleme gösteriyorsam, bu, bu çelişkinin durmadan kendisini ortaya koyması ölçüsündedir. İncelemenin ilerlemesini belirleyen kazançların her biri, bu çelişkinin çözülmesidir (bugün, dün bilmediğimi biliyorum); ama her bir çözülmenin arkasından, bildiğimle bilmediğimin bilincinde olduğum arasında yeni bir çelişki vardır ve buradan incelememde yeni bir çaba, yeni bir çözülme ve yeni bir ilerleme oluşudur. Her şeyi bildiğimi zannedenler, hiçbir zaman ilerleyemeyecektir, çünkü bilgisizliğini gidermeye, yenmeye çalışmayacaktır. Bu hareketin ilkesi,, incelemedir, daha az bir bilgiden, daha daha büyük bir bilgiye kademeli geçişin motor gücüdür. Zıtların savaşı, (bir yandan) benim bilgisizliğim ile (öte yandan) bilgisizliğimi yenmek iradem arasındaki savaştır.
"Diyalektik, metafiziğin aksine, doğadaki nesnelerin ve olayların iç çelişkiler içerdikleri, çünkü hepsinin olumlu ve olumsuz yanlışları, bir geçmişleri ve bir gelecekleri olduğu, hepsinin yokolup giden ya da gelişen öğeler taşıdıkları görüşünden hareket eder; zıtların mücadelesi, eski ile yeni, ölen ile doğan, yitip giden ile gelişen arasındaki savaş, işte bu, gelişme sürecinin, nicel değişmelerin nitel değişmelere çevrilmesindeki içeriktir." Gelişmenin ilkesi olarak çelişkinin incelenmesi, şu başlıca nitelikleri ortaya çıkarmamıza olanak sağlar: çelişki içtedir; çelişki yenileşmeyi sağlayandır; zıtların birliği söz konusudur.
Her gerçek, harekettir, bunu gördük. O halde, her hareket, bir çelişkinin, bir zıtlar savaşının ürünüdür. Bu çelişki, bu savaş içtedir, yani ele alınan hareketin dışında değildir, onun esasını oluşturur.
Biraz düşünme gösterir ki, gerçekte de, dünyada her hangi bir çelişki olmasaydı, dünya  değişmeyecekti. Eğer bir tahıl tanesi sadece bir tane olsaydı, sonsuza dek hep tahıl tanesi olarak kalacaktı; ama, o, mademki bir bitki olacaktır, değişim gücünü kendinde taşır. Bitki taneden çıkar, ve onun aniden ortaya çıkması, tanenin ortadan kaybolmasını içerir. Bu, her gerçek için böyledir; eğer gerçek değişiyorsa, o , özünde, aynı zamanda hem kendisi ve hem de kendisinden başka bir şeydir. Yaşam, çiçeklerini ve meyvelerini verdikten sonra neden ölüme yönelir? Çünkü yaşam, sadece yaşam değildir. Yaşam ölüme dönüşür, çünkü yaşam bir iç çelişki taşır,  çünkü yaşam ölüme karşı verilen gündelik savaşdır (her an bir kısım hücreler ölür, başka hücreler onların yerini alır, ta ki ölüm onlara da üstün gelinceye kadar)..
Çelişki, her değişmenin içinde vardır.
Lenin; "Gelişme, zıtların 'savaşı'dır"
Suyun gerçek buz, gerek su buharı halinde dönüşümünü yeniden ele alacak olursak, böyle bir değişmenin de bir iç çelişkinin varlığıyla açıklandığını saptarız: bir yandan, su moleküllerinin yapışma kuvvetleri ile, öte yandan, her moleküle özgü hareket (molekülleri dağılmaya sevk eden kinetik enerji) arasındaki çelişki; yapışma kuvvetleri ile dağılma kuvvetleri arasındaki çelişki. Elbette, suyu yalnız sıvı haliyle, yani 0 derece ile 100 derece arasında  ele almakla yetinilirse, bu savaşı göremeyiz, her şey dingin ve durgun gibidir. Görünen, sıvı durumun kalımlılığıdır. Görünen görüntü derin gerçeği, özü, yani yapışma kuvvetleri ile dağılma kuvvetleri arasındaki savaşı gizler. Bu iç çelişki, işte sıvı durumun gerçek içeriği. İşte bu çelişki, sıvı suyun birdenbire katı su ya da su buharı halinde dönüşmesini açıklar. Yeni bir duruma nitel geçiş, ancak karşıt kuvvetlerden birinin öteki üzerinde zafer kazanmasıyla olanaklıdır. Sıvı durumundan katı duruma geçişte yapışma kuvvetlerinin zaferi, sıvı durumundan gaz durumuna geçişte dağılma kuvvetlerinin zaferi söz konusudur. Bu zafer, karşıt kuvvetleri yok etmeyen, ama onların bir bakıma "görüntüsünü" değiştiren bir zaferdir: katı durumda olumsuz (ya da ikincil) görüntü, moleküllerin hareketidir; gaz durumunda olumsuz (ya da ikincil) görüntü, yapışmaya doğru olan eğilimdir.
Bu, dış koşullar, çevre koşullar hiçbir rol oynamaz demek midir? Hayır. Diyalektiğin birinci yasasının (her şey birbirine bağlıdır) incelenmesi,  bir gerçeği, hiçbir zaman kendisini kuşatan koşullardan ayırmama gerektiğini bize göstermişti. Su olayında, durum değişikliği için gerekli olan bir dış koşul vardır: bu, ısının yükselmesi ya da azalmasıdır. Sıcaklığın yükselmesi, moleküllerin kinetik enerjisinin artmasına, yani onların hızının artmasını mümkün kılar. Soğumanın ise, ters etkisi vardır. Ama unutmamak gerekir ki, eğer ele aldığımız nesne içinde (bu durumda: su) iç çelişkiler olmasaydı -daha yukarıda da gördüğünüz gibi- dış koşulların etkisi bir sonuç oluşturmayacaktır.
Diyalektik ise tam tersine, toplumsal gelişmenin karşısına çıkan sorunların çözümü için, bir iç çelişki, bu toplumu oluşturan uzlaşmaz karşıt sınıflar arasında  çelişki varolduğu sürece, devrimci çıkış yolunun kaçınılmaz olduğunu bilimsel olarak gösterir. Devrim, çeşitli aşamalardan geçen bu çelişkinin ürünüdür; devrim ne tanrıdan, ne de şeytandan gelir.
Çelişkinin iç karakterini saptamak yeterli değildir. Bu çelişkinin, eski ile yeni arasında savaş olduğunu da görmek gerekir. Yeni, eskinin bağrında  doğar; eskiye karşı büyür. Çelişki, yeninin kesin olarak eskiye üstün geldiği zaman çözülür. O zaman iç çelişkilerin yenileştirici niteliği, verimliliği ortaya çıkar. Gelecek, geçmişe karşı savaşımda hazırlanır. Savaş olmadan zafer yoktur.
Devrimci güçleri savaşımdan döndürmek sosyal demokrasinin temel görevidir; sosyal-demokrasi devrimci güçleri savaşımdan döndürecek bozmaya, yozlaştırmaya çalışır.
Proletarya, sömürülen sınıf olarak ortadan kalkınca, burjuvazi de sömürücü sınıf olarak ortadan kalkar
Burjuvazinin kuvvet kazanması, onun karşıtının, proletaryanın zayıflaması demektir. proletaryanın her kuvvetlenişi de karşıtının, burjuvazinin zayıflamasıdır. Aynı şekilde, sosyalist ideolojinin her güçsüzlüğü burjuva  ideolojinin bir ilerlemesidir ve aksine. ... O halde, onun zayıflayacağını sanmak yanılgıdır;  bu durumda asıl kuvvetlenen burjuvazidir, zayıflayan da proletarya. Onun için Marx, eğer işçi sınıfı, durumu iyileştirmek için bütün fırsatları yakalamasaydı "ezilmiş, artık hiçbir umudu kalmamış, ömür boyu açlık çeken sefil yaratıklar yığının başka bir şey olamazdı."
Her değişikliğin motor gücü olan çelişki, evrenseldir.
Bundan önceki dersimizde su örneğini verdik: suyun sıvı durumundan gaz durumuna, sıvı durumundan katı durumuna nitel dönüşümünü açıklayan, zıtların savaşıdır. Gerçekte, bütün doğal süreçler zıtların savaşını içerirler. Daha, hareketin en basit biçimi olan bir yerden bir yere geçiş, yer değiştirme, çelişki ile açıklanır.
Doğada hareketin temel biçimi, çekme ile itme arasındaki savaşıdır. Bu iki karşıtın, yani çekme ve itmenin birliği ve savaşı, ister en uzak galaksiler, yıldızlar ya da güneş sistemi -katı kitleler, sıvı damlalar, ya da gaz kümeleri- ister moleküller, atomlar ya da onların çekirdekleri sözkonusu olsun, bütün maddi kitlelerin, kümelerin oluşumunu, evrimini, devamlılığını, durum değerlendirmesini ve parçalanıp yokolmasını belirler.
Belirli bir türü, bitki ya da hayvan türünü ele alalım. Bu türü oluşturan bireylerin her biri, sırası gelince, kaçınılmaz olarak, ölür. Bununla birlikte tür, varlığını sürdürür ve çoğalır. Birey ölçüsünde üstüne gelen yaşamdır. Yaşam canlı olmayan üzerinde bir kazanç, bir başarı olduğuna göre; bir bireyin ölümü ve ayrışıp dağılması bir gerilem, geri çekilme, üsttekinden alttakine, yeniden eskiye doğru bir dönüştür diyebiliriz. Buna karşılık, türün genel gelişmesi, yeninin eski üzerinde başarısı, alttakinden üsttekine doğru bir ilerlemedir. Şu halde yaşam ve ölüm, sonsuz bir şekilde kendini sergileyen ve çözülen bir çelişkinin iki yönüdür. Doğa, böylece, dönüşür, her zaman aynı şekilde ve her zaman yeni.
Şüphesiz, son derece küçük bir arsenik dozu ile organizmamız arasında çelişki vardır; ama eğer vücudun emdiği arsenik dozu çok yetrsiz kalırsa, çelişki, uzlaşmaz karşılığa varamayacaktır. Dozu artırınız, işte o zaman uzlaşmaz karşıtlıktır: yani şiddetli, organizma için ölümcül olan karşıtlığa varan çelişki. Aynı şekilde, kapitalist toplumun bağrında da, her zaman, birarada bulunan karşıtların savaşı vardır: burjuvazi-proletarya savaşı.
Örneğin kapitalist toplumun baş çelişkisi nedir? Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Kapitalizm varoldukça bu çelişki de vardır; ve proletaryanın zaferi kapitalizmin ölüm saatini çalar.
Kaçınılmaz bir şekilde çeşitli kapitalist ülkeler birbirinin amansız rakipleridirler. Amerikan kapitalizminin diğeri kapitalist ülkeler arasındaki üstünlüğünün, kapitalizmin içinde ve ondan ayrılmaz şekilde mevcut olan çelişkilere bir son vereceğini sanmak bir yanılgıdır.
Teorik olarak kötü donanmış bir devrimci parti, çelişkilerin karşılıklı hareketini anlayamayacak ve önceden göremeyecektir. O, ancak olayların kuyruğuna takılacaktır.
Komünist Parti Manifastosu'nda Marx, Proudhon'u, tutucu sosyalizm ya da burjuva sosyalizmi kategorisi içinde sınıflandırır. "Sosyalist burjuva, modern toplumsal koşulların bütün üstünlüklerini istiyor, ama buradan gerekli olarak çıkan savaşlar ve tehlikeler olmadan. Bunlar mevcut toplumu istiyorlar, yeter ki, devrimci ve çözücü öğeleri çıkartılmış olsun. Proletaryasız burjuvazi istiyorlar. Bu da sosyalizmi yüreğinden yaralar." (Marx, Engels, Komünist Manifesto)
Gerçekte Proudhon, zıtların birliğini, iyi yan ile kötü yanın birliği olarak değerlendirir. İyi yanı koruyarak kötü yanı atmak ister. Bu, çelişkinin içte olma niteliğini reddetmektir: burjuvazi-proletarya çelişkisi, kapitalist toplumun gerçek öğesidir, ve kapitalist sömürü ancak bu çelişkiyle birlikte ortadan kalkar. Temelden birbirine karşıt olan sınıfların çıkarlarının uzlaşması ütopyadır.
Marx, Proudhon'u şöle nitelendiriyor: "Bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, sadece ekonomi politikle komünizm arasında ileri geri yalpalayan küçük-burjuvadır." (Karl Marx, Felsefenin  Sefaleti)
Böylelikle burjuvazi karşısında teslimiyeti haklı gösteriyorlar. Böylece, Blum'un deyişiyle, "kapitalizmin sadık temsilcileri" gibi davranıyorlar. Teslim olmak, proletaryayı burjuvaziye teslim etmek, işte onların sözde "iki cephe üzerinde savaş"larının sözde "üçüncü güç"lerinin gerçek anlamı. Sosyal-demokrasi baştan aşağı oportünizmdir; proletarya, eğer sınıf düşmanını yemek istiyorsa, onunla kıyasıya savaşmalıdır.
Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in bilimsel sosyalizmi tek devrimci olandır, çünkü, zıtların savaşımını, gerçeğin temel yasası olarak birinci plana alır. Onun için de devrimci proletaryanın "karşıtı" gerici burjuvaziye karşı ve diyalektiği reddederek savaşın tam orta yerinde proletaryayı savaştan alıkoymak için çelişkileri maskelemeye çabalayan sosyal-demokrasi liderlerine karşı amansız bir savaş yürütür.
Henüz imcelediğimiz diyalektiği, gerçek alemden -doğa ve toplumdan- ayıracak olursak, hiçbir anlam taşımaz.
Materyalizm sözcüğünün öz anlamı, doğru anlamı, onun felsefi anlamıdır. Bu anlamda materyalizm, bir dünya anlayışıdır, yani belli ilkelerden hareket ederek doğa olgularını ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın olgularını anlama ve yorumlama tarzıdır. Bu "dünya görüşü", her durumda ve koşulda uygulanan çeşitli bilimlerin temelidir. Her çeşit bilimsel çalışmalara sağlam bir temel, kısaca teori denen şeyi sağlayarak, evrenin genel bir açıklamasını oluşturur.
Herkes bilir ki, gerçekten de, gerçekte görebildiğimiz, dokunabildiğimiz, ölçebildiğimiz ve maddi denilen şeyler vardır. Öte yandan fikirlerimiz, duygularımız, isteklerimiz, anılarımız vb. gibi, ne görebildiğimiz, ne dokunabildiğimiz ve ne de ölçebildiğimiz, ama diğerilerden daha az varolmayan şeyler de vardır: bunların maddi olmadıklarını anlamak için bunların düşünsel (ideal) oldukları söylenir. Böylece varolan her şeyi, iki alana paylaştırıyoruz:  maddi (materiel) ya da düşünsel (ideal). Daha diyalektik bir biçimde de söylenebilir, ve gerçek, bir maddi yön ve bir de düşüncel yön sunar denebilir.
İdeal üstüne söylenen şatafatlı sözleri, emekçilere kabul ettirdiği sömürünün üstüne örtmeye çalıştığı asma yapraklarından başka bir şey olmayan "idealist" burjuvaziyi, Engels, bütün çıplaklığıyla ortaya koyar: "Kısır anlayışta olan darkafalı burjuva, idealizm sözcüğünden ise, başkaları önünde göklere çıkardığı, ama kendisi, ancak her zamanki "materyalist" aşırılıklarının gerekli sonucu olan sıkıntı dönemlerini ya da bunalımlar atlatması sözkonusu olduğu sürece, inandığı erdeme, insanlığa ve genellikle 'daha iyi bir dünya'ya imanı anlar ve durmadan pek sevdiği şu nakaratı yineler: 'İnsan dediğin de nedir?.. Yarı-hayvan yarı-melek!"
Şimdilik, materyalizm ile idealizm kesin olarak birbirleriyle bağdaşmadıklarına, biri diğerini uzaklaştırdığına, ve yalnız bir tek doğru yanıt olabileceğine göre, bir çelişki karşısında olduğumuzu tesbitle yetinelim. İdealizm ile materyalizm bir birlik oluştururlar, iki karşıt gibi ayrılmaz bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar. Materyalizmin her ilerlemesi, idealizme indirilmiş bir darbedir. Ve aksine, materyalizmden her uzaklaşma, idealizmin bir ilerlemesidir. Bu karşıtların birliği, materyalizm ile idealizm arasındaki savaşın kaçınılmaz olduğu, idealizm ile materyalizm arasında hiçbir sentez, hiçbir uzlaşma olamayacağı anlamına gelir.
Marx'ın diyalektik materyalizmin, materyalizm ile idealizm arasındaki eski çatışmayı artık günün konusu olmaktan çıkardığını yazdığı doğrudur. O, bununla, diyalektik materyalizmin bu bin yıllık tartışmayı kesin olarak materyalizmin lehine sonuçlandırma fırsatı sağladığını, çünkü materyalizmin gerçekten geliştiğini ve idealizmi onulmaz bir yenilgiye uğrattığını söylemek istiyordu. Şu halde, demek ki, diyalektik okurken gördüğümüz gibi "uzlaşma"yla, "sentez"le değil, idealizme karşı savaşla bu çelişki çözülebilir.
Biryıldırım tehlikesi, iki şekilde uzaklaştırılmaya çalışılır. Ya paratoner kurularak, ya da tanrıya yakarıp, mum yakarak. Birinci yöntem, yıldırımın belirli maddi nedenleri olan maddi bir olay olduğu ve bunun sonuçlarından da, bilimsel bilginin ve tekniğin bize sağladığı yollarla sakınılabileceği fikrinden hareket eder. İkinci yöntem, yıldırımın her şeyden önce doğaüstü bir nedeni olan, tanrısal öfkenin ve tanrı kudretinin bir işareti olduğu ve bundan ötürü de mum yakma ve dua gibi sihirli, büyülü çarelere başvurarak insan ruhunun tanrının ruhu üzerindeki etkisinin savuşturulmaya çalışılması fikrinden hareket eder. Böylece gördüğümüz gibi, olayların nedenlerini anlayış tarzı, kaçınılmaz olarak, farklı pratik yollarla, birinci durumda materyalist ikinci durumda idealist yollara götürür ve doğal olarak pratik sonuçlar da farklı olur.
Toplumsal yaşamın olayları sözkonusu olduğu zaman da, bu engelleme daha az gerçek değildir. Rabelais, Picrochole'un Savaşı bölümünde, iki tutumun sanatsal bir tablosunu bıraktı. Saldırgan Picrochole, yağma etmeye niyetlendiği manastıra saldırdığında, keşişlerin çoğu mihrap dairesine kapanıyor ve ruhlarını tanrıya emanet ediyorlar; yalnız Jean des Entommeurs birader eline geçirdiği sağlam bir sopayla, o zamana kadar meyve bahçelerini tahrip etmiş olan Picrochole'un paralı askerlerine kıyasıya vurarak onları hep dışarı ediyor; böylece, bir saldırgandan kurtulmak için ona karşı koymanın dua etmekten daha çok işe yaradığını gösteriyordu.
İdealizmin en eski biçimi, doğa olaylarını maddi olmayan güçlerin etkisiyle açıklamak ve doğayı "ruhlar" tarafından canlandırılmış olarak kabul etmekten ibarettiri. Öyle görünüyor ki, idealizmin bu fu formayla savaşmak çok zor olmasa gerekir. Üretimin, tekniğin ve bilimin ilerlemesi sonuç olarak bu çeşit açıklamaları gittikçe, yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Çok önceleri de, gelişmiş halklar, ateş, su ve hava cinlerini, ancak sihirle, büyüyle açıklayan gizemli güçleri doğadan kaldırıp atmışlardır ve peri ve cin masallar ancak küçük çocuklara anlatılar masallar haline gelmiştir.
Nesnel idealizm, bazı çağlarda, mantığa uygun bir çekirdeği olan büyük felsefeler doğurabildiyse de, cançekişen burjuvazinin her çareye başvurarak kitlelerin dikkatini dünyanın materyalist açıklamasından çevirmeye gerek duyduğu çağımızda -emperyalizm çağında- idealizm, açıkça, akla-aykırı, gerici bir durum alır.
Örneğin Freud, insanı ve toplumsal yaşamın olaylarını, insanda maddi olmayan bir kuvvetin "bilinçaltı" dediği gizemli bir kuvvetin gizli "eğilimleri"nin varlığıyla açıklar. İyi niyetli insanların saflıklarını kötüye kullanma kararında olan şarlatanlar için güzel bir nimet. Bilinçaltı, gerçekte, canlıcılığın, dünyada maddi olmayan güçlerin varlığına inancın en son şeklidir.
"Dünyayı, 'mutlak fikir'in, 'evrensel tin'in, 'bilinç'in cisimleşmesi olarak düşünen idealizme karşılık, Marx'ın felsefi materyalizmi, dünyanın, doğası gereği, maddi olduğu; evrenin sayısız olaylarının hareket halindeki maddenin başka başka olguları oldukları; diyalektik yöntemin ortaya koyduğu gibi, olayların bağıntılarının ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarının, hareket halindeki maddenin gelişmesinin gerekli yasaları oldukları; dünyanın, hareket halindeki maddenin yasalarına göre geliştiği ve hiçbir 'evrensel tin'e ihtiyacı olmadığı ilkesinden hareket eder." (Stalin, Diyalektik Materyalizm ve Tarihi Materyalizm, s 10)
Stalin evrenin çeşitli olaylarının, ne olurlarsa olsunlar, ruhların ya da maddi olmayan "güçler"in müdahalesinden ileri gelmediklerini, ama hareket halindeki maddenin çeşitli yönleri olduklarının önemle altını çizer.
Materyalizme göre, hareket, maddenin temel özelliğidir, madde harekettir.
Fakat burada, tarihsel bir olguyu hesaba katmak gerekir: basit yer değişmenin ya da bir yerden bir yere gitmenin yasalar bilimsel olarak ancak yeni tanınıyordu. Maddenin diğer hareket biçimleri henüz yasalarını açığa vurmamışlardı: kimya, termodinamik, biyoloji yoktu. Ya da daha çok bilimlerin inceledikleri bütün olaylar, mekanik nedenlerle açıklanmaya çalışılıyordu. Maddenin hareketinin çeşitli biçimlerinin karekterislik niteliği bilinmediği için, yanlış yolda yürünüyordu. Bu çağın materyalizmine verilen mekanist materyalizm adı da bundan ileri gelir. Engels, bunun, marksizm-öncesi materyalizmin başlıca kısır noktalarından biri olduğunu söyler.
Sadece diyalektik materyalizm, maddenin hareketinin karakteristik biçimlerinin sözkonusu olduğunu göstererek, maddenin yalnız mekanik harekete değil, gerçek değişikliklere ve nitel dönüşümlere yetenekli olduğunu, son olarak maddenin, şeylerin kendi bağrındaki çelişkilerin varlığında yatan bir iç dinamizme, bir etkinliğe, bir yaratıcı güce sahip olduğunu göstererek bu olaylara doyurucu bir açıklama getirebildi.
Doğanın diyalektiğini net olarak izah eden, mekanist materyalizmin kesin olarak aşılmasını ve diyalektik materyalizmin kurulmasını sağlayan, üç büyük bilimsel buluş olmuştur;
a) nitel değişiklik fikrini yaratan ve çeşitli fizik "kuvvetleri"i, maddenin hareketinin yönleri olarak ortaya koyan enerjinin dönüşümünün bulunması;
b) canlı organizma yapısının sırrını açıklayan, kimyasaldan biyolojik olana geçişin kavranılmasına ve canlı varlığın gelişmesinin anlaşılmasına olanak sağlayan canlı hücrenin bulunuşu;
c) çeşitli türler arasındaki metafizik engeli, insanla doğanın geri kalan bölümü arasındaki engeli yıkan, canlı türlerin evriminin bulunması ve insan toplumları da içinde olmak üzere, bütün evreni, doğal tarih süreci olarak, tarihsel bir gelişmeye bağlanmış madde olarak ortaya koyan, genel olarak evrim teorisinin bulunması.

