31 Mart 2013 Pazar


       DÜNYANIN TÜM İŞÇİLERİ BİRLEŞİN
PROLETARYA’NIN VATANI OLMAZ
“Aşırı çalışma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme sermayeyi çoğaltmanın ya  da artı-değer üretimi hızlandırmanın bir aracıdır. Bu ekonomi, daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üst üste yığmaya ya da kapitalistlerin diliyle “yerden tasarrufa”; güvenlik aygıtları kullanmaksızın, tehlikeli makinaları avuç içi kadar yerlere doldurmaya; sağlığa zararlı ya da madencilikte olduğu gibi üretim süreçlerinde güvenlik kurallarını ihmal etmeye vardırır. Üretim sürecini işçi için insani, zevkli ya da hiç  değilse dayanılabilir hale getirmek için gerekli koşulların ve önlemlerin hiçbirinin yerine getirilmediğinin burada sözünü bile etmiyoruz. Kapitalist açısından bu tamamen yararsız ve anlamsız bir israftır. Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır…” (Mars).

Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir. Örneğin kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin iktidar için çekiştikleri ve dolayısıyla iktidarın paylaşılmış olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetlerin ayrımı öğretisinin artık "ebedi yasa" olduğu öne sürülen egemen öğreti olduğu görülür. Şimdiye değin tarihin başlıca güçlerinden birisi olarak yukarıda görmüş olduğumuz işbölümü, egemen sınıfta, zihinsel ve fiziksel emeğin bölünmesi olarak kendini gösterir. Böylece, bu sınıf içersinden, bir kesim, sınıfın düşünürleri olarak (sınıfın kendi hakkındaki yanılsamaların oluşumunu kendi başlıca geçim kaynakları haline getiren faal ve kuramsal ideologları olarak) ortaya çıkarlarken, diğerleri, gerçekte bu sınıfın faal üyeleri oldukları halde kendileri hakkında hayal ve düşünceler yaratmaya daha az zamanları olması nedeniyle, bu düşünce ve yanılsamalara karşı tutumları daha pasif ve kabullenicidir. Bu sınıf içindeki bu ayrılık, iki taraf arasında belli bir karşıtlığa ve düşmanlığa da dönüşebilir, ama sınıfın kendi varlığını tehdit eden pratik bir çatışma durumunda, bu durum kendiliğinden ortadan kalkar, ve egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olmadıkları ve bu sınıfın gücünden ayrı bir güce sahip bulundukları yolundaki görüntü de uçup gider. Belirli bir çağda devrimci fikirlerin varlığı, devrimci bir sınıfın varlığını öngörür, bu öncüllerin neler oldukları konusunda gerekli şeyleri yukarıda söylemiştik.  Karl Marx (Alman İdeolojisi..say.36)
İlkin, emeğin işçiye dışsal olması olgusu, yani emeğin onun özsel doğasına ait olmaması; bu nedenle çalışmasında kendisini doğrulamaz tersine yadsır, hoşnutluk değil mutsuzluk hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştirmez, tersine vücudunu küçük düşürür ve aklını mahveder. İşçi bu nedenle kendisini yalnızca işinin dışındayken hisseder ve işinin başındayken kendisini kendi dışında hisseder. Çalışmadığında evdeymiş gibi hisseder ve çalıştığında evde değilmiş gibi. Emeği bu nedenle istemli değildir, mecburidir; zorunlu emektir. Sırf kendine dışsal ihtiyaçları tatmin etme aracıdır. Emeğin yabancı karakteri, hiçbir fiziksel ya da diğer türden zorlama olmadığında çalışmaktan vebadan kaçılır gibi kaçılması olgusuyla açıkça ortaya çıkar.
             Dışsal emek, insanın kendisine yabancılaştığı emek, bir özveri, bir küçük düşme emeğidir. Son olarak emeğin işçiler açısından dışsal karakteri, bu emeğin onun kendisinin değil bir başkasının olması olgusunda, emeğin ona ait olmamasında, çalışırken onun kendisine değil bir başkasına ait olmasında ortaya çıkar. Dinde insan imgeleminin, insan beyninin ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytani yabancı bir faaliyet olarak etkili olursa, işçinin faaliyeti de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına aittir; kendi kişiliğinin kaybolmasıdır. [bkz. Marx, 1844 El Yazmaları, Sol Y. Kasım 1993, s.143-144] Karl Marx
                İlkel komünal toplulukların çözülmesiyle, toplumun farklı ve en sonu karşıt sınıflara bölünmesi başlar. Bu tarihten başlayarak günümüze kadarki tüm toplum-ların tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Karl Marx
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdalardır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.(K. Marx, Alman İdeolojisi) K. Marx
Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız bulunan, sermayeye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir. [ü.f.kar, s.45] Karl Marx