Diyalektik materyalizm, yaşam gibi, düşünce gibi olayların kendilerine özgü niteliklerinden hiçbir şeyi kaybettirmeden, hiçbir "yaşamsal" ya da "ruhsal ilkenin" yardımına başvurmaksızın doğal açıklamasını gerçekten yapabilecek güçtedir. Bu açıklamanın ayrıntısını nerede aramalı? Bunu yanıtlamak elbette ki, bilime; ileri doğru gidişi diyalektik materyalizmin ilkeleriyle aydınlanan bilime, Miçurin ve Lisenko'nun, Olga, Lepeşinskaya'nın, Seçenov'un, Pavlov'un ve onların öğrettiklerinin bilimine düşer.

Diyalektik materyalizm, bilimin gücüne güvenir. İdealizm ise, aksine, sanki her şeye göre hazırlanmış bir yanı olması gerekmiş gibi, güçsüzlüğünü ilan etmekte acele eder. Yalnız ahmaklar, bilimin henüz önünde duran sorulara acele bir yanıt isteyebilirler. Bilimin maymuncuk yanıtı yoktur. İdealizmin ise böyle bir yanıtı vardır: bu "Ruh"tur; ama, bu, bilgisizliği örten bir sözcüktür. "Ruh", tanımlamaya göre, belli bir anda maddenin bilinen özelliklerinden hiçbirine sahip olmadığı için, maddenin henüz bilinmeyen özelliklerinden hiçbirine sahip olamadığı için, maddenin henüz bilinmeyen özelliklerinden ileri gelen her şeyi "açıklamaya" olanak verir. İdealist, kısaca, bilmediğimi ruha malederim, der.

Materyalizmi, ikibin yıldan beri (!) evrim göstermemekle  ve hep aynı şeyi yinelemekle suçlayan idealist ("yaklaşımın" değerini değerlendirme olanağına sahibiz"), madde hakkında donmuş, kalıplaşmış, dogmadik bir fikre sahiptir. Her ne zaman ki bilim, maddenin evrensel hareketinin yeni bir yönünü bulur ve böyle idealistçe "açıklama"ya kalan alanı daraltır, idealist, "madde"nin yokolduğunu, uçtuğunu vb. bildirmeye dikkat ve özen gösterir Yok olan, sönüp giden, onun, madde hakkında sahip olduğu dar, mekanist ve metafizik fikridir, başka bir şey değil. Maddenin, belli bir anda bilgilerimizin durumunu belirten, gittikçe daha derin ve gittikçe daha zengin olarak ardarda gelen bilimsel kavramları ile bilimsel araştırmalara sağlam teorik temel ödevi gören felsefi madde kavramını birbirine karıştırmamak gerekir.

"Materyalizm, diyordu Engels, her yeni büyük buluşla yeni bir görünüm almak zorundadır." Bu noktayı, bir sonuca bağlayarak, Engels'le birlikte, "hareketin, maddenin varoluş tarzı olduğunu", canlılık, özgüç (iç dinamiğinin) kaynağının, maddenin kendi içinde bulunduğunu söyleyelim. "Materyalist doğa anlayışının, doğanın, kendisini bize sunduğu gibi, yabancı bir katma olmadan, basitçe kavranılmasından başka bir anlama gelmediği doğrudur..." (Friedrich Engels)

Örneğin, kar kristallerinin (ya da kristalleşebilen herhangi bir cismin kristallerinin) her zaman belirlenmiş geomtrik bir biçim almasını nasıl açıklamalı? Nasıl olur da bir tavuk yumurtası bir civciv, bir ördek yumurtası ise bir ördek palazı verir? İki hayvan biçimi, civciv ve ördek palazı, henüz yumurtaların içinde mevcut değilken yumurtalar, aslında, ancak madde olarak birbirlerinden ayrılırlar, biçim olarak değil. Görülüyor ki, soru geneldir ve biçimleri, coğrafya biçimlerini, kristal biçimlerini, bitkisel biçimleri, hayvansal biçimleri ve hatta gramer biçimlerini ve hareket biçimlerini ve "içgüdü" denen hayvanların davranışlarını da unutmadan bütün biçimleri inceledikleri için, bu soru, "morfoloji" denilen bilimin bütün bölümlerinden sorulur.
Bu sorulara diyalektik materyalizmin yanıtı farklıdır (mekanist materyalizm ise bir yanıt verme yeteneğinde değildir ve alanı finaliteye boş bırakır). Diyalektik materyalizme göre biçim, güncel içerik ile, yani "olayların karşılıklı bağlantıları ve koşullandırmalarıyla", maddenin güncel durumu ve madde içindeki, maddeyi çevreleyen ortamdan gelen koşullarla ayrılmaz bir şekilde bağlı bulunarak gelişen çelişkilerin durumuyla belirlenir.
Yumurtanın bu kimyasal içeriği, dış koşulların etkisi altında (örneğin ısı ile) ve kendi iç çelişkileri temelinde kendi kendine farklılaşır. Şu halde, son tahlilde, hayvanın bedeninin biçimini belirleyen şey, çeşitli hayvan türlerinin yumurtasının biyo-kimyasal yapısıdır: içeriğin gelişmesi, biçimin gelişmesinden önce gelir. Hiçbir düşüncel ön-oluşma, hiç-bir önceden belirlenmiş "kendinde-biçim" yoktur. Zaten böyle olsaydı, yani biçim önceden belirlenmiş olsaydı, bit türün bütün bireyleri kesin olarak tıpatıp birbirlerinin aynısı olurdu. Diyalektik materyalizme göre, biçim içeriksiz, yani belirlenmiş bir içerik olmadan varolamaz ve karşılık olarak içerik de biçimsiz, belirlenmiş bir biçim olmadan varolmaz.
İçeriğin biçim olmadan varolmayacağını söylemek, hiç de içeriğin biçim tarafından belirlendiği anlamında değildir. Biçimi belirleyen, içeriktir. Bu demektir ki, biçim, önceden varolan, değişmez bir şey değildir, yani değişkendir. İçerikte oluşan değişikliklerin sonucu olarak değişir. Çevre koşullarının değişmesinin etkisiyle önce içerik değişir; biçim, sonradan, içerikteki değişikliğe, içeriğin iç çelişkilerinin gelişmesine uygun olarak değişir. Bundan şu anlam çıkıyor ki, biçim, gelişmeden önce söz konusu değildir, biçim, belli bir gecikmeyle gelişmeyi yansıtır: biçim içerikten sonra gelir.
"Gelişme süreci boyunca, içerik biçimden önce gelir, biçim içeriğin gerisinde kalır. biçim olmaksızın içerik olanaksızdır, ama kastedilen şey, belli bir biçimin, içeriğin gerisinde kalması nedeniyle, bu içeriğe asla tamamen uymaması; ve bunun için yeni içeriğin bir süre kendisini eski biçimle örtmek 'zorunda olması' ve bunun, aralarında bir çatışmaya yolaçmasıdır." (Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi?)

Diyalektik materyalizm, idealist amaç teorisini kökten baltalar, yıkar. Bunu görüyoruz, ama aynı şekilde, çeşitli olayların birbirleri üzerinde etkisini basit bir mekanik tarzda, sağlam, katı cisimlerin değişmez, hareketsiz biçimlerle bir içiçe geçişi biçiminde tasarımlayan mekanist gerekirciliği de reddeder.

Marksist materyalizm, bilime, üretken bir öğreti durumuna getirir;bilimin bulduğu yasaların, diyalektik yöntemle düzenlediği ilgi ve bağıntıların keyfi ilişkiler olmadığı, hareket halindeki maddenin gerekli yasaları oldukları fikrini getirir.
Materyalist bilim, olayların birbiri ardına gelişini saptamakla yetinen ve durmadan kendi kendilerine yarın güneşin doğup doğmayacağını sorabilen "görgücüler"in ("empiristes") sıkıntı ve korkusunu tanımaz.
Materyalist bilim, belli koşullarda, öngörülen olayın olumlamasının olanaklı olmadığı, çünkü doğanın kendi kendine sadık olmadığı, doğanın bir olduğu fikrinden hareket eder.
Materyalist bilim, bilimin, maddenin nesnel bir özelliğini ifade ettiği belli koşullarda, belli bir gelişme sırasında, belli bir olayın ortaya çıkışının kaçınılmazlığını ifade ettiği fikrinden hareket eder.

Engels, herhangi bir gezegen üzerinde gerekli koşullar biraraya geldiğinde yaşamın belirlenmesinin kaçınılmazlığını ve türlerin evrimi süreci sırasında, başka bir gezegende ve başka bir zamanda da olsa gerekli koşullar biraraya gelirse, insanın ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.

İşte, doğal zorunluluklar, evrenin birliğiyle, maddenin yasalarının evrensel oluşuyla ilgili olarak anlaşılması gereken şey budur. Burada şu anlam vardır; doğanın ve toplumun yasaları ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir ya da ortadan kaldırılabilir. Doğanın ve toplumun yasaları ancak keşfedilebilir.
"Bu yasaları keşfetmek, onları bilmek ve onlara dayanarak, onları toplumun yararına kullanmak, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön vermek, etki alanını sınırlamak, kendilerine yol arayan başka yasalara yolaçmak olanaklıdır, ancak, ne varolan yasalar yok edilebilir, ne de yeni ekonomik yasalar oluşturulabilir." ( J. Stalin, ).

Diyalektik materyalizmin çıkışı, dinin ve tanrıbilimin eleştirisini derinlemesine değiştirdi. Eskiden rasyonalist filozoflar hıristiyan tanrısı üstüne eleştirilerini, böyle bir kavramın sürüklediği sayısız tutarsızlıklara işaret ederek geliştiriyorlardı: bir saf ruh, nasıl maddeyi oluşturabilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık, nasıl zamanın bir anında dünyayı yaratabilir? "İyi"liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanları, depremleri ve Apocalypse'in üç kara atlısıyla simgelenen kötülükleri; savaş, kıtlık ve salgınlar yaratabilir? Tanrı her şeye kadirdir, güçlüdür, 2 kere 2'yi 5 ettirmeli ve doğruyu yanlış yapabilmelidir. Öyle değil mi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her şeye muktedir olabilir mi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her şeye muktedir olabilir mi? ve eğer tanrı, en üstün derecede, tanrısalca eksiksiz ve yetkin ise, adaletsizliği cezalandıramaz mı? Ve adaletsiz olmayabilir mi? vb. vb.
Din, bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine imgesel açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam şu ya da bu biçimde, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşmandır. Bu özellik, kendi sömürülerini yığınların gözünden gizlemekte çıkarı olan sömürücü sınıflar tarafından, sonuna kadar kullanılmaktan geri kalmıyordu.
Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilgenliğine, eylemsizliğine, onların inanışına, yumuşak başlılığına, mutsuzluğun alın yazısı olduğu inancına muhtaçtırlar, ama, aynı zamanda, kitlelerin mutluluk umutlarının diğer dünyaya doğru çevrilmesi gerekir: geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen kitlelere yeryüzündeki "fedakarlıklarının" ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, önce, antikçağda aman vermez bir kader olarak tasarlanan ruhun (ame) ölümsüzlüğü, diğer dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür.
En eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar, kitleler üzerindeki etkisini sürdürdükleri yalanların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden, "düzenin korunmasının" ideolojik kuvveti olarak, Marx'ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı.
Daha eski Mısır rahipleri, tanrıların heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler "imal ediyorlardı"; Romalılar, "iki kahinin gülmeden birbirine bakamayacaklarını" sağlıyorlardı ve Ciceron, dinin, kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu. Eski Düzenin gerici feodalleri, bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmaya çalışmak için dini kullandılar; tıbbi araştırmaları, cerrahlığı yasak ettirdiler. Dünyanın, evrenin merkezi olmadığını söylediği için Galile'yi mahkum ettirdiler. 20. yüzyılda bile,, Çarların Rusyası'nda, Miçurin, çarlık polisine, kutsal şeylere saygısızlık eden bir adam olarak ihbar edilmişti: Miçurin, bitki türlerine çaprazlama yapıyordu.
Günümüzde devrimci olan tek görüş, diyalektik materyalizmdir.
Materyalizm, insanı sosyalizme götürür.
Hareket halindeki maddeden başka hiçbir şey sonsuz değildir.
Hiç kuşkusuz, mikroplar, keşiflerinden daha önce de vardı, çünkü, o zamana kadar tedavi edilemez sanılan ve mikropların bulunuşuyla tedavi edilen hastalıklar, mikropların bulunuşundan önce de vardı.
Hiç kuşkusuz, bir canlı varlığın varolabilmesi için gereken koşulların hepsinin birden yeryüzünde bir araya gelmediği bir zaman olmuştu.
Hiç kuşkusuz, toplumun maddi yaşamı, insanların bilincinden bağımsız olarak vardır, çünkü, ne kapitalist ne de proleter, kimse, ekonomik bunalımı dilemez, ama o yine de kaçınılmaz bir şekilde oluşur.