İşçi yaşamını [ürettiği] nesneye koyar. Bu durumda yaşamı ona ait değildir [artık], ürettiği bu nesneye aittir. O hâlde bu faaliyet ne kadar büyükse, işçi de o kadar nesnesizdir. O emeğinin [çalışmasının] ürünü olan şey değildir [artık]. Yani bu ürün ne kadar büyükse, işçi de o kadar daha az kendisidir. İşçinin ürünündeki bu [kendine] yabancılaşması, yalnızca emeğinin bir nesneye, dışındaki bir varlığa dönüşmesi anlamına gelmez, üstelik emeğinin kendisinin dışında, ondan bağımsız olarak, ona yabancı bir varlık olarak mevcut olması ve onun karşısında bağımsız bir güce dönüşmesi, yaşamını koyduğu bu nesnenin yabancı ve düşman olarak karşısına çıkması anlamına da gelir.» (K. Marx, a.g.e., "Yabancılaşmış Emek" bölümü) K. Marx
… makinede gerçekleşen bilim, işçilere karşı sermaye olarak ortaya çıkar. Ve gerçekte bilimin, doğal güçlerin ve emeğin ürünlerinin büyük ölçekte, toplumsal emek üzerinden kurulmuş uygulanmalarının tümü, yalnızca emeğin sömürüsünün araçları artı emeğe el koyma araçları dolayısıyla emeğe karşı sermayenin sahip olduğu güçler olarak ortaya çıkarlar. Doğal olarak sermaye, emeği sömürmek için tüm bu araçları kullanır; ama sömürmek için bunları üretime uygulamak zorundadır. Ve bu yüzden de emeğin toplumsal üretken güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmenin koşulları, sermayenin eylemi olarak belirir; buna karşı bireysel emekçi yalnızca edilgen bir tutum içinde olur, yine de bu gelişme ona karşı cereyan eder. (Marks, 1998: 366-67). Karl Marx
Servet biriktirme hırsı, doğası gereği sınırsızdır. Para, her tür metaya doğrudan doğruya çevrilebilir olduğundan, nitelik ya da biçim açısından sınırlanmamıştır, yani maddi zenginliğin genel temsilcisidir. Ama aynı zamanda, fiilen var olan her para toplamı nicel açıdan sınırlıdır ve dolayısıyla bir satın alma aracı olarak sınırlı bir etki alanına sahiptir. Paranın nicel sınırlılığı ile nitel sınırsızlığı arasındaki bu çelişki, servet biriktiricisini, sürekli olarak Sisyphos’unkine benzer biriktirme işine dönmeye zorlar. O, her yeni fethettiği ülkede sadece yeni bir sınır gören bir dünya fatihi gibidir. (Marx, Kapital, Cilt 1, s. 136) Karl Marx
Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur”
Karl Marx
           Proletarya, burjuvaziyle olan savaşımında, mutlaka kendini bir sınıf olarak örgütler... Devrim yoluyla egemen sınıf durumuna gelir, ve, egemen sınıf olarak eski üretim koşullarını zorla süpürüp atar. (Komünist Manifesto) Karl Marx
Üretim güçlerinin gelişmesinde, sosyal ilişkilerin yıkımında, düşünlerin oluşumunda sürekli bir hareket vardır; değişmeyen tek şey, hareketin soyutlamasıdır. (Felsefenin Sefaleti) Karl Marx
                Eski toplumun sınıfları arasındaki çatışmaların tümü, proletaryanın gelişim çizgisine birçok bakımdan yardımcı olur. Burjuvazi kendisini sürekli bir savaş içerisinde bulur. Başlangıçta aristokrasi ile; daha sonraları bizzat burjuvazinin, çıkarları sanayiin ilerlemesine ters düşen kesimleri ile; her zaman da, yabancı ülkelerin burjuvazisi ile. Bütün bu savaşlarda, proletaryaya başvurmak, onun yardımını istemek, ve böylece, onu siyaset arenasına sürüklemek zorunda kaldığını görür. Demek ki, proletaryaya kendi siyasal ve genel eğitim öğelerini sağlayan bizzat burjuvazidir, bir başka deyişle, burjuvaziye karşı savaşacağı silahları proletaryaya sağlayan kendisidir. (Marx, Manifesto)
 Modern sanayinin ilerlemesi, sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığını ne ölçüde geliştirmiş, yaygınlaştırmış ve yoğunlaştırmışsa, devlet iktidarı da, sermayenin emek üzerindeki ulusal (günümüzde giderek küresel-bn) iktidarı, toplumsal köleliği sürdürmek için örgütlenmiş bir kamu gücü ve sınıf despotizmi motoru olma özelliğini o ölçüde daha fazla kazandı.” (Fransa’da İç Savaş, abç) Karl Marx
Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır. (Marks, Kapital, C. III, s. 259).
Kapitalist , cimri gibi , kendi kişisel emeği ve kısıtlı tüketimiyle orantılı olarak zenginleşmez; başkalarının emek güçlerini ezdiği ve işçiyi hayatın zevklerinden vazgeçmeye zorladığı oranda zenginleşir... Karl Marx
Marx, 1859'da Berlin'de yayımlanmış olan Ekonomi politiğin eleştirisine katkı'nın önsözünde, 1845'de Brüksel'de nasıl beraberce bir girişimde bulunduğumuzu anlatır. Bu girişimimizin amacı, "ortak bir çalışma içinde, kendi görüş tarzımız [yani esas itibarıyle Marx tarafından kotarılmış olan materialist tarih anlayışı] ile Alman felsefesinin ideolojik tarih anlayışı arasındaki karşıtlığı ortaya koymak; aslında ise, eski felsefî bilincimizle hesaplaşmaktı. Bu amaç, post-hegelci felsefenin bir eleştirisi şeklinde gerçekleşmiştir. İn-octavo iki kalın defter tutan manüskri, Westfalen'deki yayıncıya ulaştırılalı epey zaman olmuştu ki, değişen şartların artık onun basımı için elverişli olmadığını öğrendik. Fakat, asıl amacımıza erişmiş, kendimizi aydınlığa çıkarmış olduğumuz için, manüskriyi farelerin kemirici eleştirisine bırakmakta hiçbir sakınca görmedik."
            O tarihten bu yana kırk yılı aşkın bir zaman geçti ve ikimizden biri tekrar bu konuya dönmeye fırsat bulamadan, Marx öldü. Hegel'le ilişkilerimize dair düşüncelerimizi çeşitli yerlerde açıklamış olmamıza rağmen, bunu hiçbir zaman sistemli bir şekilde yapmadık. Hele, Hegel felsefesi ile bizim anlayışımız arasında, ne de olsa, birçok bakımdan bir ara halka oluşturan Feuerbach'a bir daha hiç dönmedik.
            Bu arada Marx'ın dünya görüşü Almanya ve Avrupa sınırlarının çok ötesinde, dünyanın bütün uygar dillerinde kendisine taraftarlar buldu. Öte yandan, klasik Alman felsefesi, halen yabancı diyarlarda, özellikle İngiltere ve İskandi-navya'da bir çeşit yeniden diriliş geçirmekte ve hattâ Almanya'da bile üniversitelerde felsefe adı altında ortaya sürülen yavan eklektik çorbalar artık bıkkıntı vermeye başlamış görünmektedir.
           Bu durumda, Hegel felsefesiyle ilişkilerimizin; bu felsefeden nasıl çıkıp, ondan nasıl ayrıldığımızın kısa ve sistemli bir ekspozesi, bana gittikçe artan bir ihtiyaç olarak görünüyordu. Keza, gençliğimizin o fırtınalı döneminde Feuerbach' ın, başka herhangi bir post-hegelci filozoftan daha çok üzerimizde yapmış olduğu etkinin tam bir açıklıkla kabul ve teslim edilmesi, benim gözümde henüz ödenmemiş bir gönül borcu idi. Bunun için, Neue Zeit dergisi yazı heyeti, Starcke' nin Feuerbach hakkındaki kitabı üzerine benden bir eleştiri yazısı istediği zaman, bu fırsatı memnuniyetle karşıladım. Çalışmam, adı geçen derginin 1886 yılına ait 4.ve 5.sayılarında yayımlandı ve şimdi de burada gözden geçirilmiş ayrı bir edisyon olarak yayımlanmaktadır.
          Bu satırları baskıya göndermeden önce, 1845-46'ların eski manüskrisini bulunduğu yerden çıkararak, yeniden gözden geçirdim. Feuerbach hakkındaki bölüm tamamlanmamış. Yazılan kısım, tarihi materyalizm anlayışının bir ekspozesinden ibaret olup, sadece, o zamanlar iktisat tarihi bilgimizin ne kadar eksik olduğunu gösteriyor. Bizzat Feuerbach doktrininin eleştirisini de içermediğinden, onu şimdiki amacım için kullanamazdım. Buna karşılık, bu kitaba ek olarak yayımlanan, Feuerbach hakkındaki onbir tezi buldum. Bunlar daha ilerde işlenmek üzere çalakalem kağıda dökülmüş ve asla yayımlanması düşünülmemiş basit notlar olmakla birlikte, içinde yeni dünya görüşünün yegane tohumları yatan ilk doküman olmak bakımından paha biçilmez bir değer taşımaktadırlar.
Londra, 21 Şubat 1888 Freidrich Engels
Yaygın makine kullanımı ve işbölümü yüzünden, proleterin işi tüm bireysel karakterini ve dolayısıyla işçi açısından tüm cazibesini yitirir. İşçi makinenin bir eklentisi haline gelir ve ondan istenen tek şey, yalnızca en basit, en monoton ve en kolay edinilen hüner olur. Bu nedenle işçinin üretim maliyeti neredeyse tümüyle, hayatta kalması ve soyunun çoğalması için ona gereken geçim araçlarıyla sınırlanır. Ama bir metaın ve dolayısıyla emeğin fiyatı onun üretim maliyetine eşittir. Bu nedenle işin iğrençliği arttığı oranda ücret düşer. Daha da kötüsü, makinelerin kullanımı ve işbölümü arttığı ölçüde, ister çalışma saatlerinin uzatılmasıyla, ister belli bir zaman süresinde çekilip alınan iş miktarının artışıyla, isterse de makinelerin artan hızıyla vb. olsun, işin ağırlığı da artar. (Komünist Manifesto) K. Marx - F. Engels
Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir, ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar. İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satınaldığı emek gücünü harcadığı süredir.  Karl Marx

“Hiç şüphesiz, fabrikatör, işçiye artıktan başka bir şey vermeyecek. dünyayı özel mülkiyet yönettiği sürece, proletaryaya, aç kalmaktan, yaşamını sürdürmek için savaşmaktan başka bir yol kalmıyor. Ama yarın her şey daha başka olacak ve biz bunun için hazırlanmalıyız” Friedrick Engels
Her tarih döneminin ekonomik üretimi ve zorunlu olarak bundan çıkan toplumsal biçimlenme, o dönemin politik ve düşünce tarihinin temelidir; ve bunun sonucu olarak, (ilkel komünal toprak mülkiyetinin ortadan kalkmasından buyana) tüm tarih, sömürenle sömürülen, egemen olanla egemen olmayan sınıfların sosyal gelişmenin çeşitli aşamalarındaki savaşımlarının, yani sınıf savaşımlarının tarihidir; ama bu savaşımın şimdi ulaştığı aşamada, sömürülen ve ezilen sınıf (proletarya), aynı zamanda tüm toplumu sömürüden, ezilmeden ve sınıf savaşımlarından nihai olarak kurtarmadan, kendisini sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kurtaramaz..." (Komünist Manifesto'nun Almanca baskısına önsöz) Engels