Marx: "Düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak olanaksızdır.Bu madde, evrende var olan bütün değişmelerin etkenidir."
Engels: "Bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler, bilincimizin ve düşüncemizin, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey değillerdir."
Lenin: "Dünyanın tablosu, maddenin nasıl hareket ettiğini ve 'maddenin' nasıl 'düşündüğünü' gösteren bir tablodur"

Düşünce bir hareket değildir, düşünce, "düşünce"dir demek, hemen hemen "ısının bir hareket değil, ısı olduğu" ileri sürmek kadar bilimseldir, gözleminde bulunuyor.
Düşünce, canlı türlerdeki duyu organları, sinir sistemi ve özellikle sinir sisteminin organizmaya komuta eden üst segmenti beyin, temsil ettikleri yüksek bir yetkinlik derecesine varan doğa gelişiminin tarihsel bir ürünüdür. Beyin, aynı zamanda, hem organizma içinde hüküm süren koşullar, hem de dış koşullar yansıtır.

İnsan türünün başlangıcında düşüncenin ilk hareketlerini oluşturan iştir., pratiktir, üretimdir. İş, bir bedduanın, "ekmeğini alnının teriyle kazanacaksın" bedduasının meyvesi değildir.. Emek, insanla doğanın öz birliği, tözel birliğidir, insanın yaşayabilmek için doğaya karşı savaşıdır, bütün düşüncenin kaynağıdır.

Engels, ünlü bir metinde, emeğin, hayvanlıktan henüz çıkmakta olan insanın duyumlarını çoğaltarak, ellerini ve bunun sonucu olarak da beynini nasıl geliştirdiğini ve bunun da ona nasıl yeni pratik gelişimler sağladığını göstermiştir. Demek ki, el, emek organı el, aynı zamanda emeğin ürünüdür.

Bilim şunu öğretir, eğer bir kişi bütün sosyal yaşamından kopar, onun dışında kalırsa, düşüncesi aşırı ölçüde değişir, körelir; belleği dağılır; iradesi zayıflar, yok olur. Eğer bu kişi sosyal yaşamını hiç tanımadıysa onun insan niteliği kaybolur. Ormanlara bırakılmış ve kurtların koruyup baktıkları çocukların, kurtların huylarını aldıkları görülmüştür.

İnsan beyni, inceliyor ve yeni ilgilerle zenginleşiyor. Şu halde beyin, aynı zamanda toplumsal bir üründür de. Son olarak dilin ortaya çıkışı, ön anlamıyla düşüncenin ve düşünmenin ortaya çıkışıdır. Önemli bir basamak atlanmış, ileri doğru kesin bir adım atılmıştır. Emek olmadan, toplumsal eylem olmadan, dil olmaz, düşünce olmaz.

"İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değil, tam aksine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır." (Karl Marx)

Daha karmaşık bir örnek alalım: küçük tüccar, çok ağır vergiler ödüyor, tekstil işçisi işsizlik tehdidinde, küçük memurun aldığı aylık aybaşını zor getiriyor. Diyelim ki birincisi "Milliyet", ikincisi "Sabah", üçüncüsü "Cumhuriyet" gazetesini okuyor. Herbiri kendi gazetesinde kendi sefaletinin bir yankısını bulur; burjuva yazar, küçük insanların üzüntülerinden yakınır. Bu gazeteler, TV. kanallar, durumu duygusal yönleriyle kısmen yansıttılar. Ama o kadarla kalırlar, durumun nedenlerine yönelik açıklama yapmaya yanaşmazlar, gelişigüzel bir şekilde onu-bunu, yönetimin israfını küçük işletmelerin sayısını ya da köylüleri suçlarlar.

Marksizme göre bu, yalnızca duyularımızla algıladığımız bilginin yeterli olmadığının, çünkü, her ne kadar duyularımız gerçekle temasımızı sağlıyorlarsa da bize gerçeğin ne olduğunu anlatamadıklarının kanıtıdır. Diyalektik bize bir olayı anlamak için, olayla başka olaylar arasında bağlantılar kurmak gerektiğini, onun kökenini bilmek, iç çelişkilerini yakalayıp ortaya çıkarmak gerektiğini öğretir. Bilim, fikirlerle tanıma, yalnızca güneşin gerçekte nasıl olduğunu bize bildirmekle kalmayacak, aynı zamanda, onu neden düz ve kırmızı gördüğümüzü de öğretecektir. Bilim bize olayların özünü verir.

"Bilginin duyusal aşaması, yani duyumlar ve izlenimler aşaması, bilginin ilk aşamasıdır. Toplumsal pratik sürüp gittikçe, pratiğin seyrinde insanda algılar ve izlenimler uyandıran şeyler, (Bu yineleme beklenmedik bir şey değildir, doğal zorunluluğun sonucudur.) birçok kez tekrarlanır ve insan zihninin bilgi sürecinde, sonucu kavram kurulmasına varan, ani bir değişim, bir sıçrama olur. Bu haliyle kavram, artık, şeylerin doğasını, bunların birleşimden kopuk aşamalarını ya da dış ilişkilerini değil, bunların özlerini, bütünlüklerini, iç ilişkilerini kapsar. Kavram ve algı, yalnızca nicelik yönünden değil, nitelik yönünden de birbirinden farklıdır." Lenin; "Kavramlar maddenin kendisinin en yüksek ürünü olan beynin en yüksek ürünleridirler."

İnsanların fikirleri arasında çelişkiler varsa, bu, bizim düşüncemizin yansıttığı gerçekte de çelişkiler olmasındandır. Şeylerin diyalektiği, fikirlerin diyalektiğini yaratır ve tersi olmaz

Marx; "Düşüncenin hareketi, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."

Eğer önce değişilkiğe uğrayan şartların kendisiyle ve sonra bunun sonucu olarak insanların bilinci değişiyorsa, şu ya da bu öğretinin, teorinin, ya da idealin derin nedenini, ne insanların beyninde, ne onların imgeleminde, ne de yaratıcı dehasında değil, maddi koşulların gelişmesinde aramak gerekir. Ancak bu koşulların analizine dayanan bir fikir iyidir ve kabul edilebilir.

İkinci olarak, eğer insanların bilincini, duygularını, gelenek ve göreneklerin dış koşullar belirliyorsa, yalnızca bu koşullardaki değişikliğin insanların bilincini değiştirebileceği açıktır. Sonsuz bir insan, "sonsuz bir insan doğası" yoktur. Bireysel varolma savaşımının geliştiği bir özel mülkiyet sisteminde, insanın bir başka insan için kurt olması "doğaldır". Sosyalist yarışmanın, sosyalist mülkiyetin geliştiği bir sistemde, insanlar arasındaki kardeşlik fikirlerinin zafer kazanması kaçınılmazdır. İnsan ne iyi, ne de kötüdür; koşullar onun nasıl yapmışlarsa öyledir. Marksizm, burjuva ideloglarının ortaya attıkları, insanı kötü yapan "kötü kurumlardır" demek mi doğrudur, yoksa insanın kötülüğü "kurumları" bozar demek mi doğrudur, sorusuna kesin bir yanıt getirir. İnsanın ahlakını bozan "kurumlar" değil, sistemdir yani kapitalizmdir. "Ahlaki yenilenme" yoluyla devrğim fikri, bir yalandır.

"Bütün insanların bu evrensel kanısı, bizlere, zihnimizde hiçbir şeyin bir imgesi ya da algısı olmadan varolmayacağını öğreten birazcık felsefe bilgisiyle hemen sarsılır. Götmekte olduğumuz masa, ondan uzaklaştıkça daha küçük görünür, ama bizden bağımsız olarak varolan gerçek masa, değişmez; o halde bizim zihnimiz, masanın imgesinden başka bir şeyi algılamamıştırç"

Lenin: "Bilinemezciyi biraz kazıyınız altında idealist bulacaksınız." demektedir. Öznel idealizmden hareket ederek nesnel idealizme ulaşılır. Yeter ki ona bir şans verilsin, bugün tanrı bilimin bütün isteyebileceği de işte budur. Bilinemezcilik ve olguculuk, bilginlerin ufuklarını daraltarak, onlara genişliği olan bütün teorik genellemeleri yasaklayarak, onların ellerini-kollarını bağlayıp, tanrıbilimin buyruğuna verdiği gerçekliği olmayan uydurmaların kucağına atarlar; papa, kendilerine aşağı-yukarı şu ağızla konuşur: "Bilim, görüyorsunuz, güçsüzdür: yalnız, onu aşam inan evrenin gizemini bulup ortaya çıkarmaya olanak verir." Yalnız marksist anlayış ve diyalektik materyalizm yöntemi, olgunculuğun içine hapsettiği bu güçsüzlükten, bilimi, çekip çıkarabilir.

"Dünyayı ve onun yasalarını bilme olanağını reddeden, bilgilerimizin değerine inanmayan; nesnel gerçeği tanımayan ve dünyanın, bilimin hiçbir zaman tanıyamayacağı, bilemeyeceği 'kendinde şeyler'le dolu olduğunu düşünen idealizme karşılık, marksist felsefi materyalizm, dünyanın ve yasalarının pekala tanınabilir, bilinebilir oldukları, deneyimle, pratikle gerçeklenmiş doğanın yasalar hakkındaki bilgimizin geçerli bir bilgi olduğu, nesnel bir gerçek imlemi taşıdığı; dünyada hiç de bilinemez şeyler olmadığı, ama yalnızca henüz bilinmeyen, bilim ve pratik yoluyla bulunacak ve bilinecek şeyler olduğu ilkesinden hareket eder."

Materyalizm, aksine, insan zekasının kökeni sorununu, insan zihninin, evrimin bir ürünü, insanlığın binlerce yıllık deneyiminin ürünü, pratiğin bir ürünü olduğunu, bilincin ise toplumsal bir ürün olduğunu gösterir. Eğer bilinç, doğadan ve toplumdan çıkıyorsa, doğaya ve topluma yabancı değildir. O halde doğa ve toplum yasalarını doğru olarak yansıtabilir. "Fikirlerin diyalektiği şeylerin diyalektiğini oluşturmaz." (Lenin).

Diyalektik materyalizme için bilgi, aklın, duyuların verilerini "yorumlamasına" aracılık eden bir işlem değildir, insan beyninde gerçeğin gittikçe daha doğru, daha şaşmaz yansımasını oluşturan karmaşık  bir süreçtir. Biliyoruz ki, bu süreç, nitel bakımdan birbirlerinden ayrılan iki dereceyi içine alır: duyusal derece, akılcı derece ya da pratik ve teori. Ayrıca gördük ki, pratik, pratik, teorinin gerekli hareket noktası, bilginin kaynağıdır. Aynı zamanda gerçeğin kriteridir. Yani her teori, gerekli olarak, pratiğe dönmelidir ve bu, iki nedenden böyle olmalıdır: birincisi, teori, kesin olarak pratik tarafından yaratılmıştır, dünyayı seyreden hevesli bir hoş merak için değil, dünyayı değiştirmeye yardım etmek için kurulup hazırlanmıştır; ikincisi, mademki gerçek, kesiksiz hareket ve değişikliktir, kendi kendine  yeterli  olmaya çalışan bir teori, sonuçta kısırlaşır, artık ölü bir dogmadır; ısrarla, durmadan pratiğe dönmezse, bilgi süreci duraklar, artık gerçeğin gittikçe daha kesin, daha şaşmaz bir yansısını elde etmek, teorinin yetersizliklerini düzeltmek, dünya bilgisini derinleştirmek mümkün olmaz.

Teoriyi ihmal eden pratikçiliğe saplanır, körler gibi karanlıklar içinde yürür. Pratiği ihmal eden ise dogma içinde donar kalır, artık kafası çınlayan bir doktrinerden başka bir şey değildir. "Kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsızdır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta yürümesi gibi." ( J. Stalin).

Marksizt bilgi anlayışı, "tarafsız", "nesnel" olmak için, gerçeği görmek için kendini pratikten uzak tutmak gerektiği yolundaki yanlış fikri çürütmemizi sağlar. Burjuva nesnelciliği denen bu yanlış fikir, marksizme karşı bir savaş makinesidir. Bu, kendi deneyimlerinden "etkilenmiş" olduğu için deneyler yapan fizikçinin nesnel olamayacağını söylemek gibidir.

"Bilgi edinmek istiyorsanız, dünyayı, yani gerçeği değiştirme pratiğine bizzat katılmalısınız. Armudun tadını bilmek istiyorsanız, armudu, bizzat yiyerek ağız tadınızı değiştirmek zorundasınız. Atomun yapısını ve özelliklerini bilmek istiyorsanız, atomun durumunu değiştirmek için, fizik ve kimya deneyleri yapmanız gerekir. Devrimin teorisini, yöntemlerini bilmek istiyorsanız, devrime katılmak zorundasınız. Bütün gerçek bilgi, doğrudan deneyimlerden doğar." (Mao).

Bu nedenle, harekete katılmak yerine kollarını bağlayıp seyrederek, marksizmi doğru olarak ve derinlemesine özümle-meyve olanaklı değildir. Ancak hareketten uzak durularak marksizmin değeri hakkında bir yargıya varabileceğini ileri süren küçük-burjuva ideologları alınmasınlar; teori ancak hareketle kurgulanır, doğrulanır ve zenginleşir. Yalnız devrimci pratik, kapitalist toplum gerçeğini bulmak fırsatını sağlar, çünkü yalnız devrimci pratik, bu toplumu dönüştürmeye, bu toplumun içinde hareket ettiği koşulları değiştirmeye niyetlenir; ve yalnız devrimci pratik, gerçeğe gereksinme duyar, çünkü, doğru bir teori olmayınca başarıya ulaşılamaz. Bunun içindir ki: "Materyalizm, şu ya da bu biçimde parti zihniyetini varsayar; materyalizm, her olayın değerlendirilmesinde, belirli bir toplumsal grubun görüşünü açıkça ve hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek biçimde benimsenmemizi gerekli kılar." (Lenin).

Günümüzde bu sosyal grup, devrimci proletaryadır. "Pratik yoluyla doğruyu bulmak ve pratik yoluyla doğruyu kanıtlamak ve geliştirmek. Algısal bilgiden başlayarak onu fiilen akla uygun bilgi haline getirmek ve sonra akla-uygun bilgiden başlayarak öznel ve  nesnel dünyayı yeni bir kalıba dökmek için devrimci pratiğe geçmek, pratik, bilgi, daha fazla pratik, daha fazla bilgi ve bu örneğin sonsuza kadar yinelenmesi ve her devirde pratik ve bilginin kapsamını daha yüksek bir düzeye ulaştırmak." (Mao).

Marksizm bir bilimdir; herkes ona  gereksinme duyar ve onu öğrenmelidir; Marksizm hiç kimse için gereksizdir ve yarasız değildir.

Objektif olmak, teorileri reddetmek değildir; toplumsal gelişmenin süreçlerine uygun bir teoriyle yetinmektir. Bu uygunluk, ancak toplumsal pratikle denetlenebilir, bu, pratik gelişme sürecini yaratmaz, ona ancak yardım eder, nasıl ki, bir bilim insanı, laboratuvarında bir sürecin gidişini hızlandırmaya çalışabilir ama bu sürecin yasasını ne ortadan kaldırabilir, ne de yaratabilirse.

Sonuç olarak, bilinemezciliğe karşı sadece teorik bakımdan savaşmamalıyız, aynı zamanda, yaptıklarımızın anlamını bilerek, dünya üzerinde etki yapılabileceğini ve marksizmin tarihsel gerçek olduğunu kanıtlayarak bilinemezciliği pratik bakımdan da yıkmalıyız. Örneğin, bilinemezcilik, savaş kimin suçu? bilinmez! derken, namuslu insanların eylemi, onları, savaş suçlularını ortaya çıkartmaya yöneltti. Böylece proletarya, marksist materyalizmin değerini, olmadan olmadan olacağı bilmenin değerini deneyimleriyle doğruladı. Sosyalistlerin hiçbir zaman doğruyu söyleyen ve haklı olan ilk insanlar olmaktan başka kusurları olmadığı sonucuna vardı. Oysa, olmadan olacağı doğru söyleyen, gerçek bilimi söylüyor demektir. Böylece, bilinemezcilik burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eder: eğer toplum bilimi yoksa hiçbir şey önceden bilinemez ve bu durumda elbette hiçbir şey yapmamak gerek; bırakalım egemen sınıf rahatına baksın! Bilinemezcilik sömürülenleri zayıf kılar. Tam aksine, toplumun bilimsel olarak bilinmesi mümkünse, ezilenler ve sömürülenler bu bilgiye sahip olabilirler, pratik ile teori arasındaki birliği, savaşımlarının sürükleyici yıldızı yapabilirler.

Şüphe ve kötümserlik doğuran, kavrayamadıkları olayların altında kalan insanların, artık hiçbir şeye inanmayan, yani ne olursa olsun, herhangi bir şeye inanmaya hazır insanların işi olan bilinemezciliğe karşı diyalektik materyalizm, rasyonel iyimserlik yaratır. İnsanın, olayların akışını bilmesine ve yön verebileceğinin anlaşılmasını sağlar. Materyalizm, eylemle birleşen düşüncenin gücüne sınırsız bir güven ilham eder. Marx'ın tezinin derinliği böylece aydınlanır.