İş araçlarının* kullanımı ve yapımı, bunlar embriyo halinde bazı hayvan türleri arasında da görülmekle birlikte, insanın yürüttüğü spesifik iş sürecinin belirleyici niteliğidir; ve bundan dolayı, Franklin, insanı 'alet yapan hayvan' (a tool-making animal) diye tanımlamıştır. Fosil durumundaki kemik kalıntılarının bulunup biraraya getirilmesi, nesli tükenmiş hayvan türlerinin yapılarını anlamak için nasıl bir önem taşıyorsa, alet, yani iş araçları kalıntıları da tarihe karışmış ekonomik toplum biçimleri üzerinde yapılan incelemeler ve varılacak sonuçlar için aynı önemi taşır. Ekonomik çağları birbirinden ayırdeden şey, yapılmış olan maddeler değil, bunların nasıl ve hangi iş araçlarıyla yapılmış olduğudur... İş araçları yalnızca insan işgücünün geçirmiş olduğu gelişmenin derecesini ölçen şeyler olmakla kalmazlar, aynı zamanda, bu işgücünün hangi toplumsal koşullar altında kullanılmış olduğunu da gösterirler. Karl Marx (Kapital, Cilt I.)
İşgününün, emekçinin kendi emek-gücünün değerine eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artı-emeğe sermaye tarafından elkonulması, işte bu, mutlak artı-değer üretimidir. Kapitalist sistemin genel dayanağını ve nispi artı-değer üretiminin çıkış noktasını bu oluşturur. Karl Marx (Kapital c.1, s.436, s.437)
Sosyal ilişkiler, üretim güçleriyle sıkısıkıya bağlıdırlar. İnsanlar yeni üretim güçleri elde ederek üretim biçimlerini değiştirirler, ve, üretim biçimlerini, yaşamlarını kazanma biçimlerini değiştirerek, bütün sosyal ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni size feodal toplumu, buhar makinesi kapitalist toplumu verecektir. (Felsefenin Sefaleti) Karl Marx
                Şimdi bir de kapitalisti ele alalım. Kapitalist, elden geldiğince az parayla, elden geldiğince çok emek elde etmek isteyecektir. Bu yüzden, uygulamada onu ilgilendiren tek şey, emek-gücü fiyatıyla, bunun işlevinin yarattığı değer arasındaki farktır. Bir de, ayrıca, her türlü metaı elden geldiğince ucuza almaya çalışır ve düpedüz kandırmayı, bir şeyi değerinin altında alıp, bu değerin üzerinde satmayı kendine kâr bilir. Bu yüzden de, eğer emeğin değeri diye bir şey gerçekten varsa, ve o, bu değerin karşılığını gerçekten öderse, sermaye diye bir şeyin olmayacağını, parasının sermayeye dönüşemeyeceğini hiç bir zaman göremez. Karl Marx (Kapital, S.463,464)
Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi, kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı-değer üretmek de zorundadır. Karl Marx (Kapital c.1, s.436)
Pazarda, para sahibi ile doğrudan doğruya yüzyüze gelen aslında emek değil, emekçidir. Onun sattığı, kendi emek-gücüdür. Onun emeği, fiilen başlar başlamaz, artık, ona ait olmaktan çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi onun tarafından satılması söz konusu olamaz. Emek, değerin özü, ve değerin içkin ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur. Karl Marx (Kapital, s.454)
          Sonu olan fakat başlangıcı olmayan bir sonsuzluğun, başlangıcı olan fakat sonu olmayan bir sonsuzluktan ne daha çok ne de daha az sonsuz olduğu açıktır. En küçük diyalektik kavrayış bile Bay Dühring’e, başlangıç ve sonun tıpkı Kuzey ve Güney kutbu gibi zorunlu olarak birbirlerine bağlı bulunduğunu ve eğer son kaldırılıp atılırsa, bizzat başlangıcın bir son haline –bir serinin sahip olduğu tek son haline– geleceğini (ve tersi) söylemesi gerekirdi. Sonsuz serilerle çalışma matematiksel alışkanlığı olmasaydı, bütün aldanma imkânsız olurdu. Matematikte belirsize, sonsuza ulaşmak için belirli, sonlu terimlerden başlamak gerektiği için, pozitif ya da negatif olsun tüm matematiksel seriler 1 sayısıyla başlamak zorundadır, aksi takdirde bu seriler hesap yapmakta kullanılamazlar. Ama matematikçinin mantıksal gereksinmesi gerçek dünya için zorunlu bir yasa olmaktan çok uzaktır. Engels (Anti-During)
Ben vaktimi kadınlarla geçirip cinsel arzularımı tatmin edeceğime ezilen işçi sınıfını bulunduğu bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı değildir. Asla böyle aşağılık bir tabakada bulunamaz. Kadını bir köpek gibi eğlenme amaçlı görenler ise Burjuvalardan başkası değildir. Friedrich Engels
Demokratik dar kafalılar "proletarya diktatörlüğü sözcüğünü duyduklarında yenilerde yine yararlı bir korkuya kapılıyorlar. Pekala, Baylar, bu diktatörlüğün nasıl birşey olduğunu bilmek mi istiyorsunuz? Paris komünü'ne bakın. O, proletarya diktatörlüğüydü." Engels
Günümüzün toplumundaki bütün kötülüklerin temelini koruyup, aynı zamanda, bizzat kötülükleri yoketmeyi istemek, burjuva sosyalizminin esasıdır. Komünist Manifesto'da zaten belirtildiği gibi, burjuva sosyalistleri "burjuva toplumunun sürekli varlığını sağlamak için toplumsal düşmanlıkların kılık değiştirmesini" arzulamaktadırlar; "proletaryasız bir burjuvazi" istemektedirler. (K.sorunu, s.44) Friedrich Engels
Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor. Engels
“Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat kapitalizm, kapitalist emperyalizm haline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, onun temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı ve bütün alanlarda, kapitalizmin daha yüksek bir toplumsal-ekonomik düzene geçiş döneminin bazı öğeleri biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde ekonomik yönden esas olan, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel özelliğidir; tekel, serbest rekabetin tam karşıtıdır; fakat bizzat serbest rekabet büyük üretimi yaratarak, küçük üretimi safdışı bırakarak, büyük işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısacası, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasını tekelleri doğuracak kadar artırarak, gözlerimizin önünde tekel durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermayeleri bunlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine banka oluşmuştur. Bu arada tekellerin içinden çıktıkları serbest rekabeti yok etmediklerini, onun üstünde ve yanında var olmaya devam ettiklerini, böylece de son derece keskin, şiddetli sürtüşmelere, çatışmalara yol açtıklarını görüyoruz. Tekel, kapitalizmden, daha yüksek bir düzene geçiştir.” (Lenin, Emperyalizm)
Proletarya diktatörlüğü bir hükumet biçimi değil, ama
bir başka tipten bir devlet, proleter bir devlet, proletaryanın burjuvaziyi ezmesini sağlayan bir alettir. Bu ezme zorunludur, çünkü burjuvazi, mülksüzleştirilmesine karşı her zaman zorlu bir direnç gösterecektir. Lenin (dönek-kautsky, s.107-108)
...devrimin tayin edici bir zaferi, ... proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür... Ve böyle bir zafer tam da bir diktatörlük olacaktır, yani kaçınılmaz olarak askeri zora, kitlenin silahlandırılmasına, ayaklanmaya dayanmak zorunda olacaktır, 'yasal', 'barışçıl' yoldan kurulmuş şu ya da bu kuruma değil. (Lenin,Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, s.48/49.) Lenin
'Teorik bakımdan, kapitalizmle komünizm arasında, bu iki sosyal ekonomi biçiminin çizgilerini ve özelliklerini
bir arada taşıması gereken bir geçiş döneminin bulunduğu tartışma götürmez. Bu geçiş dönemi ister istemez can çekişen kapitalizmle doğmakta olan komünizm arasında bir savaşım dönemi olacaktır. (...)
Bu geçici özellikleri taşıyan bir tarihsel dönemin zorunluluğu yalnızca bir Marksist'in değil, evrim teorisi üzerinde az-buçuk bilgisi olan herkesin gözünde apaçıktır." (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yay. syf. 197-198) Lenin
"Eskiden, sorun şöyle konuyordu: Proletarya, kurtuluşunu sağlamak için, burjuvaziyi alaşağı etmek, siyasal
iktidarı fethetmek, devrimci diktatoryasını kurmak zorundadır.
"Şimdi, sorun biraz başka türlü konuyor: Komünizme doğru giden kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş, 'siyasal bir geçiş dönemi' olmaksızın olanaksızdır; ve bu dönemin devleti de proletaryanın devrimci diktatoryasından başka bir şey olamaz." (Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay. syf.95) Lenin
“Proletaryanın örgütten başka hiçbir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabetin egemenliği altında bölünen, sermaye için zorla çalıştırılarak ezilen, durmadan yoksullaşmanın, vahşileşmenin ve yozlaşmanın 'derinliklerine' itilen proletarya, ancak, Marksizmin ilkeleri temeli üzerinde onun ideolojik birliği, ezilen milyonları işçi sınıfının ordusuna dönüştürecek olan bir örgütün maddi birliğiyle sağlamlaştırıldığı zaman, yenilmez bir güç olabilir ve mutlaka olacaktır da. Bu ordunun karşısında, ne Rus çarlığının çürük iktidarı, ne de uluslararası sermayenin gittikçe çürüyen iktidarı durabilecektir.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt 2, s. 469/470.) Lenin
''Hemen piyangonun ne olduğunu anlatayım. Örneğin benim 50 ruble değerinde bir ineğim var. Bu ineği piyangoyla satmak istiyorum ve o nedenle de herkese bir ruble değerinde bilet almayı öneriyorum. Bir rubleye bir inek sahibi olma olanağı var! Herkes ineği satın almak istiyor ve rubleler yağmaya başlıyor. Yüz ruble toplandığında, piyangoyu çekiyorum: piyangoyu kazanan, ineği bir rubleye almış oluyor, diğerleri hava alıyor. İnek insanlara "ucuza" mı geldi? Hayır, çok pahalıya geldi, çünkü değerinin iki katı para ödendi, çünkü iki kişi (piyangoyu düzenleyen ve ineği kazanan) hiçbir şey yapmadan kazanç sağladılar, hem de paralarını kaybeden doksan dokuz insanın sırtından. Demek ki piyangonun halk için kazançlı olduğunu söyleyenler halkı basitçe aldatmaktadır. Aynı şekilde köylüye, yoksulluk ve sefaletten çeşitli kooperatifler (ucuz satın alma ve kârlı satma birlikleri), işletmelerde çeşitli iyileştirmeler, bankalar ve benzeri önlemler sayesinde kurtulacağını vaat edenler onu aldatmaktadır.'' Lenin - Kır Yoksullarına (1903)
İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk başta birkaç kapitalist ülkede veya hatta tek başına alınmış bir ülkede bile mümkündür. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra, diğer kapitalist dünyanın karşısına dikilecek ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi safına çekecektir...(“Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine”ESERLER/Cilt:15 -makalesinden, Ağustos 1915.) (Lenin, Seçme Eserler, cilt 5. s,134.) Lenin
Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken Emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek fiili hiçbir Özgürlük olamaz. V.İ.LENİN
"Marksizm işçi partisini eğiterek, iktidarı ele geçirme ve tüm halkı sosyalizme götürme, yeni düzeni yönetme ve örgütleme, toplumsal yaşamlarının burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı biçimlendirilmesinde tüm emekçilerin ve sömürülenlerinöğretmeni, yöneticisi, önderi olma yeteneğine sahip proletaryanın öncüsünü eğitir. Buna karşılık bugün egemen olan oportünizm işçi partisi içinden, kitleye yabancılaşan, kapitalizme oldukça iyi biçimde "uyma"yı bilen, büyük kardeşlik hakkını bir tas mercimek çorbasına satan, yani burjuvaziye karşı halkın devrimci önderi rolünden vazgeçen ücretleri daha iyi işçi temsilcilerini eğitir." (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky)
İktidar durumuna gelmek için, bilinçli işçiler çoğunluğu kazanmalıdırlar: yığınlar üzerinde hiç bir zor uygulanmadığı sürece, iktidara geçmenin başka yolu yoktur. Biz blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları değiliz. Biz marksist, yani proleter sınıf savaşı yandaşlarıyız; küçük-burjuva coşkunluklara karşıyız, sonuna değin şovenizme, söz ebeliğine, burjuvazi kuyrukçuluğuna karşıyız biz. (Nisan Tezleri) Lenin
Sermaye iktidarı devrilmedikçe, iktidar bir başka sınıfa: proletaryaya geçmedikçe, kendini emperyalist savaştan çekip çıkarmak olanaksızdır, zorla dayatılmamış demokratik bir barış elde etmek olanaksızdır.(nisan tezleri) Lenin
                "Sosyalistler,iki yüzlü laf cambazlarının,demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli,her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe,demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar. Sosyalistler,burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli,ezen ulusların halk yığınlarına,öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını,yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece,kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar.Barış sorunuyla ulusal sorunda emperyalist siyasetten farklı olarak,bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur..seçim devrimci savaşım ile emperyalizme kölelik arasındadır.Orta yol yoktur.Proletaryaya en büyük zararı, "orta yol" siyasetinin ikiyüzlü (yada duygusal) mimarları veriyor." V.İ LENİN
Tekelci kapitalizm, sömürgeleri ve diğer geri kalmış ülkeleri boyunduruk altına almaya ve sistemli bir biçimde soymaya, birçok bağımsız ülkeye bağımlı duruma sokmaya, bugünkü kapitalizmin büyük işadamlarının karların azamisini elde etmelerine olanak sağlayan en, elverişli iş olan savaşlar düzenlemeye, en sonu, dünya ekonomik egemenliğini ele geçirmek için çabalar harcamaya, bu gibi sorunu ne olacağı bilinmeyen işlere girişmeye iten, işte bu azami karı sağlamak zorunluluğudur. (Stalin, Son Yazılar, s.97) J.Stalin
Eşitlik derken, kişisel gereksinimlerin ve yaşam ko­şullarının eşleştirilmesini değil, sınıfların ortadan kaldırılmasını, yani kapitalistlerin devrilmesinden ve mülksüzleştirilmesinden sonra, her işçinin eşit haklara sahip olmasını kastediyoruz. Yeteneğine göre çalışmak herkesin görevi, yaptığı işe göre ücret almak herkesin hakkıdır. Marksizm, insanların gereksinim ve zevklerinin hiçbir zaman aynı olamayacağı, gerek niceliksel, gerek niteliksel bakımlardan eşit olamayacağı gerçeğinden hareket eder. J. STALİN (Stalin, s.212)
''Biliyorum,ölümümden sonra mezarımın üzerine yığınla pislik atacaklar; ama tarihin rüzgarı onları tertemiz edecek'' Josef STALİN
''Proletarya, burjuvazi ile barış yaparak, sosyalizmi gerçekleştiremez - şaşmaz bir biçimde mücadele yolunu seçmeli ve bu mücadele, bir sınıf mücadelesi, bütün proletaryanın, bütün burjuvaziye karşı mücadelesi olmalıdır. Ya burjuvazi ve onun kapitalizmi, ya da proletarya ve onun sosyalizmi. Proletaryanın eylemlerinin, sınıf mücadelesinin temeli bu olmalıdır.'' Stalin
Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimcilerin burjuva anavatanı savunma siyasetinin karşısına Bolşevikler, “emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisi” siyasetini çıkardılar. Bu siyaset, savaş kredileri aleyhine oy kullanmak, orduda illegal devrimci örgütler kurmak, cephedeki askerlerin kardeşleşmesini desteklemek ve işçilerin ve köylülerin savaş aleyhtarı devrimci eylemlerini örgütlemek ve bütün bu eylemleri kendi emperyalist hükümetine karşı ayaklanmaya dönüştürmek zorunda olunduğu anlamına geliyordu.(ESERLER/Cilt:15 - SBKP Tarihi J. V. STALİN Halk Kitaplığı Sayfa: 183) J.Stalin