"Filozoflar, dünyayı sadece değişik biçimlerde yorumladılar oysa söz konusu olan onu değiştirmektir." (Marx).

Marksist materyalizmin durumu tamamen farklıdır: savaşların nedeni, toplumların objektif gerçeklerinde yatar. Emperyalizm çağında, savaşların kökeninde, zor yoluyla yeni pazarlar elde etmeye çalışmasına neden olan ekonomik bunalımlar yatar. Objektif bir yasa olan azami kar yasası,, savaşları böyle açıklar. Öznel sürece (savaş fikrine, kine, saldırganlık içgüdüsüne) gelince, bunun kökeninde, objektif bir savaş durumu yaratan maddi çelişkiler vardır. Öznel sürecin ortaya çıkışını açıklayan objektif gerçektir, objektif gerçeği açıklayan öznel süreç değildir.

"Doğanın, varlığın, maddi alemin ilk verisi olduğu gerçekse, bilincin, düşüncenin ikincil veri, türev olduğu doğru ise, maddi dünyanın, insanların bilincinden bağımsız olarak varolan objektif gerçeklik olduğu, oysa bilincin bu objektif gerçekliğin bir yansıması olduğu doğru ise, bundan çıkan sonuç: toplumun maddi yaşamı, toplumun varlığı da, aynı şekilde ilk veridir. Buna karşılık, toplumun manevi yaşamı, ikincil bir veri, bir türevdir; toplumun maddi yaşamı, insanların iradesinden bağımsız olarak bulunan objektif bir gerçekliktir, oysa toplumun manevi yaşamı bu objektif gerçekliğin bir yansısı, varlığın bir yansısıdır." (Stalin: Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm,)

"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, gerekli ama kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişmişlik derecesine denk düşer." (Marx)

Yansıma olarak bizlere ideolojinin en belirgin örneklerinden birini, din verir. Teologların örneğine uyarak idealistler bütün insanların tanrı fikrini kendi kendilerine bulduklarını ve bu fikrin insanlığın başlangıcından beri varolduğunu ve insanlık sürdükçe süreceğini öğretirler. Gerçekten, tanrı fikri insanların eski toplumlardaki objektif durumunun bir ürünüdür. Engels'in formülüne göre din, insanın sınırlı anlayışlarından doğmuştur. Ne bakımdan sınırlı anlayışlar? Bir yandan, ilkel insanın düşman ve anlaşılmaz bir doğa karşısındaki hemen hemen tüm güçsüzlüğüyle; diğer yandan anlamadıkları ve kendilerine üstün bir iradenin ifadesi gibi görünen bir topluma körükörüne bağımlılıklarıyla sınırlı. Böylece açıklanamaz ve her şeye gücü yeten varlıklar, doğanın ve toplumun efendileri olan tanrılar, insanın doğa ve toplum karşısındaki objektif güçsüzlüğünün sübjektif yansısı oldular.

İnsanın insan tarafından sömürüsü sürdükçe, mutluluk ve mutsuzluk dağıtan insanüstü bir varlığa inancın objektif koşulları da varoluyorlar. "İnsan öneriyor, tanrı dağıtıyor, veriyor": Eski Rusya'nın yoksulluk altında ezilen ve gelecekten umutsuz köylüsü, kaderini, tanrısallığın ellerine emanet ediyordu. Sosyalist devrim, topluluğa, üretici güçlere egemen olma yeteneğini verirken, aynı zamanda, insanlara da doğa üzerindeki yetilerini giderek daha hızla arttırarak, doğayı, bilimsel bir biçimde yönetmek fırsatını verdi. O zaman, insanların bilinci dışında başka objektif koşulların doğurmuş oldukları ve sürdürdükleri dinsel aldatmacaların yavaş yavaş silinmesi için objektif koşullar ortaya çıktı.

Belli bir dönemde çözülebilir sorunlar, yalnız toplumun ihtiyaçlarının koyduğu sorunlardır. Onun için marksistler, eylemlerini, belli bir dönemde objektif koşulların derinlemesine incelemesi temelinde oluştururlar; onun için, bu eylem verimlidir. Böylece marksistler, tolumsal olayların, özellikle ekonomik olayların maddi niteliğini reddederek sosyalizmi mistik bir hale getiren Blum'un idealizmine karşı çıkarlar; olayların maddi niteliği reddedilirse, her eylem, başarısızlığa mahkumdur.

Emekçilerle ilişkilerinde, devrimci militan, hiçbir zaman onların düşündükleri ile yetinemez. Fikirler başka bir şeydir, maddi koşullar tamamen başka bir şey. Şu ya da bu proleter, farkında bile olmadan, burjuvazinin ideolojik baskısına uğrayarak tutucu fikirlere sahip olabilir. Bu şaşılacak bir şey midir? Hayır, çünkü, egemen sınıf, bir yandan emekçileri sömürürken, diğer yanda, emekçileri en iyinin böyle olduğunu inandırmak için her çareyi kullanır. (Okulda öğretilen resmi ahlak, sınıf savaşımını değil, varolan durumun sessiz sedasız kabulünü över). O halde, bu proleteri suçlamamak gerekir: onun yanlış fikirleri  burjuvazinin hüküm sürdüğü bir toplumun objektif gerçeğini ifade eder. Dahası var! Emekçilerin paylaştıkları görüşlerin çeşitliliğinin de ötesinde, objektif koşulların materyalist tahlilini yapan devrimci, çıkar ortaklığını ortaya koyarak, aydınlatacaktır. Eylem birliği böyle kurulur: eylem birliği olanaklıdır, çünkü, son tahlilde, sınıf savaşımının koşulalrını belirleyen düşünceler değildir, sınıf savaşımının koşulları, fikirleri belirler.

Devrimci fikirlerin nüfuz etmesi, ancak yaşamın somut görevleriyle bağlantı halinde, şantiyedeki atölyedeki, bürodaki, savaş içinde ve savaş yoluyla olabilir. Emekçilerin bilincinde (objektif yansı) kesin değişiklikleri olanaklı kılan, toplumsal savaşdır (objektif koşuldur). Böylece, henüz devrimci olmayan emekçiler, toplumun objektif çelişkilerini çözmek için birleşik savaşımda deneyim kazanırlar. Onlar da sıraları gelince devrimci olurlar.

"Ekonomik durum temeldir, ama, çeşitli üstyapı öğeleri -sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları,- - savaş bir kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb.,- hukuksal biçimler; hatta bütün bu gerçek savaşımların, savaşa katılanların beynindeki yansımalar, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha sonraki dogmatik sistemler halindeki gelişmeleri, hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve birçok durumda ağır basarak onun biçimini belirler. Bütün bu etkenlerin etkisi ve tepkisi vardır..." (Engels)

"Buna, bir de ideologların şu ahmakça düşünceleri eklenir: tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız tarihsel bir gelişmeleri olduğunu reddettiğimiz gibi, onların her türlü tarihsel etkinliklerini de reddediyoruz. Bu, bayağı, diyalektik olmayan, iki kutup gibi birbirine kaskatı karşı bir neden ve sonuç anlayışından, karşılıklı etki konusunda kopkoyu bir bilgisizlikten yola çıkmak demektir." (Engels)

"Anlaşılmadığı sürece ideolojik bir görüş açısı dediğimiz şeyi oluşturan bu tepetaklak duruşun, kendisinin de ekonomik temel üzerinde etki yapması ve bazı ölçüler içinde onu değiştirebilmesi olgusu bana göre apaçık birşeydir... "Barth, ekonomik hareketin siyasal yansımalarının vb., bizzat bu hareket üzerindeki bütün tepkisini neredeyse kabul etmediğimizi öne sürerken, yel değirmenlerine karşı savaşmaktan başka bir şey yapmıyor...

"Bütün bu baylarda eksik olan şey diyalektiktir. Her zaman burada yalnız neden, şurada da yalnız sonuç görüyorlar. Bunun boş bir soyutlama olduğunu, gerçek dünyada buna benzer metafizik kutupsal karşıtlıkların ancak bunalımlarda varolduğunu; ama şeylerin ileriye doğru bütün büyük akışının, güçlerin, kuşkusuz hiç de eşit olmayan güçlerin, etki ve tepkisi biçiminde oluştuğunu -bu güçler içinde ekonomik hareketin de oranlanmayacak ölçüde en güçlü, en başta gelen, en kesin güç olduğunu, burada mutlak diye bir şey olmadığını, her şeyin göreli olduğunu; bütün bunları, ne yapalım ki, bu baylar görmüyorlar..." (Engels)

Kapitalizm, doğasının bir sonucu olarak, emperyalist savaşlar doğurur demektir. Ama, kapitalizm savaşların gerekli nedeniyse de, onun varlığı, savaşlar başlatmaya yetmez; niçin? Çünkü birde halkların bu savaşı yapmayı kabul etmeleri gerekir. Kapitalistlerin askeri güçlere ihityacı vardır. Onların, halkları, savaş yapmak gerektiğine kandırmaya yönelen savaş siyasetleri, savaş ideolojileri buradan geliyor: Bu araçlarla, kapitalizmin yasasının -onu savaşa sürükleyen yasanın- serbestçe, kendi çıkarlarına olarak gerçekleşmesini sağlayacak bir şekilde hareket etmeye çalışıyorlar. Ama halklar, savaş politikasına, savaş ideolojisine karşı, zaman kaybetmeden, adım adım savaş vererek kapitalistlerin savaş için elverişli koşullar gerçekleştirmelerine engel olurlar. Fikirlerin önemi görülüyor. Bu tarihsel aşamada barışın olanaklı olduğu fikri, Sovyetler'e karşı bir haçlı seferi için kesin bir engel olma yolundadır. Niçin? Çünkü kitleler, bu fikri, gittikçe daha kuvvetle kendilerine maletmektedirler. Oysa savaşa gereksinmesi olan kapitalizm (bu anlamda savaş, kapitalizm için gereklidir), eğer halk yığınları "hayır!" derse, bu savaş gereksinimine gerek kalmayacak ve yerine getiremeyecektir! (bu anlamda savaş, kader değildir).

"Maddi ve düşüncel -iki farklı biçimde ifade edilen tek ve bölünmez bir doğa; maddi ve düşüncel- iki farklı biçimde ifade edilen tek ve bölünmez bir toplumsal yaşam: işte, doğanın ve toplumsal yaşamın gelişmesine böyle bakmalıyız." ( J Stalin)

"Bir de, toplumun öncü güçlerinin çıkarlarına hizmet eden, yeni öncü düşünceler ve teoriler vardır. Bunların önemi, toplumun gelişmesine, ilerlemesine yardım etmelerindedir; ayrıca, toplumun maddi yaşamdaki gelişmesinin gereksinimlerini ne kadar iyi, ne kadar aslına uygun yansıtırlarsa, o kadar daha önem kazanırlar. (Stalin: Tarihi Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm, s. 16)

"Toplumsal yeni düşünceler ve teoriler, ancak, toplumun maddi yaşamındaki gelişme, toplumun önüne yeni görevler koyduğu zaman ortaya çıkarlar. Ama bir kez ortaya çıktıktan sonra, toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin koyduğu yeni görevlerin yerine  getirilmesini kolaylaştıran çok önemli bir güç haline gelirken; toplumun gelişmesine yardım ederler. İşte, yeni düşünce ve teorilerin, yeni siyasal görüş ve kurumların örgütleyici, hareket sağlayıcı, değiştirici rollerinin bütün önemi o zaman kendini gösterir. Açıkçası, yeni toplumsal düşünceler ve teoriler ortaya çıkıyorsa, bu doğrudan doğruya, topluma gerekli oldukları içindir, çünkü onların örgütleyici, hareket sağlayıcı ve değiştirici etkileri olmadan, toplumun maddi yaşamındaki gelişmesinin getirdiği, geciktirilemez, zorlu sorunların çözülmesi olanaksızdır. Toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin koyduğu yeni görevlerin ortaya çıkardığı yeni toplumsal düşünce ve teoriler, kendilerine bir yolaçarlar, harekete geçirdikleri ve toplumun can çekişen kuvvetlerine karşı örgütledikleri halk yığınlarının öz malı haline gelirler, böylece, toplumun maddi yaşamının gelişmesini engelleyen bu kuvvetlerin devrilmesine yardımcı olurlar." (Stalin: Tarihi Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm, s. 16

Burjuvazinin egemenliği için yaralı olan fikirlerle savaşmamak, proletaryanın ellerini bağlamak demektir.

"Halklar barışın sürdürülmesi davasını kendi ellerine alırlarsa ve onu sonuna kadar savunurlarsa, barış sürdürülür ve netleşir. Savaş suçluları, halk yığınlarını yalanlarla sarmalayabilir ve onları yeni bir sünya savaşına razı edebilir ve sürükleyebilirlerse, bu durumda savaş kaçınılmaz olabilir." ( J Stalin)

** Toplumsal fikirlerin ve teorilerin kesin, belirleyici rolü, toplumun maddi gereksinmeleriyle birebir uyumlu olan, tarihi yapan ve sömürücü burjuvazinin dirençlerini kırabilecek gücün tek sahibi olan emekçi yığınlarının ihtiyaçlarına tamamıyla uyan bir teorisi edinmemizi bir ödev, bir yüküm haline getirir.  Opotünistlerin yaptıkları gibi -Rus Menşeviklerinden tutun, Leon Blum'a ve Jules Moch'a kadar- teoriyi küçümsemek, işçi sınıfının, devrimci harekete yön veren pusuladan yoksun bırakmak demektir.

"Felsefe tarihi ve toplumsal bilim tarihi bize tam bir açıklıkla göstermektedir; marksizmde, dünya uygarlığının gelişim prensibi dışında doğmuş, dargörüşlü, taşlaşmış bir öğretisi olan 'sekterizm'e benzer  hiç bir şey yoktur."
"Tam aksine, Marx'ın dehası, tamamen, insanlığın en önde gelen beyinlerinin getirdiği sorulara yanıtlar sağlamış olmasındadır. Onun öğretisi, felsefenin, ekonomi politiğin ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin, dolaysız ve doğrudan bir devamı olarak doğmuştur." (V. İ. Lenin).

Nasıl Fransız devrimi, o güne kadar sonsuz sanılan feodal düzene son verdiyse, diyalektik de aynı şekilde sonsuzluğuna inanılan gerçekleri tahdından indiriyor.

İdealizm, her zaman, objektif bir güçsüzlüğün yansımasıdır.

"Ödenmemiş emeğe elkoymanın, kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzında ortaya çıkan işçi sömürüsünün temeli olduğu; ve kapitalistin, işçinin emek gücünü pazardaki bir meta gibi tam değerini ödeyerek satın alsa bile, ondan, ona ödediğinden daha çok değer çıkardığı (sağladığı); ve son çözümlemede, bu artı-değerin, varlıklı sınıfların ellerinde sürekli olarak artan sermaye birikimlerinin çıktığı değerler tutarını oluşturduğu gösterildi. Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin doğumu, ikisi de, açıklandı." (Engels)

Ütopik sosyalizm, kapitalist toplum tarafından yaratılmış olan koşullar içinde doğmuştur. Burjuvazi, feodal düzene karşı, özgürlük ve kardeşlik adına savaş vermişti. Oysa onun egemenliği Fransa'da ve İngiltere'de toplumdan tam bir orman yarattı. Kapitalizm çerçevesi içinde sanayinin gelişmesi, işçilerin sömürülmesi koşuluna dayandığı için, zenginlikleri elinde bulunduran burjuvaziye bolluk ve iktidar sağlayan yeni feodallikler, bir tür para feodalleri oluşurken, toplumun diğeri kutbunda emekçi sınıfların yoksulluğunun alabildiğine korkunç oranlarda arttığı görüldü.

Şu halde, kapitalizmin içinde filizlenen ve bir bunalım halinde patlak verinceye kadar gelişen ve kaçınılmaz bir şekilde kapitalizmin yıkımını hazırlayan çelişkinin: kapitalizmde gelişen üretici güçlerin toplumsal niteliği (büyük sanayi) ile mülk edinmenin özel niteliği (kapitalist kar) arasındaki çelişkinin bulunup ortaya konmasına götüren yol, objektif tahlildir -yersiz bir önyargı değildir. Proletaryayı burjuvazinin yerini alacak bir sınıf olarak görmeye sevkeden şey, elverişli bir önyargıyı ya da bir "duygu" değildir, kapitalizmin objektif tahlilidir; Marx, kapitalizmin ancak artı-değer sayesinde, yani proletaryanın sömürülmesi sayesinde mevcut olabileceğini buldu. Öyleyse, burjuvazi ile proletaryanın çıkarlar arasındaki çelişki, kapitalizmin içindedir, ondan ayrılmaz ve burjuvazi ile proletaryanın savaşı kapitalizmin gerekli bir sonucudur. Görülüyor ki, Marx'ı, "sınıf savaşımını icat etmekle" (Burada Sınıf savaşı (sınıflar değil, "sınıf"), burjuvaziye karşı proletaryanın savaşı anlamına gelir.

Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) sınıf savaşımının gerekli olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur..."

Sınıf savaşı tarihin motor gücüdür, çünkü, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki, onunla çözülür. Kapitalizm için de aynı şey olacaktır: proletaryanın, sömürülen sınıfın, sömüren sınıfa, burjuvaziye karşı savaşı, üretici güçlerle, kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi çözecektir. Nasıl? Üretim ilişkilerinin üretici güçlere uygun hale getirilmesiyle, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, yani tarihsel gelişmenin gerekli aşaması olan sosyalizm ile (eskiden kapitalizm ile olduğu gibi).

Marx, kapitalist burjuvazinin tarihini inceleyerek, burjuvazinin feodaliteye karşı objektif olarak devrimci bir savaş yürütmüş olduğu şeklinde belirleme yapıyor. Büyük üretimin hızla gelişmesini, toplumların ilerlemesinin koşulu olan üretimin gelişmesini sağlayan burjuvazi oldu. Ama, bundan böyle, devrimci sınıf rolü, toplumsal gelişmeyi engelleyen burjuvaziye karşı sınıf olmak rolü, artık peroletaryaya düşüyor.