Gerçekte yalnız bilincimizin var olduğunu, maddi dünyanın, varlığın, doğanın, ancak bizim bilincimizde, duyularımızda, düşün ve algılarımızda bulunduğunu savunan idealizmin tersine, Marksist materyalist felsefe, maddeyi, doğayı, varlığı bilincimizin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçek olarak kabul eder. Madde, bütün duyuların, düşünlerin ve bilincin kaynağı olduğu için, ilk veridir.  Maddenin, varlığın bir yansıması olan bilinçse, ikinci veridir. Düşünce, gelişmesinde yüksek bir kusursuzluk düzeyine erişmiş olan bir maddenin, yani beynin ürünüdür. Beyin düşünme organıdır ve bu yüzden, insanın düşünceyi maddeden ayırması büyük bir yanlışlık
yapması demektir. Josef Stalin
Üretim güçlerini devasa ölçülerde geliştirmek için, kapitalizm, kendisinin de çözemiyeceği çelişmelerle bir ağ gibi sarılmıştır. Gitgide daha fazla emtia üreterek ve bunların fiyatlarını düşürerek, kapitalizm, rekabeti keskinleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri yığınını yıkıma uğratır, onları proleterleştirir, satınalma güçlerini azaltır. Sonuçta, imal edilen metaların sürümü olanaksız duruma girer. Üretimi genişleten ve milyonlarca işçiyi kocaman fabrika ve işyerlerinde toplayan kapitalizm, üretim sürecine sosyal bir nitelik verir ve böylece kendi temelini kendisi sarsar. Çünkü, üretim sürecinin sosyal niteliği, üretim araçlarının sosyal mülkiyetini gerektirir. Oysa, üretim araçları özel kapitalist mülkiyet olarak kalır ve bu durum üretim sürecinin sosyal niteliğiyle bağdaşamaz.  Stalin (d.materyalizm, S.32)
                ''Kapitalist toplum, hiç durmadan çalışanların asla bir şeye sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir toplumdur...'' Emma Goldman
                Proletarya, uğrunda savaşması istenilen anavatanın kendi anavatanı olmadığını, her ülkenin proleterleri için sadece tek bir gerçek düşmanın bulunduğunu, bunun da proletaryayı ezen ve sömüren kapitalist sınıf olduğunu; her ülkenin proletarya
sının çıkarlarının diğer ülkelerin proletaryasına bağlı olduğunu; uluslararası proletaryanın ortak çıkarlarının bütün milli çıkarların karşısına çıkmak zorunda olduğunu; uluslararası sömürü ve kölelik koalisyonunun karşısına sömürülenlerin, köleleştirilenlerin uluslararası koalisyonunun çıkacağını bilir. Karl Liebknecht
                Burjuva politikacı halkının iyiliği için çalışıyormuş gibi yapar. Halk da ona inanırmış gibi yapar. Kadın belki de nefret ettiği eşini seviyormuş, koca da aldattığı eşine pek bağlıymış gibi yapar. Sendika ağası işçilerin haklarını savunuyormuş, işçi de "gerekirse" eylem yapacakmış gibi yapar. İşçi bir işkenceden başka bir şey olmayan işinde canla başla çalışıyormuş, öğrenci saçmalıktan ibaret gördüğü dersi can kulağıyla dinliyormuş, esnemesini güç bastıran şarkıcı şarkısını söylerken pek duygulanmış gibi yapar. Tüm bunlarda ilginç olan, insanların, tıpkı üretim, sürecinde "kendi kendinin dışında kalan parça işçi" gibi, kendi iradesinden bağımsız ve kaşıt hale gelen davranışları karşısında seyirci hale gelmesi, bir yerden sonra kendi kendine karşı da "rol yapma ya" başlaması; yani "rolünü" içselleştirmesi,, doğallaştırmasıdır. (Duyarsızlığın Kökenleri)
...Fakat emekçi kadınlar sadece bir yedek güç oluşturmazlar. Onlar işçi sınıfının doğru politikası sonucu, işçi sınıfının burjuvaziyle savaşacak olan gerçek bir ordusu olabilirler ve olacaklardır. Emekçi kadınların bu yedek gücünü, proletaryanın büyük ordusunun yanında çarpışan bir işçi ve köylü kadınlar ordusu haline getirmek, işte işçi sınıfının kesin ikinci görevi. Stalin
                "...azçok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye...dek devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğraması değil, olsa olsa yokedilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır." (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, cilt:l. s.218)
                Özel mülkiyeti ortadan kaldırma isteğimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa özel mülkiyet sizin bugünkü toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır, birkaç kişi için varlığı, onda dokuzu için varolmadığı için vardır. Demek ki, siz, toplumun büyük bir çoğunluğunun mülksüzleştirilmesini zorunlu koşul olarak dayatan bir mülkiyeti ortadan kaldırmayı istediğimiz için bize saldırıyorsunuz. Tek sözcükle, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmayı istediğimiz için bize saldırıyorsunuz. Kuşkusuz, biz de bunu istiyoruz. (Komünist Manifesto)
                "Emekçilerin geliri, kendi bireysel emeklerine dayanır ve emek gelirdir. Sömürücü sınıfların gelirlerinin kaynağı, işçilerin, köylülerin ve zanaatkârların emeğidir. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin geliri, yabancı emek sömürüsüne dayanır ve çalışarak elde edilmiş gelir değildir."