Çünkü, burjuva toplumun karakteristlik ürünü proletarya (diğeri sınıflardan: zanaatçılar, köylüler, küçük-burjuvalardan farklı olarak) yaşamını ancak egemen sınıfa; kapitalist burjuvaziye karşı savaş vererek sağlayabilir. Çünkü kapitalizmin yoğunlaşması, proletaryanın da yoğunlaşmasını önüne geçilmez bir şekilde kuvvetlendirir ve proleter güçleri sayıca artırır.
Her şeyden yoksun olan proletaryanın gerçekte zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Çünkü, en ilerlemiş üretici güçlere bağlı olan proletaryanın kurtuluş için  tek çaresi vardır; bu çare, kesin olarak,  bu üretici güçlerin proletaryaya karşı dönmelerine neden olan kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır; onun çıkarı, böylece büyük üretim ve değişim araçlarını, her türlü sömürünün ortadan kalkacağı bir toplumda, herkesin mülkiyeti haline getirmek üzere burjuvaziden koparıp almaktadır. Başka bir deyişle, proletaryanın gerekli olarak ancak bir, bir tek prespektifi: sosyalist devrim.

Kapitalizmin varlığının ortaya çıkardığı ve Marx'tan bağımsız bir objektif gerçeklik olan işçi hareketini Marx yaratmamıştır. Ama Marx, bilimsel sosyalizmle, işçi hareketine, yolunu aydınlatan ve onu yenilmez kılan pusulayı vermiştir.
Sosyalizme işçi hareketinin kaynaşması onunla oluştu. Ezilen, ekmek kavgasının ağırlığı altında belini doğrultamayan proletaryanın, o zamanlarda, toplumsal bilimi, ekonomi, politiği kendi hazırlayabilmesi için ne zamanı, ne de olanakları vardı. Bu bilim, ona, dışardan insan düşüncesinin bilimsel sosyalizmle taçlanan en iyi kazançlarını herkesten önce benimseyip özümleyen Marx sayesinde geldi. Bilimsel sosyalizm, böylece ilerici burjuva aydınların yapıtı oldu.

"Ne Yapmalı?"da Lenin, spontanlığın klasik bir eleştirisini yapmıştır.
Bunu anımsatmak gerekir, çünkü, kendini marksist sananların çoğu, marksizmin "sınıf içgüdüsü" ile aynı şey olduğunu söylerler. Bu kanı, insanı, eğitilmiş proleter ile, savaş vermek istediği halde kendi çıkarları hakkında doğru bir bilince sahip olmadığı için vuruşlarının hedefini gerektiği gibi seçemeyen bir proleteri aynı yere koymak demektir.

Lenin, proletaryanın spontan hareketinin onu, sendi-kalizmden, yani her çeşit siyasal inançtaki emekçileri biraraya toplayan ve işçilerin yaşam düzeyleri ve ücretleri için savaş amacındaki sendikaların kurulmasından daha öteye götüremeyeceğini belirtir. Ama böyle bir sendika, marksist siyasal partinin özgürlüğünü, devrimci perspektifi ve devrim bilimini işçilere veremez. Kapitalist sömürünün kökleri ancak bu şekilde günışığına çıkartılabilir. Şu halde, her yanda yaygın olan burjuva ideolojisine karşı inatçı bir savaşımladır ki, bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının yolunu bulabilir. Bu görev, devrimci bilimle olmuş ve emekçi yığınlarına (kendi üyelerinin de aralarından toplandığı emekçi yığınlarına (kendi üyelerinin de aralarından toplandığı emekçi yığınlarına) bağlı, onlara sosyalist bilinci götüren bir parti olmadan gerçekleşmesi olanaklı olmayan bir iştir. Proletaryanın devrimci çıkar, böyle, kendi zaferi için varlığı gerekli olan kendi öz partisini her türlü saldırıya karşı korumayı ve güçlendirmeyi emreder. Kendiliğindenlik teorisine gelince, o, proletaryayı burjuvazinin denetimi altına sokar.

"Spontan teorisi tüm oportünizmin mantıksal temelidir." J. Stalin, Leninizmin İlkeleri, s 20). (Bu uğursuz teori bazı sendikalist yöneticilerin bütün anti-komünist akıl yürütmelerinin temelinde bulunur. Emekçilere, "bağımsızlık"larını kurtarma bahanesiyle, "siyaset yapmamayı önererek, sendikalizmin her şeye yettiğini ileri sürerek, bu yöneticiler emekçileri sömürünün (ve onun politik aleti olan burjuva devletin) nedenlerini aramak ve bunlarla savaşmaktan alıkoyarlar. Böylelikle de burjuvazinin saltanatını uzatırlar. Bu, (özellikle Franc- Tireur'de) "sol havalar" takınmaktan elbette geri kalmayan oportünizmin özüdür.

Proudhon'da Blum'a kadar marksizmin bütün düşmanları bunun tam tersini yaptılar. Bunlar, burjuvazinin uşakları oldukları için, proletaryaya, onu uyutmak amacıyla ütopya uyuşturucusunu önerirken, onu sınıf işbirliğine çağırmadılar. Böylece, emperyalizmin başında, kendilerini bilimsel sosyalizmin düzelticileri (reviseur) olarak tanıtan İkinci Enternasyonalin liderleri ("revizyonistler" sözü buradan gelmektedir), emekçileri, kapitalizm kendiliğinden sosyalizme dönüşeceğine göre, sınıf savaşımının durdurulabileceğine inandırmak istediler. Daha sonraları, Blum, Amerikan emperyalizmine olan bağımlılığını, sosyalizmin birinci aşaması olarak takdim edecektir!

Gerçekte, bilimsel sosyalizm kurulduğu gün, her türlü ütopya, gerici duruma düşüyordu. Böyle bir ideolojinin rolü, proletaryayı sınıf savaşından koparmaya çalışan bir saptırma rolünden başka bir şey olamazdı. İzlenecek yegane devrimci yol, bilimsel sosyalizmin yoludur. Ütopyacılara gelince, onlar artık bundan böyle karşı-devrimci zehirlerden başka bir şey olamazlar.

Bundan, büyük bir gerçek ortaya çıkıyor: bilimsel sosyalizmle kazanılmış zaferler, aynı zamanda işçi hareketindeki bilimsel sosyalizm düşmanlarına karşı kazanılmış zaferlerdir. Anti-marksist ideolojilere karşı uzlaşmaz savaş, demek ki, proletaryanın bütün dünya çapındaki savaşımının ikincil, araya katılmış bir yönü değildir. Zorunlu bir yöndür. Emekçileri, prudonculuğun, anarşizmin, revizyonizmin, blumculuğun yıkıcı, etkisinden koparmak için savaş vermemek, proletaryanın geleceğini mezara gömmek demektir. Zaten Marx ve Engels, bu savaşımın örneğini vermişlerdir: onlar, bütün ömürleri boyunca, kapitalizmin en iyi müttefikleri olan sahte sosyalistlere karşı durup dinlenmek bilmeyen zorlu bir savaş yürütmüşlerdir.

"O halde, toplumun maddi yaşam koşullar sistemi içinde, toplumun çehresini, toplumsal düzenin niteliğini, toplumun bir düzenden diğerine doğru gelişmesini belirleyen başlıca güç hangisidir?" (Stalin, Diayalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, s. 19.)

Gerçekte kapitalizm, emperyalist aşamada, varlığını sürdürmek için savaşa gereksinir. Paul Eluard: Onlar dünyada yalnız kalmak için ellerinden geleni yaparlar" diyordu.)

Üretim olmasaydı, ne paylaşım ne de tüketim olurdu.

Yaşamak için yiyeceğe, giyeceklere, barınağa, yakacak maddelere vb gereksinim vardır. Bu maddi değerlere sahip olmak için toplumun bunları üretmesi gerekir. Bunları üretmek için de, bu işe yarayan aletler gerekir, bu araçları yapmak ve onları kullanmasını bilmek gerekir.

Henüz analizimizin sonuna daha çok var. Üretim, insanın doğaya karşı savaşıdır. Ama, insan, hiçbir yerde ve hiçbir zaman bir hayvan durumuna gelmek ya da boyun eğmek tehdidi altında bulunarak tek başına savaş vermez. İnsanlar doğaya karşı toplu halde savaş verirler. Koşullar ne olursa olsun, üretim, daima toplumsal bir üretimdir. İnsanı insan yapan toplum olmuştur, insanı hayvan olmaktan çıkaran toplumsal üretimdir.

Üretimin incelenmesini sadece üretici güçlerin incelenmesinden ibaret kılmak hatadır. Bununla birlikte, bu yanlış, marksizmin, toplumların gelişmesini yalnız üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamaktan ibaret olduğunu sanan ve üretim, ilişkilerinin niteliğini sessizce geçiştirenler tarafından işlenen bir hatadır. Modern dünyayı, kapitalist üretim ilişkilerinin analizini yapmadan, buhar makinesiyle açıklamak, materyalist olmak değildir, marksizmi bozmak, karıştırmamaktır. Okul çocuklarına, tekniğin tarihsel ilerlemesini, kapitalist sömürünün ne olduğunu öğretmeden açıklamak, onları aldatmak, onlara, geçmiş, içinde bulunduğumuz zaman ve gelecek hakkında yanlış bir imge vermek demektir.

Bunun tersi durumda, bütün üretim araçlarından yoksun olanlar, bunları elinde bulunduranların emrine tabi olmadan yaşamayacaklardır. İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Bazılarının çıkarları diğerlerin çıkarlarıyla çatışır. Dayanışma, ancak, üretimde aynı rolü oynayanlar arasında vardır: bu, bir sınıf dayanışmasıdır.

Bu gerçek, idealist için bir skandal konusudur; idealist dinmek bilmez maddi servet susuzluğunu ortaya koyar; Hristiyanlık bunda  şeytanın, kötünün işini görür. Ama aynı zamanda, bu konular yalnız emekçi yığınların kullanımı içindir: onlara açlık, perhiz yapmak, nefsine hakim olmak telkin edilir; oysa sömürücü sınıflar, tiksindirici bir maddi servetler bolluğu, savurganlığı içindedirler.

"Burjuvazi, kazandığı her yerde bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal efendiler'ine bağlayan çok çeşitli feodal bağlar acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı 'nakit ödeme'den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şovalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi ve sayısız yok edilmez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.
"Burjuvazi, aile ilişkilerindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu basit bir para ilişkisine indirgedi." (K. Manifasto, s. 31.)

Şu halde, gerçek tarih bilimi, kralların, komutanların, fatihlerin yaptıklarını incelemekle sınırlandırılamaz, çünkü, tarih, son tahlilde, halkların tarihidir.

"Toplumsal gelişmenin tarihi, maddi değerlerini üreticilerinin tarihidir, üretim sürecinin temel güçleri olan ve toplumun varlığı için gerekli maddi değerleri üreten emekçi yığınların tarihidir." (Stalin, Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, 3. b, p. 21.)
Tarihi yapmak, üretim biçimindeki gerekli değişikliklere karşı koyan gerici sınıfların direncini yenmektir. Tarihi yapmak, demek ki, sömürülenlerin ve ezilenlerin işidir, görevidir. Tarih, maddi değerleri üretenlerin tarihidir ve sömürülen ve ezilen sınıflar, tarihi yaparlar: halk, tarihin gerçek yapıcısıdır.

Bütün dünyaya yayılmakla, bir ülke halkının çoğunluğunu sömürmekle, başka ülkelerin halklarını köleleştirmekle, kapitalizm, son evresinde, daha önceki düzenlerdekiyle karşılaştırılamayacak kadar geniş yığınları harekete getirir. Proleter devrim ve sömürülen halkalrın kurtuluşu çağı, dünya halklarının birdenbire tarih sahnesine çıkıverdikleri bir çağdır.

Bununla birlikte, sömürü, bu gerekli uygunluk yasasında uygulama yöntemi olarak varolduğunda, sınıf savaşı büyük bir önem kazanır. Bu anlamda -ve sadece bu anlamda- sınıf savaşı, tarihin motor gücüdür.

"Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsin tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile, idare erkeğe geçti; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının, özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazan yumuşak biçimler altında saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı." (Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s.57)

Sömürülen, ürettiği şeyden yoksun kalırken, sömüren de üretmediği şeye sahip çıkmaktadır. Sömürülenin bilinci kendi kendinden ayrılmaktadır. Çünkü kolu-kanadı kırılmış, sakatlanmıştır, kendi ereklerini serbest bir biçimde gerçekleştirlemez; sömürenin bilinci de kendi kendinden ayrılmıştır, çünkü sürekli olarak yalan bilincine yerleştirmiştir, çünkü serbest bir şekilde kendi ereklerini kendi kendine açıklayamaz.

Sömürü, dayanılmaz, çekilmez hale geldikçe, sömürenler dünyasında dağılma, çürüme ve skandal gittikçe daha çok yerleşir. İşte o zaman, sınıflı toplumun, bozucu, kokuşturucu niteliği ve bir yenilenme zorunluluğu daha açık olarak ortaya çıkar.

Yalnızca sınıf savaşının sonu, insanlığın kendi arasında bölünüşünün sonunu, insanı kendi kendisiyle ulaştırabilecek ve mutlu bir bilincin gelişini hazırlayacaktır. Ne var ki, sınıf savaşının ortadan kalkması, ancak, sınıf savaşının sonuna kadar götürülmesiyle olur.

İnsanlık dışı davranışlar ve sömürücü sınıfların gericiliğine karşı başarılı savaşında proleterler ve müttefikleri, insanlığı kendileri için yeniden ele geçirirler ve insanın amacını kesin olarak gerçekleştirirler. Zaten amaçla araç özdeşleşmiştir. O halde, tek yenileşme umutlar halk yığınlarının eyleminde yatar, çünkü savaş verenleri değiştiren kesin olarak savaşımın kendisidir.

Tarihte, insanın insan tarafından sömürüsünün üç biçimi vardır: köleci sömürü, feodal sömürü, kapitalist sömürü.

Köleci üretim ilişkilerinin karakteristlik çelişkisi, köle sahibi olan efendi sınıf ile köle sınıfı arasındaki çelişkidir. Köle sağlamak için yapılan savaş, ve bunun yarattığı kölelik düzeni, savaş tutsaklarının zorla çalıştırılmasından başka bir şey değildir. Başından sonuna kadar amansız bir sınıf savaşımının geçtiği bir tiyatro sahnesidir.

Eski savaş tutsağı olan köle, bir hayvan gibi satın alınabilir, satılabilir ve öldürülebilir. Üretim araçları bir azınlığın elinde toplanmıştır, toplum üyelerinin çoğunluğu ise azınlığa bağımlıdır. Ortak ve serbest çalışma son bulmuştur; varolan, sadece, bir yanda sömürülen emekçinin zorla çalıştırılması, diğer yanda ise üretimle ilgilenmeyen ve onu artırmak için kölelerin sayısını artırmaktan başka yol göremeyen efendilerin tembel oluşu. Köle sahibi ilk ve en belli başlı mülk sahibidir, mutlak sahiptir.

Köle, sömürüyü iliğine kadar hissetmektedir: emeğinin tüm ürününün efendiye gittiği duygusundadır; gerçekte bunun bir bölümü -gerçekten de en ufak asgariye indirilmiş bir bölümü- yiyecek olarak kendisine verilmektedir. Ama, kölelerin savaş biçimleri, ilkel ve gelişmemiş biçimleridir: zoraki çalışmaya karşı pasif direnme, efendinin topraklarından kaçma, korsan çeteleri kurma, Son olarak toplu ayaklanma.

Ücretli proleterya, iflas etmiş, topraklarından kovulmuş köylüler, rekabet yüzünden iflas etmiş zanaatçılar, feodallerin işsiz kalmış paralı askerleri ve feodal baskıdan kaçan bütün bu insanlar arasından sağlanıyordu: özgür olsa da, üretim araçlarından mahrum bulunan bu insanlar açlıktan ölmemek için emeklerini burjuvaya satmak zorundadırlar; çünkü kendisi de meta üretiminden doğan burjuvaya göre, her şey maldır, satın alınır ve satılır.

"Kapitalist düzende, üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti, üretim ilişkilerinin temelini oluşturur: üreticiler, ücretli işçiler, mülk değildir artık, kapitalist, üreticiler, yani ücretli işçileri ne öldürebilir, ne de satabilir, çünkü onlar her türlü kişisel bağımlılıklarından kurtulmuş ve özgürdürler ancak üretim araçlarından yoksundurlar. Açlıktan ölmemek için emeklerini kapitaliste satmak ve sömürünün boyunduruğuna katlanmak zorundadırlar." (Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, J. Stalin, s. 25-26)

Başka bir ifadeyle: kapitalist ilişkiler, sömüren sınıfın (kapitalist burjuvazinin) çıkarı ile sömürülen sınıfın (proleteryanın) çıkar arasındaki temel çelişkiyi içerir. Bu çelişki, kapitalizmi karakterize eden çelişkidir. Kapitalist burjuvazinin varlığının ve gelişmesinin, proleterlerin ücretli emeğinden başka kaynağı olamayacağına göre, bu çelişki, kapitalizmi oluşturur.

O halde, sınıf savaşımının kapitalizmden ayrılmaz bir şey olduğu anlaşılıyor. Sınıf savaşı, kapitalist üretim ilişkilerinin iç çelişkisini, insanın insan tarafından kapitalist sömürüsünü ifade eder. Kapitalist üretim ilişkileri -bizzat feodal toplumun bağrında- şekillenir şekillenmez, burjuvazi ile proleterler arasında sınıf savaşı da ortaya çıkar.

 Ama, operasyonal olarak, bir karın gerçekleşebilmesi için, kapitalistin, pazarda, tamamıyla kendine özgü bir özelliği, kendini yenilemek için gerekli olandan daha fazla değer üretme gibi bir özelliği olan bir meta bulması gerekir; ve kapitalist böylece üretilen değer fazlasına elkoymalıdır.

Kapitalist için o kadar ilgi çekici olan bu meta nedir? Bu meta, besbelli ki, işçinin emek gücüdür (İş Gücü), çünkü emekten başka değer üretebilecek hiçbir şey yoktur.

"Emek-gücü'nden, insanın, kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel yeteneklerin bütünü anlaşılmalıdır."

O halde, iş verme, proleterin emek-gücünü satın almaktan başka bir şey değildir. Ama ödeme nasıl olacaktır? Bütün metalar gibi, emek-gücünün değeri de, üretimi için gerekli-emek miktarı ile, onun iyi durumda tutulması için, yenilenmesi için gerekli ürünlerin değeriyle, proleterin yaşaması, çocuklarının büyümesi ve onun yerini alması için gerekli ürünlerin değeriyle belirlenir. Bu değer, işgünü süresi içinde, emekçi tarafından üretilen değerden çıkartıldığından, fazlalığın hepsi, yani artı-değer sermayeyi artıracaktır: birinci bölüm, ücrette ifadesini bulur; ikinci bölüm ise kar doğurur. (Emek gücünün değeri, geçim araçlarının değeri ile, yani bunları üretmek için gerekli-emek miktarıyla belirlenir." (Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kar - Ücretli Emek ve Sermaye,)

Bu nedenle, kapitalistin çıkarı işgününün uzatmakta, proleterin çıkarı ise, bunu kısıtlamaktadır. Eğer emekçinin emek-gücünün iyi durumda tutulması ve sürdürülmesinin gerektirdiğine eş bir değer üretmek için üç saat gerekiyorsa ve işçi sabah saat 6'da çalışmaya başlıyorsa, saat 9'dan itibaren kapitalist için çalışıyor demektir. Eğer, kesintisiz çalıma, saat 14'te bitiriyorsa, 5 saat kapitalist için çalışmıştır; ama eğer saat 19'da çalışmayı bırakıyorsa (hep kesintisiz bir çalışma düşünüyoruz) 10 saat kapitalist için çalışmıştır. Şu halde, 8 saatlik bir iş günü ile 13 saatlik bir işgünü (bu, kapitalizmin başlangıcında çok görülen bir şeydi) arasında kapitalistin karı iki katına çıkarıyor. Oysa ücret, hep aynı kalıyor: ücret, emek-gücünün iyi durumda tutulması, emek-gücünün sürdürülmesi için gereken değerle, üretilmesi için üç saatin yeterli olduğu değerler saptanılmıştır. Kapitalist, ücreti günün sonunda, kendi talep ettiği iş bittikten sonra ödeyerek, bu olguyu gizler. O halde bu şu anlama gelir: proleter, açlıktan ölmemek için, eğer ücretini almak istiyorsa, saptanılan bütün zaman içinde çalışmak zorundadır.

O Halde Kapitalizmde de, feodal düzende ve kölelikte de olduğu gibi, ödenmemiş emeğe özel olarak sahip çıkma durumu vardır; ama proleter, bu sömürünün içyüzünü hemen bulamaz.

"Artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin, içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimleşmiş olduğu bölümüne kar diyorum." Çünkü çalışmasının karşılığının, işgününün sonunda kendisine ödendiği düşüncesindedir. Serf kendi özel ekonomisinin ürünlerine sahip bulunuyordu ve bir şu kadar gün bedeva olarak feodal için çalıştığını biliyordu. Modern proleter, köle gibi, "özgürlüğü", yani kendi emek-gücünü satma yetisi bir yana hiçbir şeye sahip değildir. Köleyi efendisi besliyordu: kapitalist, proletere, ücret şeklinde, beslenmesi için bir asgariyi verir ve hatta bazen, verdiğini, kantinde ve ayrıca mesken bedeli şeklinde hemen hemen tümden geri alır: kapitalizm, tamıtamına ücretli köleliktir.

"İyi" kapitalizm yoktur, çünkü her kapitalizm sömürücüdür. Bir yandan kapitalizmi, yani üretim araçlarının özel mülkiyetini sürdürürken, diğer yandan proletaryayı ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmanın sözü-nü etmek, dünya ile alay etmektir. Proletaryayı ortadan kaldırmak için kapitalizmi ortadan kaldırmak gerekir.

Bununla birlikte, sermaye ile emek arasındaki çelişkinin, kapitalizmin başlangıcından beri var olan tek çelişki olmadığına dikkati çekmek de yerinde olur. Kapitalizmde, ayrıca rekabet, kapitalistler arasındaki savaş da vardır. Ama, rakip kapitalistler arasındaki çıkar çelişkisi temel bir çelişki değildir; bu, kapitalizmin karakteristlik çelişkisine, sömürücü kapitalist ile sömürülen emek arasındaki çelişkiye bağlıdır, karakteristik çelişkinin altında yeralır: gerçekten bu son çelişki olmasaydı, kapitalizm de olmazdı. Onun için kapitalist düzende üretimde anarşi yasası, temel olan artı-değer yasasına bağımlıdır, ona göre tali önem taşır.

Öyleyse, kapitalizmin gelişmesini sağlayan, proleterlerin sömürülmesidir. Erkekleri, kadınlar, çocuklar yiyip bitiren korkunç bir yoksulluk pahasına, modern uygarlığın harikalarını yaratmış ve kapitalist burjuvazinin, büyük zenginlik ve iktidarını üzerlerine oturttuğu üretici güçlerin şaşılası gelişimini sağlamış olanlar modern proleterlerdir. (Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmenin sağladığı avantajlar yaşayabilir ve ne kadar çok emerse o kadar çok yaşar.

Üretici güçlerin daha önce hiç görülmemiş bir biçimde gelişmesiyle kapitalizm, pazara her gün daha çok artan miktarlarda  ve daha düşük fiyatla meta sürecek durumdadır; böylece rekabeti ağırlaştırır, güçleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri kitlesini yıkıma sürükler. Bir yandan büyük çoğunluğun yoksulluğu yaygınlaşırken (orta sınıfların, köylülerin vb. yoksullaşması), zenginlik, küçük bir grup kapitalistin (tekllerinin) elinde toplanır. Sermaye, sömürücü bir azınlığın elinde topladıkça, sayıca önemleri durmadan artan bütün bu yoksullaşan tabakaların satınalma gücü görünür bir biçimde azalır, pazar daralır, alışveriş durgunluğu kendini gösterir, çünkü, nüfusun çoğunluğu tüketimini asgariye indirir. Üretim ile tüketim arasında var olan dengesizlik gitgide daha çok belirgin hale gelir; bu, kapitalistin "aşırı-üretim" dedikleri bunalımdır.

Stalin şöyle diyor: "Kapitalizm, üretici güçleri çok büyük ölçülerde geliştirmesi nedeniyle, kendisinin de çözemeyeceği çelişkilere gömülmüştür. Kapitalizm gitgide daha büyük miktarlarda meta üretecek, ve bu metaların fiyatını düşürerek, rekabeti ağırlaştırır, küçük ve orta özel mülk sahibi yığınını yıkıma uğratır, onları proleter durumuna düşürür, satınalma güçlerini azaltır; bunun sonucu olarak, mamul metaların sürümü olanaksızlaşır. Kapitalizm, üretimi genişleterek, ve alabildiğine kocaman fabrika ve işyerlerinde milyonlarca işçiyi biraraya toplayarak, üretim sürecine toplumsal bir nitelik kazandırır. Sonuç olarak bununla da kendi kuyusunu kazar: çünkü üretimin toplumsal niteliği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini gerektirir, oysa üretim araçları mülkiyeti, üretim sürecinin toplumsal niteliğiyle bağdaşmaz bir özel, kapitalist mülkiyet olarak kalır."
"İşte dönem dönem patlak veren aşırı üretim bunalımlar sırasında kendini gösteren şey, üretici güçlerin niteliği ile üretim ilişkileri arasındaki bu uzlaştırılamaz çelişkilerdir; kapitalistler, yine kendilerinin sorumlu oldukları, yığınların yıkıma uğraması yüzünden malın karşılığını ödeyebilecek alıcı bulamayınca, tahılı yakmak, mamul malları yok etmek, üretimi durdurmak, üretici güçleri tahrip etmek zorunda kalırlar ve bir yanda milyonlarca insan, meta eksikliği yüzünden değil, tam aksine fazla mal üretildiği için işsizlik ve açlıktan acı çeker." (J. Stalin. Diyalektik Materyalizm ve Tarihi Materyalizm).

Sınıf çıkarı yüzünden üretici güçlere hız vermekle, azami karı elde etmek üzere her gün onları daha çok merkezileştirmekle, kendi mezarını kazmış oldu. Mezar kazıcılar ise, emeğiyle ve sefaletiyle kapitalizmin geçmişteki heybetli ve güzel günlerini elleriyle yaratmış olan sınıftan, proleteryadan başkası değildir.

Sonraları, asıl sorumlunun makine değil de kapitalizm olduğunu keşfettiler. Gerçekten de, kapitalizm, makineleri kullanarak üretimin maliyetini düşürür. Emek-gücünün değeri de doğal olarak azalır; ücretler düşer. Proleter ücretlerini savunmak için savaşa girişirler. Proleterler, kapitalistin proleterleri birbirine karşı kullanmaya çalıştığını anlayarak (en bahtsız olanlar, kendilerinden daha az bahtsız olanların zararına, çok düşük ücretleri kabul ettiklerinden, daha az şanssız olanlar o andan itibaren işsiz kalırlar ve onlar da, bu kez,  daha da düşük ücretleri kabul ederler. Bu böylece sürer) ortak sınıf çıkarlarının bilincine varırlar. Bunun için de ortak düşmana karşı, kapitaliste karşı savaşı yürütmek için birleşirler.

Parti, proletaryanın ilerici unsurlarını biraraya toplayarak, gerçekten de sosyalist bilinci işçi sınıfı içine sokmak ve işçi sınıfını ve onunla dayanışma içinde olan bütün emekçi tabakaların, kapitalizme karşı yöneltmek gibi bir rol oynar. Parti, ücretlilerin yakın istemleri, hak davaları için savaş verir, ama bununla yetinmez: onlara sömürünün kaynağını bilimsel yolla açıklayarak, insanın insan tarafından sömürülmediği bir toplumu, sosyalist toplumu kurarak, bu sömürüden kurtulabileceklerini gösterir. Ancak böyle bir savaş, devrimci, savaş denebilir.
Proletaryanın bu savaşı sonuna kadar götürmekte ve kapitalist üretim ilişkilerini yıkmakta büyük çıkarı vardır. En gelişmiş üretici güçlere bağlı olan proletaryanın, kapitalist sömürünün gerekli bir ürünü olduğunu gördük. O halde, proletarya ne sömüreni  ne de sömürüleni bulunmayan bir toplumda herkesin mülkü haline getirmek üzere, üretim, araçlarını, burjuvaziden, sömürücü sınıftan koparıp alarak, sınıf sömürüsünden kurtulabilir. Orta sınıflar, küçük mülk sahibi sınıflar (küçük imalatçılar, parakendeciler, zanaatçılar, yoksul ve orta köylüler) kapitalizmin bağrında küçük mülk sahipleri olarak varlıklarını sürdürmeye bakarlarken, kesin olarak kendi emek-gücünden başka hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, konusu olduğu sömürüyü ortadan kaldırmaktan, yani sınıfsız toplumu kurmak üzere, sömürülen sınıf olarak kendi kendisini ortadan kaldırmaktan başka perspektifi olamaz.
"Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz!"
Böylece, proletarya enternasyonalizmi, milliyetleri ne olursa olsun, proleterlerin objektif durumlarından ileri gelir: bütün ülkelerin sömürülenlerinin milliyeti ne olursa olsun ortak düşmanı olan, sömürücü sınıf vardır.
Büyük-burjuvazi, ancak, çevresinde yoksulluk ve sefaleti genelleştirerek gelişebilir. Böylece, -doğal düşmanından, devrimci proletaryadan başka- yoksullaşmış orta sınıflar, emekçi köylüler, zanaatkarlar, esnaf vb. burjuvazinin yıkıma sürüklediği bütün sosyal güçler, önüne geçilmez bir biçimde burjuvaziye karşı direnirler. Partisinin rehberliğinde proletarya, düşüşten kurtulmak isteyen bütün bu sosyal güçleri, ortak düşmana, sömürücü büyük burjuvaziye karşı aynı cephede toplar. Böylece, kapitalist ilişkileri kırmaya yetecek güçte, yeni üretim ilişkilerinin, modern üretici güçler düzeyine uyan sosyalist ilişkilerin kurulmasına yolu açan toplumsal bir güç gerçekleşmiş olur.
Gerçekte, dolaylı vergi, tüketim araçlarına konduğu için, kapitalistten çok, ücretlilere, köylülere, orta sınıflara dokunur.
Kader öğretisi, rekabet içinde yaşayan bir sınıfa, rekabetin sonuçlarını kabul ettirmekle, meta üretimini sağlamlaştırıyor.
 Kilise, serflere, senyöre boyun eğmeyi öğretti. Kuşkusuz, kahraman ve savaşçı olan derebeyler, onları, cehennem ateşi korkusuyla "tanrının yasaklarına" saygı göstermeye zorladı. Ama bu önlemler, öncelikle o toplumun yaşaması için gerekli olan kültürü koruyor, üretimi kayırıyor, ayaklanmaları önlüyordu. Kısacası, feodallerin "aşırılıklarına" karşı feodaliteyi koruyordu. Ama Reims başpiskoposu haykırıyordu:
"Serfler, efendilerinize karşı daima uysal olunuz. Onların sertliğini ya da cimriliğini bahane etmeyiniz. Sadece iyi ve ölçülü olanlara değil, böyle olmayanlara da bağlı kalınız. Kilisenin kurallar, servetleri başkaldırmaya, itaatsizliğe, hileye itenlere ve hele hele onlara açıkça karşı koymayı öğretenlere karşı aforozlarını ilan eder."
Burjuvazi, kendini tehlikede hisseder hissetmez, dini, kendi çıkarlarına uydurarak, yeniden kalkındırdı ve kapitalist üstyapının bütünü içinde bir bölüm olarak dine yeniden güç ve arka verdi. Sonuç olarak, dinsel eğitim ile laik öğretimi birbirinin tamamlayıcısı olarak sundu. 1887 yılının ilkokul hakkındaki resmi bilgileri şunu gösterir: "Laik öğretim, dinsel öğretime karşı koymadan ondan ayrılır. Öğretmen rahibin yerini almaz. ..her çocuğu namuslu bir insan yapmak için kendi çabalarını rahibin çabalarına katar."
Burjuvazi, bütün yumurtalarını aynı sepete koymuyorsa da, yine de kemanlarını akort etmeyi biliyor!
Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarla, uzlaşmazlıklarıyla parçalanmış bir toplum, gerçek bir ahlaki ve kültürel birlik gösteremez. Egemen sınıf, kend, ideolojisini kabul ettirebilir, ezilenlerin sesini boğmayı başarabilir. Yalnız sınıflararası uzlaşmaz karşıtlıkları olmayan bir toplum, gerçek ahlaksal ve manevi birliği tanıyabiliriz, bu birlik hiçbir zaman bilginin ilerlemesi için gerekli olan fikir savaşımını kaldırıp atmaz.
Sınıfların ilk kez ortaya çıkışından bu yana insanlar, insanın insan tarafından sömürüsünün ve sınıf savaşının ortadan kalkacağı ideal bir sosyal düzenin hayal etmekten hiç geri durmadılar. Halkların özlemlerinin gerçek bir yeraltı akımı, antikçağdaki altın çağa dönüş inancından beri ezilen yığınların tarihi boyunca sürüp gider. Halklar, hiçbir zaman, insanlığın geleceğiyle ilintili olarak umutsuzluğa kapılmadılar. Bütün çağlarda, ozanlar ve düşünürler, yeni zamanların ilk ışıklarını beklediler ve kutladılar. 16. yüzyılın sonunda Güneş Ülkesi'ni yazan ve 27 yılını hapiste geçiren Thomas Campanella gibi Hristiyan dini, ikibin yıl boyunca ezilen insanlara, "mutluluk krallığının bu dünyada olmadığı"nı yineledi durdu, ama hiçbir şey kitlelerin yüreğindeki yeryüzünü mutluluk umudunu öldüremedi ve Beethoven, o harika Dokuzuncu Senfoni'siyle gelecek günlerin marşını yarattı.
Marksizm, herhangi bir toplumda, üretim ilişkilerinin temel öğesinin üretim araçlarının mülkiyet biçimi olduğunu gösterirken, aynı zamanda, sosyalizmin, ne genel olarak "servetlerin" ortaklığından, ne "servetlerin" paylaşılmasından, ne özel sermayelerin birleştirilmesinden, ne de kapitalizmin merkezileşmesinden ve örgütlenmesinden ibaret olmadığını gösterdi.
Özel mülkiyetin kurbanı doğrudan doğruya proletaryadı.
Yoksullaştırılan kitlelerin emeğinin ürününü, yüzyıllar boyunca kendilerine mülk edinen kapitalistler, kitleleri yoksullaştırarak mülksüzleştirmişlerdir. Sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.
"Meta olarak emek-gücü ve işçilerin 'ücretliliği' üzerine sözler sosyalist sistemde bir hayli anlamsızdır; sanki üretim araçlarına sahip olan işçi sınıfı kendi kendini ücretlendiriyor ve kendine kendi emek-gücünü satıyormuş gibi. Bugün 'gerekli-emek'ten ve 'artı-emek'ten sözetmek aynı derecede gariptir; sanki bizim koşullarımızda üretimi genişletmek, eğitimi geliştirmek, halk sağlığını korumak, ulusal savunmayı örgütlemek vb. için işçilerin topluma verdikleri emek, bugün iktidarda bulunan işçi sınıfı için, işçinin ve ailesinin kişisel gereksinimlerini karşılamak için sarfedilen emek kadar gerekli değilmiş gibi." (J. Stalin, "SSCB'nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar,)
Marksizm tarafından bilimsel olarak tanımlanan sosyalizm, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla toplum içindeki uzlaşmaz karşıtı olan sınıfların kaldırılmasıdır. O halde, ekonomik plandaki sömürülenlerle sömürülenler arasındaki sınıf çelişkisi de son bulur.
Üretimin sürekli olarak artması, bir "üretim fazlası bunalımı"na varmaz, çünkü, herkes emeğine göre aldığı için, üretimin artması, gerekli olarak bütün emekçilerin satınalma güçlerinin yükselmesi ve tüketimlerini artırmalarıyla birlikte gider. Üretim ile tüketim arasındaki düzensizlikler ve bundan doğan bütün bozukluklar -işsizlik, üretici güçlerin tahribi- meydana gelmez. Yani, sosyalizm, ekonomik bunalımların ve emperyalizmin ortadan kalkışı ve savaş nedenlerinin yok oluşudur.
"Bugün için yalnız SSCB'nde gerçekleşmiş bulunan sosyalist sistemde, üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçlarının sosyal mülkiyetidir. Burada, artık ne sömüren, ne de sömürülen vardır. Ürünler, verilen emeğe göre ve 'çalışmayan yemez' prensibi gözönünde tutularak paylaşılır. Üretim süreci içinde insanlar arasındaki ilişkiler, sömürüden kurtulmuş çalışanların kardeşçe işbirliği ve sosyalist yardımlaşma ilişkileridir." (Stalin: Diyalektik Materyalizm ve Tarihi Materyalizm)
Sosyalist mülkiyet, kimi yerde devlet mülkiyeti (bütün halkın mülkü), kimi yerde de kolhozların işortaklığı mülkiyeti (her kolhozun mülkiyeti, kooperatif birliklerinin mülkiyeti) biçimine bürünür. (SSCB Anayasasının 15. maddesi.)
Toprak, yeraltı, sular, ormanlar, yapımevleri, fabrikalar, kömür madenleri, maden ocakları, demiryollar, suyolu, havayolu ve ulaştırma, bankalar, PTT, devlet tarafından düzenlenen büyük tarım işletmeleri (kolhoz, makine ve traktör istasyonları vb.), aynı şekilde, belediye işletmeleri, kentlerdeki konutların esas kitlesi, sanayi  kümelenmeleri devlet mülkiyetidir, yani bütün halkın malıdır. (6. madde).
Kolhozlardaki ve kooperatiflerdeki ortak girişimler, hayvan sürüleriyle, tarım alet binalarıyla birlikte, kolhozların ve kooperatiflerin sağladıkları üretim, bunu gibi ortak binalar, kolhozların ve kooperatiflerin sosyalist mülkiyetini oluştururlar (7. madde).
Tarım kooperatiflerinin, tasarruf hakkı, ücretsiz ve daimi olarak kendilerine verilmiş olan toprağı işledikleri görülmektedir. Ayrıca devlet, kendilerine bol miktarda traktör ve birinci derecede öneme hazi başka makineleri sağlar, bunların da mülkiyeti devlete aittir. Kolhozun tam özgürlük içinde istediği gibi kullanılıp yararlandığı şey, aslında işletmelerinden ve binalarından başka, onun gelirlerinin kaynağı olan kolhoz üretiminin ürünüdür.
Her kolhoz ailesinin, ortak kolhoz ekonomisinin esas gelirinden başka küçük bir toprak parçasından yararlanmaya hakkı vardır, bu toprak üzerinde, özel olarak yardımcı bir ek ekonomiye: oturtmak için eve, ürün veren hayvanlara, kümes hayvanlarına, ufak tarım gereçlerine sahiptir.
Yasa, köylülerin, zanaatkarların, başkasının emeğinin sömürülmesi dışında, küçük özel mülkiyetlerini kabul etmektedir.
Tüketim araçları konusunda ise, yurttaşların, kendi emeklerinden gelen gelirlere ve biriktirilmiş paralara kişisel olarak sahip olmaya, oturdukları evin, yardımcı ev ekonomisinin, ev eşyasının ve günlük kullanım eşyasının, kişisel tüketim ve kullanım eşyasının (örneğin otomobil) mülkiyet hakları vardır; ve bu kişisel mülkiyetin miras hakkına sahiptir.
İnsanın insan tarafından sömürüsü ile birlikte kent ile köy arasındaki -kentin kapitalist burjuvalar tarafından yerleri elinden alınan ve yıkıma sürüklenen köy arasındaki- çelişkiler kayboldu -bu çelişkiler, köylülerin kentliler hakkındaki düşmanlığının, kentlilerin de köylüler hakkındaki horgörülerinin temeliydi. İnsanın insan tarafından sömürüsüyle birlikte, kol emekçileri ile, sömürücü burjuvazinin araçları olan kafa emekçileri arasındaki çelişkiler de ortadan kalktı -bu karşıtlık, kol emekçilerinin kafa emekçileri hakkındaki düşmanlığının, kafa emekçilerinin ise kol emekçilerine karşı hoşgörülerinin temeliydi.
Son olarak, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkmasıyla birlikte kadının köleliği de kaybolmuştur ve erkekle kadının eşitliğinin temelleri kurulmuştur.
Üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkmasıyla, uzlaşmaz karşıt olmayan sosyalist üretim ilişkilerinin, yeni, karakteristlik bir ekonomik alt yapı yasasının ortaya çıkmasını sağlayan koşullar yaratılmış oldu. Bu yasa sosyalist ekonominin sömürüsüz ve bunalımsız bir ekonominin amaç ve araçlarını yansıtır. Böyle bir ekonominin, kitlelerin maddi ve kültürel ihtiyaçlarının en yüksek ölçüde karşılanmasını sağlamaktan başka amacı olamaz. Ama sosyalizmin bu karakteristlik yasasını incelemeden önce, sosyalizme geçişin toplumların temel yasasına,  üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında uygunluk yasasına belirli objektif koşullar gerektirdiğini belirtelim
"Proleterya, politik hakimiyetini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk artırmak için kullanacaktır." (Max, Engels, Komünist Manifesto)
Proleterya diktatörlüğünün hazırlanıp kurulduğu tarihsel dönem, sınıf savaşımının en keskin evresine girdiği dönemdir. Sosyalizmin ekonomik uzlaşmaz  karşıtlıkları  ortadan kaldırışından uzun zaman sonra, savaş, burjuva kalıntılarının kapitalizmi onarma, yeniden canlandırma çabalarına karşı devam eder ve bu, sosyalizmin, yeryüzünün daha büyük kısmında başarıya ulaşmasına kadar sürer. Kitleler ilk kez olarak, kendilerinin olan bir demokrasiye kavuşuyorlar. Bir düşünün! İlk kez olarak milyonlarca insan böyle insanca bir yaşama çağrılıyor. Böylece, örneğin, Çin'in en uzak köylerinde, o zamana kadar kendilerine yük hayvanlar gibi davranılan köylüler bellerini doğrultuyor ve kendilerini yurttaş ve kamu yararının sorumlusu hissediyorlar. Proletarya diktatörlüğünün yaptığı büyük iyilik işte budur: O, kendilerine bütün ufukların kapalı bulunduğu bu insan topluluğuna bilinçli, etkin bir yaşam olanağı verir.
"Proleterya diktatörlüğü sınıf savaşının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proleterya diktatörlüğü yenilmiş ama, direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yokolmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşıdır." (Stalin. Leninizmin İlkeleri)
"Sadece sınıf savaşımını kabul edenler henüz marksist değildir; bunlar henüz burjuva düşüncenin ve burjuva siyasetinin sınırları içerisinde bulunabilirler. Marksizmi sınıf savaşı teorisi içinde hapsetmek, marksizmi budamak, onu çarpıtmak, onu burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek anlamını taşır. Marksist, sadece, sınıf savaşının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kimsdir.1 (Lenin, "Devlet ve Devrim")
"Sosyalistler'in proletarya diktatörlüğünü anlayamamalarının başlıca nedeni, sınıf savaşı fikrini mantıksal sonucuna kadar götürmeyişleridir." (Lenin, "Devlet ve Devrim" s. 145)
Proletarya diktatörlüğü bir sınıf egemenliğidir. Kimin üzerinde egemenlik? Kapitalistler üzerinde, kapitalist çöplüğüne üşüşen ve onun devlet iktidarını destekleten çeşitli sömürücü, açıkgöz, serüvenci tabakaların üzerine
Bu yüzden proletarya diktatörlüğü, alışılmadık yepyeni tipte bir devlet iktidarıdır. Tarihin daha önce tanımış olduğu bütün siyasal iktidarlar, sömürücü sınıfın egemenliğini, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğini temsil ediyorlardı. Proletarya diktatörlüğü, ilk kez sömürülenlerin sömürenler üzerindeki egemenliğini temsil ediyor. Onun için de, çalışan, sömürülen ve ezilen diğer sosyal tabaka ve sınıfların desteğini kazanıyor: o halde proletarya diktatörlüğü çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliği, emekçilerin egemenliğidir.
Proletarya diktatörlüğü sadece bir egemenlik aleti değildir, aynı zamanda, proleterya ile emekçi köylüler ve orta sınıflar arasında bir ittifakın da aletidir. Bu diktatörlük, müttefiklerini ulusal çıkara uygun bir yolda yönetmek için proletaryaya çok gereklidir. Mademki, çoğunluğu azınlık üzerindeki hakimiyeti, proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin yığınlara zorla kabul ettirdiği siyasal boyunduruğun sonudur, emekçiler için, kitleler için demokrasidir, proletarya diktatörlüğünün gelişi bir kurtuluştur ve bu siyasal kurtuluş koşulu, burjuvazinin hile ve dolaplarının önlenmesidir.
Proletarya diktatörlüğü, tarihte ilk kez kitleler için bir demokrasi olduğundan, demokrasinin en yüksek biçimidir. Bu, bir dönemeçtir; burjuva demokrasisinden, sermaye diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne, halk diktatörlüğüne dönen, ezenlerin demokrasisinden ezilen sınıflar demokrasisine dönen bir dönemeç. O zamana kadar büyük kitleler ezmeye yarayan özel bir güç olan devlet, son olarak bastırılmış olan ezenlere karşı, halkın çoğunluğunun, işçilerin ve köylülerin ve onların müttefiklerini genel gücünün ifadesi haline gelir.
"Sömürülenlerin için gerçek özgürlükler, proleterlerin ve köylülerin ülkenin yönetimine gerçekten katılması, ancak proleterya diktatörlüğünde olanaklıdır." (Stalin, Leninizmin İlkeleri)
Proleterya diktatörlüğünde fonksiyonlarını yerine getiren devletin sadece özel bir baskı gücüne dayanamaması olgusu ve halkın çoğunluğunun genel gücüne dayanması onun niteliğini kökten değiştirir. Bu, yeni tipte bir devlettir. Burjuvazi bir sınıf olarak bütün dünyada yenilmiş ve tasfiye edilmiş olmadığı sürece bu devletin sürekli olarak proleterya tarafından güçlendirilmesi zorunludur; bu devletin güçlendirilmesi, her şeyden önce kitlelerin bilinçli politik eylemine destek verilmesi ve güçlendirilmesi demektir. Buna karşılık, burjuva devletlerin "güçlendirilmesi", polis kuvvetlerinin artırılmasından ve yığınların politik eyleminin boğulmaya kalkışılmasından başka bir şey değildir. Proleterya diktatörlüğünün güçlendirilmesi, sömürücü sınıf devletlerinin "güçlendirilmesi"nin tam karşıtıdır; bu nedenle, proleterya diktatörlüğünün güçlenmesi, aynı zamanda, devletin"klasik" çizgilerinin gerçekten zayıflaması demektir: halkçı bir polisin tutumu, yığınlarla olan bağları, bir burjuva devletin polisininkilerle -eğer bu polisin kitlelerle olan bağlarından sözedebilirse- hiç bir şekilde kıyaslanamaz. Bir halk ordusunun yaklaşımıyla emperyalist bir ordunun hiçbir ilişkisi, benzerliği yoktur: Çin'in kurtuluşu sırasında bütün dünya bunu görüp anladı. Yeni devletin siyaseti dar ve kapalı "uzman" çevrelerinde  hazırlanmaz, kitlelerin arasında ve kitlelerin öncü güçleri arasında hazırlanır: kolhozdan bir milletvekili kendi kolhozunda sıradan bir emekçi olarak kalır.
Sovyetler, proleteryanın ve bütün sömürülenlerin en geniş yığın örgütlenmesi, bizat kitlelerin doğrudan organıdır. Sovyetler karar verirler, yerine getirirler ve verdikleri kararların denetlenmesini bizzat kendileri yaparlar. Burjuva parlamenter meclislerinden (ulusal ya da yerel) farklı olarak bütün iktidarı, yani yürütme ve yasama gücünü ellerinde bulundururlar. Sovyetler, devlet iktidarının yerel ve merkezi organıdırlar. Sovyetlerin üyeleri her an kendilerini seçenler tarafından geri alınabilirler.
Bu nedenle, -düzenbaz yaparak, sosyalizmi faşizme benzeten burjuva ideologlar kusura bakmasınlar- Sovyetler Birliği'nde, hiç kimse yasalara itaatten muaf değildir. Büyük sermayenin en gerici güçleri tarafından kurulan faşist diktatörlüğün, keyfi yönetiminden ve terörden başka silahı yoktur. Burjuva yasallığın ihtiyaç duyduğunda kendisi ayaklar altına alır. Tam aksine, sosyalist demokrasi, gücünü, emekçilerin desteğinden alır; onun için ancak emekçilerin özel ve kamusal haklarının kullanılmasını güven altına alarak varlığını sürdürebilir. Sovyet hükümeti, bütün yurttaşlar gibi, anayasaya saygı göstermek ve yasalara uymak zorundadır. Otoritesini kaybetmeksizin başka türlü hareket edemez.
Kitlelerin bilinçli eylemine dayanan sovyet devletinin, sosyalizmin kuruluşunda büyük rolü vardır. Yeni iktidar, yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkışı için vazgeçilmez öznel bir koşuldur. Gerçekten proletarya iktidar, tarihsel bakımdan kendi ekonomik altyapısından önce iktidara gelmek ve kendi alt yapısını oluşturmak zorunluluğunda olmak gibi bir özellik gösterir. Burjuva iktidarı ise, burjuva devrimi sırasında en başta burjuvazinin politik egemenliğini, mevcut burjuva ekonomisiyle uygunlaştırmanın kendisiydi. Ayrıca, proletarya devriminden önceki devrimlerin amacı, bir sömürü biçimi (feodal) yerine, bir başka sömürü biçimini (burjuva) getirmekti; proleterya devrimi, aksine, tüm sömürüyü ortadan kaldırır ve bu da ancak proleter devletin önemini arttırır.
"Çalışma hakkı, ulusal  ekonominin sosyalist biçimde düzenlenmesiyle, sovyet toplumunun üretici güçlerinin sürekli olarak büyümesiyle, ekonomik bunalım olanaklarını ortadan kaldırmasıyla ve işsizliğin tasfiyesiyle güven altına alınmıştır." (Madde 118.)
Bu görevi yerine getirmek için sovyet devletine iki şey gereklidir: 1) doğanın ve toplumun yasalarını tanımak yani bilim; 2) yeni fikirleri anlayıp benimsemiş kitlelerin bilinçli desteği. Proletaryanın politik iktidarının kuruluş sırasında bilimsel sosyalizmin oynadığı büyük rol, gitgide artacaktır. Burjuva ideolojisine karşı bilinçli savaş, marksizm-leninizmin kitleler arasında yayılması, biçimiyle ulusal içeriğiyle sosyalist yeni bir kültürün yaratılması, böylece sosyalizmin kurtuluşu için elzem olan öznel koşulalrdır.
Sosyalizm kurulup yerleştiği ölçüde, sovyet devletinin, bu yeni tipte devletin eğitimdeki rolü ve kültürel rolü büyüktür. Devletin rolünün bu artışı, hiç de marksizmin düşmanlarının sözünü ettikleri "totaliter baskı"nın atışı anlamına gelmez. Devletin bu yeni rolü, yığınların kültürel ve entelektüel düzeylerini egemen sınıf için tehlike oluşturmadan yükseltemeyen kapitalist burjuva devletlerince neredeyse hiç bilinmeyen bir şeydir. Bu yüzden, kapitalist devlet, en başta bastırma işleriyle ilgilenir. Halbuki, emekçilerin devleti, ekonomik alanda olduğu kadar kültür alanında da varlığını korumasını bilerek, kitlelerin yaratıcı emeğinin yönetici merkezi haline gelir: emekçilerin devleti, kitlelerin düşmanı değil, onların örgütleyicisi ve eğitimcisidir.
Kültürel devrim, öncü fikirlerin ve öncü bilimin kitleler içinde yayılması, sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisini yenmesi, diyalektik materyalizmin, fikirlerin sosyal yaşamdaki rolü konusunda öğrettiklerine uygun olarak, bizzat devletin bütün dikkatini üstünde toplayacağı bir konusur. Üretim ilişkilerinin değişmesi, burjuva ideolojisinin objektif temellerini, üretim araçları özel mülkiyetini ortadan kaldırarak, kitleler arasında yeni bir bilincin oluşması için gerekli koşulları yaratır. Yani, yeni sosyalist bilinç, hiç yoktan gelmez: devletin rolü, yığınların bilinci ile yeni objektif, sosyalist koşullar olanaklı olduğu kadar doğru ve eksiksiz olarak birbirine uygun hale getirmek - er ya da geç yeni bir bilinç biçiminin yeni içeriğe uygun gelişmesini isteyen süreci çabuklaştırmaktır. Aynı zamanda, gelişme perspektifleri bilgisinin de objektif koşullar üzerinde etki yaparak ekonomik gelişmeyi hızlandırması için, toplum yasalar bilgisinin yardımıyla sosyalist bilinci ileri götürmek gerekir. Görülüyor ki, sosyalist toplumda birbirleriyle çelişki halinde olmayan objektif koşullar ve öznel koşullar, karşılıklı bir etki oluştururlar ve birbirlerini karşılıklı olarak desteklerler. Bu nedenle, sosyalist toplum, madden ve kültürel olarak, burjuva toplumunda bilinmeyen bir tempoyla gelişebilir. Sosyalist ilerleme yarışması, sosyalist üretimin gelişmesinde, yığınların yeni bilincinin öneminin bir örneğidir. Bu bilinç değişmesinde edebiyat ve sanata büyük bir rol düşer: yazarlar, Stalin'in ifadesiyle, "ruhların mühendisleri" olurlar.
Nihayi olarak, eğer işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin başlarında, bilinçli ve örgütlü birlikleri, kitlelere bağlı ve toplumların doğru devrimci teorisiyle donatılmış politik bir parti olmasaydı, sosyalist devlete düşen bütün görevler -proletarya diktatörlüğünün kazanılmasından kültür devrimine kadar- gerçekleşmesiydi. Sosyalist toplumun yolunu aydınlatan, teoriyle pratiği birleştiren öncü rol, yeni maddi ve kültürel zorunluluklar ortaya çıktığı ölçüde ve sovyet devletinin rolü büyüdüğü ölçüde artar, eksilmez.
Sosyalizmin temel ekonomik yasası, objektiftir. Kitlelerin maddi ve kültürel ihtiyaçlarının en yüksek ölçüde tatminini sağlamk, bir hükümetin "bağımsız tercih"inin eseri değildir. Bu, üretim araçlarının topluma maledilişinin (kamulaştırılışının) gerekli sonucudur, ve yalnız işçi sınıfı iktidarı, kitlelere vaadettiği şeyi verebilir; çünkü o, üretim araçlarını topluma maletmiştir ve yeni üretim ilişkilerini niteleyen objektif yasaya dayanmaktadır. Marksist sosyalizm anlayışını ütopik anlayışlardan ayıran, yığınların binlerce yıllık hak davası ile, bilimsel olarak belirli bir üretim biçiminin temel ekonomik yasasının gereklerini birbiriyle bağdaştırmasıdır.
Sosyalizmin rakibi olan, kapitalist burjuvazi, sosyalist kurtuluşun başarılarının ancak bireyin köleleştirilmesiyle elde edilebileceğini yineleyip dururlar. Sosyalizmin, insanın kişiliğini, kişisel enerji ve girişkinliğini, bireyin yeteneklerini, hak ve özgürlüklerini ezdiğini ve yok ettiğini; ihtiyaçlar ile beğenileri bir düzeye getirdiğini öne sürerler. Ama, emekçileri, fizik bakımından ve kafaca sömürerek ve sakatlayarak bütün bir nevi ilgiler, ezilenler ve insan yetenekleri dünyasının üzerine çöken ve onu boğan; varlığını güvensizliğe borçlu olan, insanlar birer robot haline getiren, bir baskı, açlık ve işsizlik rejimi altında işçiyi makinenin bir eki, uzantısı haline getiren; onu fizik ve manevi bireyliğin içinde sakatlayan, işçiyi bir köle durumuna indirgeyen kapitalizmdir. Kapitalizmin karşısında birey yalnız ve silahsızdır; onu kurtaracak olan, sadece sömürülenlerin  vfe ezilenlerin birliği, devrimci savaşıdır. Stalin 1906 da Kitlelere "Marxism devrimci savaşın temel taşıdır" diyordu. Yığınlar kurtarılmadan birey kurtarılamaz. Kitlelerin kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun ön koşuludur.
 Kapitalizmin savunucuları, kapitalizmde, girişkenlik ve yetenek sahibi her insanın, servet sahibi olmasa bile, "kendi yolunu kendisinin aşabileceğini" ve yeteneklerine uygun bir duruma geçebileceğini öne sürerler. Ve milyoner olmuş ayakkabı boyacıları gibi "mutlu olayları" anlatırlar. Ama, herhangi bir kimsenin "başarı"sının binlerce sömürülen emekçinin kazancından ödendiğini gizlerler. Kapitalizmde herkesin "kendi yolunu kendisinin açması" zorunluluğu, burjuva toplumda insanların durumunun özel mülkiyetin alanı ile belirlendiğini kanıtlar.
İnsanların durumları, onların servet, sınıf, kast durumlarıyla, ulusal kökenleri, cinsiyetleri, inançları, yakınlıklar, ilişkileri, kayrılmaları vb. ile belirlenir. İşte kapitalizmin "düşünürler"i ve "ahlakçılar!" tarafından "sonsuz", "mantıksal" sayılan "düzen", akla yatkın ve kavranılır kabul edilen tek "düzen" budur. En üstün sıraları haketmediklerini kanıtlamak adına, Krupplar'ın, Stinnesler'in, Morganlar'ın, Rothschildler'in, Rockefellerler'in, Fordlar'ın, Boussaclar'ın "dehaları" göklere çıkarılır. Ama kapitalistlerin "dehaları", artı-değerin üreticilerden zorla koparılıp alınması becerisine dayanır ve onların egemen durumunu belirleyen şey, sadece sermayelerinin büyüklüğüdür. Ve işte kapitalizmde bir insanın "değerini"  belirleyen budur.
Sosyalizmde ise, aksine, bireyin yükselmesinin, yeteneklerinin, dehalarının gelişmesinin koşulu, bizzat kitlelerin deha denecek yeteneklerinin yükselmesidir. Sosyalizmin temel ekonomik yasası, öncü tekniği rolünü bize gösterdi; sosyalizmin özel koşullarının incelenmesi, sosyalist bilincin, bu yeni toplumun muazzam etkin gücünün öneminin altını çizerek vurguladı.
Sosyalizm tam olarak kitlelerin yönetimidir, yüzyıllar süren baskının kurbanları olan ve sömürü yüzünden her çeşit insani gelişmeden yoksun bulunan milyonlarca insanın yönetimidir. Tarihi yapan bu kitlelerdir, çünkü yalnız bu kitleler sermaye iktidarını yere serebilirler. Bir kere boyunduruktan kurtulduktan sonra, kitleler, büyük bir coşkunlukla kendileri için yeni bir yaşam kurarlar. Kitleler, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırarak, bireyle toplum arasındaki uyuşmazlığı gidermiş ve herkese açılıp gelişme olanağı sağlamışlardır.
Tamamıyla, gelişmiş olan komünist topluma oranla değerlendirmek istediğinde, az önce incelediğimiz sosyalizm, bir ilk aşamadan ibarettir. Sosyalizmin prensibi "herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre" ilkesidir. Ama komünizmin prensibi, "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre"dir. Çağdaş dünyada, herkes, ihtiyacına göre alamıyorsa, bunun başlıca engelinin, insan emeğinin bütün zenginliklerini boş yere israf eden kapitalist sömürü olduğu gerçeğidir. İnsanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılmasının ilk sonucu, emekçinin, ürettiği zenginliğin bir bölümünü, kendisinden alınmadan, verdiği emeğe göre alabilmesidir.
Sosyalizmin "herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre" formülü, elbette tüketimde bir ölçü bulunması gereği olgusuna uygun düşer.
Bu ölçüyü nerede bulmalı? Elbette ki emekte. Gerçekten de, her bireyin sosyal üretimden alacağı payı belirleyen, onun sağladığı emeğin nitelik ve niceliğidir; bu, hak edilen tüketimi ölçmenin en doğru yoludur. -Ayrıca, emek (iş, çalışma), üretici güçlerin hızla yükselişinin, bu bakımdan da ileri aşamaya geçişin koşuludur. Böylece sağlanan emeğin karşılığı için, bireyin tüketimini ölçmeye artık ihtiyaç olmayacak bir aşamaya geçişi hazırlar.
Emekçileri, niteliklerini geliştirdikleri takdirde yaşam düzeylerini iyileştireceklerine inandırmak isteyen kapitalizmin alayıcı sözleri, sosyalizmde, bir gerçek haline gelir, çünkü sosyalizmde sömürü ortadan kalkmıştır.
"Her hak tek bir kuralın değişik insanlara, gerçekte aynı ve eşit olan insanlara uygulanmasından ibarettir." (Devlet ve Devrim. s.84)
Buna karşılık, komünist toplumda "eşitlik" şundan ibaret olacaktır: yetenekleri eşit olmayan ve bu yüzden topluma (nitel ve nicel olarak) farklı bir emek sağlayan bireyler yine de eşdeğer bir biçimde, her biri azami ihtiyaçlarına göre alacaklardır. Niçin? Çünkü üretim, artık herkesin ihtiyacına göre alabileceği ölçüde artmış olacaktır.
O halde, sosyalist toplumda, emek ölçüsünün, bu bakımdan da tüketim ölçüsünün sıkı bir biçimde denetimi (gerekli olarak) hüküm sürer. Çalışma bir zorunluluktur, ama, herkesin, en adil şekilde, verilen emeğe göre alması gibi bir karşılığı vardır. Artık ne imtiyazlı, ne sömürücü, ne de kar hırsı vardır; emek her şeyin en yükseği, en yücesidir, emek hakimdir.
"Sosyalist toplumda, bir ölçüde, bir servet eşitsizliği vardır. Ama sosyalist toplumda artık ne işsizlik, ne sömürü, ne de ulusal topluluklar üzerinde baskı vardır. Sosyalist toplumda, her ne kadar çalışması karşılığında ihtiyaçlarına göre değil de, verdiği emeğin nitelik ve niceliğine göre alıyorlarsa da, herkes çalışmak zorundadır. Yani bu nedenle, hala bir ücret, hemde eşit olmayan, farklılaşmış bir ücret vardır. Ancak kişilerin çalışmaları karşılığı toplumdan emeklerinin nitelik ve niceliğine göre değil de, ihtiyaçlarına göre alacakalrı bir düzen kuruluşu başarıldığı zaman komünist toplum kurulmuş olacaktır." (Stalin)
"Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişler sona erdiği zaman, emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynaklar gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman burjuva hukukunun dar ufuklar kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: 'Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre." (K. Marx, F. Engels)
Komünist toplumda, öncü teknik, kol emeği ile kafa emeğini birleştirir, aynı zamanda, emekçiye niteliklerini geliştirmek için boş zaman bırakmak ve böylece ona bütün yaşamı boyunca aynı işe bağlanıp kalmama fırsatını vererek emek-zamanının azaltılmasını sağlar. İş bundan böyle artık insanın kişiliğini sakatlamayacak, bu kişiliğin en yüksek ifadesi olacaktır. Ve iş sayesinde, herkes, yeteneklerini açıp geliştirecektir: sömürüden kurtulan emek, her bireyin temel ihtiyacı haline gelecektir.
Açgözlü hesabı, kapitalizmde ne kadar "doğal" ise, komünist toplumda da bütün toplumun çıkar bilinci o kadar "doğal" bir alışkanlık haline gelir.
Elbette ki bu küçük-burjuva, kendini ölümsüz sanmaktadır. Kendi bencilliğinin ve kendi kısır düşünce yapısının, sonsuz insanın çehresini şekillendirdiğine sersemce inanmıştır. Marksistler, insan değişiyor ve toplumla birlikte değişecektir dedikleri zaman, küçük- burjuva, omuzlarını silker ve "ütopya"dan sözeder. Asıl ütopya, kendi varlığının yani küçük-burjuva ideolojisinin, sosyal koşullar ortadan kaybolduktan sonra da, sonsuza kadar devam edeceğine inanmaktadır.
Bununla, birlikte, zafer kazanmış proletaryanın, bütün topluma yayacağı "atölye disiplini", ne bir ideal, ne de bir son amaçtır, "bu, sadece kapitalist sömürünün bütün kötülüklerinden ve bütün pisliklerinden toplumun iyice arındırılması için ve daha ileri gelişmeler için atılması gereken bir adımdır." (V. İ. Lenin, "Devlet  ve Devrim".
Komünist toplum ise, sadece sınıflar arasında uzlaşmaz çelişkilerin olmaması olgusuyla değil, artık hiç sınıf olmayışı olgusuyla tanımlanır. Şu halde artık yalnız bir tek sosyal mülkiyet biçimi, bütün halkın kolektif mülkiyeti biçimi vardır. Görülüyor ki, bu iki aşama arasında farklar vardır: önce ürünlerin paylaşımını düzenleyen ilkede fark; ama aynı zamanda herkes için bolluğun hüküm sürmesini olanaklı kılacak bir üretici güçler gelişmesi sağlaması gereken üretim ilişkilerinden de fark vardır. Üretim ilişkilerinin değişmesi için, önce üretici güçlerin değişmiş olması gerektiğini biliyoruz.
Ürettim ilişkileri öyle bir nitelik gösterir ki, devlet mülkiyetinin, yani bütün halkın mülkiyetinin yanında, sosyalist bir grubun mülkiyeti, kolhoz mülkiyeti vardır: kolhoz, kendi işletmelerinin, kendi binalarının ve kendi üretiminin sahibidir. Amaç ile aracın özdeşliğinin diyalektik gerçeği, hiçbir yerde daha iyi açıklanamaz, hiçbir yerde, insanın, komünizmin başı ve sonu, onun "en değerli sermayesi" olduğu daha iyi görülemez.
Komünizmi hazırlamak için doğayı, yeryüzü şekillerini, iklimi değiştirmek, hidrografik ağı, ormanları düzenlemek, bataklıkları kurutmak, çölleri yok etmek, toprağı canlandırmak, yeni hayvan ve bitki türleri yaratmak, ulaştırma araçlarını genişletmek, yorucu işlerin hepsini tümüyle mekanileştirmek vb. zorunludur.
"Ancak bütün bu önkoşullar, tamamıyle alınarak, yerine getirildiğinde, 'herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre' sosyalist formülünden, 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre'  komünist formülüne geçilebilecektir.
Engels: "Sosyalizm ve komünizmde, bireysel varlık için savaş sona erer. Yalnız o zaman insan, bir anlamda, hayvanlar aleminden çıkar, gerçekten insani koşullara geçmek üzere hayvani varlık koşullarını terk eder.
Eluard aşağıdaki şiiri (Komünizmden etkilenerek yazmış)
Karanlıkları bağlarıyla ateşe atıyoruz
Paslanmış kilidini haksızlığını kırıyoruz.
Artık kendi kendilerinden korkmayan İnsanlar gelecek,
Çünkü insanlar güveniyor tüm insanlara
Çünkü yok oluyor insan yüzlü düşman
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAPİTALİZM, İNSANLARIN İÇİNE DÜŞMÜŞ BİR KURT GİBİ İKTİDARLARIYLA, YASALARIYLA, SAVCILARIYLA, POLİSLERİYLE VE ORDULARIYLA YER BİTİRİRLER (Cuma Tokgöz)
Burjuvaziler, (yani fabrikatörler, tekelci burjuvaziler, holdingler, tüccarlar, feodal toprakağaları, büyük silah kaçakçıları ve oligarşiler) büyürler. Kimisi devlet aracılığıyla silah kaçakçılığıyla, kimisi uyuşturucu tüccarlığıyla, kimisi bonolarla, senetlerle, dolarlarla ve URO ile büyürler ve devlet desteğiyle büyürler, halkın sırtına basa basa büyürler, halkı eze eze, sömüre sömüre büyürler. Bu engerekler, bu çiyanlar, halkın üzerine yaşayacakları sarayları ve hanları inşa ederler ve bu saraylarda yönetirler iktidarlarını, bu saraylarda  yasalarını değiştirirler, bu saraylarda emir veriler ordularına, polislerine halka saldırması için. Burjuvaziler, halkın üzerine inşa ettikleri bu kumdan saraylarını birgün mutlaka halkla birlikte proletarya (işçi sınıfı) ayağa kalkarak yerle bir edip burjuvazilerin başına yıkarak kendi insanca yaşayacağı, sömürenin ve sömürülenin olmayacağı, ezen, ezilenin olmayacağı ve alttabaka ve üsttabakanın olmayacağı kardeşçe eşit, sınırsız ve sınıfsız yeni dünyaları olan sosyalizmi kuracaktır. (Cuma Tokgöz)
AK Saraylarda hazırlanan yasalar, AK Saraydakilerini, patronları, toprak ağalarını "burjuva"zileri  temsil eder, fabrikalarda işçiler tarafından hazırlanan yasalar da işçileri yani "proletarya"yı temsil eder. (CUMA TOKGÖZ)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
AK saraylarda hazırlanan yasalar, kanunlar saraylarda, villalarda yaşayanları temsil eder, Gecekondularda hazırlanan yasalar ve kanunlarda varoşlarda yaşayan yoksul halkı, giderek büyüyen işsizler ordusunu ve sokaklarda, köprü altlarında, şehir çöplüklerinde yatan ve  ekmek toplayanları temsil eder. (CUMA TOKGÖZ)

Jandarma İçişleri Bakanlığına bağlanıyor.
Polisler de artık panzere ve tanka sahip olarak halka karşı ikinci bir polis ordusu kurulacak, çürüyen iktidar artık kendisini koruyan güçlüler ordusuna sahip olacak. buna alternatif olarak halk ise işsizler ordusuna sahip olacak. (CUMA TOKGÖZ)

DEVLET
Bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki tehaküm baskı aracıdır. (burjuvazi "zenginler" sınıfının, ezilen sömürülen yoksul halklar üzerindeki, ordusuyla, polisiyle, yasalarıyla, kanunlarıyla, tankıyla, topuyla, gazbomlarıyla, tomolarıyla ve coplarıyla baskı aracıdır) devlet parantez içindeki saydıklarımızla haksızlığa başkaldıran  halklar üzerinde kullanarak, burjuvaziler sınıfını korur. (Cuma Tokgöz)

Kapitalist iktidarın nasıl bir yönetim biçimi olduğunun bir örneğide hastanelerdir. Bir hastanede hastalar muayene olabilmek için birbirlerinin üztüne basarak kavga dövüş doktora ulaşabilmeye çalışıyorsa, bu mülkiyetçi kapitalist rejimin kar hırsı uğruna genetiğiyle oynatılmış, daha çok kar hırsı uğruna hormanlaştırılarak zehir (gıdalar) satmalarından kaynaklanmaktadır. buna barbar kapitalizm denir. Bir ülkede doktorlar hastahaneden muayene etmek için hasta bekliyorsa bunada mülkiyetsiz ve sınıfsız bir dünya, yani sosyalizm denir. (Cuma Tokgöz)