                "Dünyadaki en zengin 225 kişinin toplam serveti 1 trilyon doları geçerken, bu rakamın dünyanın en yoksul 2,5 milyar insanının toplam yıllık gelirine eşit olduğu söyleniyor. Bir başka çarpıcı örnek, en yoksul 48 ülkenin toplam üretim değerinin dünyanın en zengin üç kişisinin toplam varlığından daha az olduğudur."
                İslamcı burjuvalar lüks otellerde, kuş sütü eksik masalarında ilahiler dinleyerek tanrıya kendilerine verdiği zenginliğe şükrederken, o zenginliği kanı ve teriyle gerçeklikte yaratan işçiler iftar çadırlarında ellerinde tabildot tabaklarıyla bir kaç kepçe yemek için kuyruklar oluştururlar. Böylece islamcı burjuvalarımız çok ucuz bir fiyata hayırseverlik ve merhametlerini göstermiş, ibadetlerini yapmış olurlar. (Ekstrası ise yoksullukları her gün yüzlerine vurulanlar onur ve haysiyetlerini de yavaş yavaş yitirirler. Bu hale getirilmiş insanlar isyan falan da edemez) Geceleri artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirler.
                “…Din, bütün hayatları boyunca ter döken ve fakru zaruret içinde yaşayan insanlara bu dünyada boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve cenneti vaadi umuduyla avunmayı öğretir. Ama din, başkalarının emeğiyle yaşayanlara bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek sömürü olan bütün varlıklarını meşrulaştırmanın çok ucuz bir yöntemini sunar, ehven bir fiyata cennette kafa dinlemek için bilet satmış olur….” (Lenin, Sosyalizm ve Din) Lenin
Proleter devrimin görevi her türlü sömürünün ortadan kaldırılması olduğundan, emekçi kitlelerin baskı altında tutulmasına hizmet eden eski devlet aygıtını parçalamak zorundadır. Proleter devrimi, yeni tipte bir devleti—proletarya diktatörlüğünü—doğurur. Politik üstyapı olarak proletarya diktatörlüğü olmaksızın emekçilerin ekonomik kurtuluşu ve kapitalist üretim tarzından sosyalist üretim tarzına geçiş mümkün değildir.

Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının toplumda devlet olarak önderliğidir. Devlet, bundan önceki bütün biçimlerinde, sömürücü azınlığın yararına, sömürülen çoğunluğu baskı altında tuttu. Proletarya diktatörlüğü, emekçi çoğunluğun çıkarları doğrultusunda sömürücü azınlığı baskı altında tutmaktadır.
Sosyalizmin inşasının görevleri açısından, proletarya diktatörlüğü üç temel yana sahiptir. O, birincisi, sömürücülerin baskı altına alınması, ülke savunması ve diğer ülkelerin proleterleriyle bağların pekiştirilmesi amacıyla; ikincisi, emekçi ve sömürülen kitlelerin burjuvaziden nihai kopuşu, proletaryanın bu kitlelerle ittifakının pekiştirilmesi ve bu kitlelerin sosyalist inşaya çekilmesi amacıyla; üçüncüsü, yeni sosyalist toplumun inşası amacıyla iktidarın proletarya tarafından kullanılmasıdır.(politik ekonomi ders kitabı2)
1. Kapitalist Toplumda Üretim İlişkileri
Kapitalizm, bir yandan, mülkten yoksun yada hemen hemen yoksun halk yığınları ücretliler haline gelmekteyken; beri yandan, üretim alet ve araçlarının çok az sayıda toprak sahipleri ve kapitalistler grubunun elinde bulunduğu bir toplum düzenidir. Basit Meta Üretimi ve Kapitalist Üretim Kapitalist üretim, basit meta üretiminden doğmuştur. Bu süreç, uzun bir tarih dönemini kaplar. Gerçekten de, üretici güçler düzeyinin düşük olması sonucu, meta ekonomisinin ekonominin tümü içinde çok küçük bir yer tutması yüzünden, kapitalist üretime geçiş süreci, ne kölelik çağında ne de feodal toplumda tamamlanamamıştır. Metaların, yani ürünlerin kişisel tüketim için değil, satış için üretilmesi, kapitalizmde, evrensel bir nitelik kazanır. Kapitalizm geliştikçe, küçük üreticiler, köylüler, ürünlerinin gittikçe daha büyük bir kısmını satar olurlar. Kapitalist toplumda, bütün üretim araçlarının ve tüketim maddelerinin tümü ya da hemen hemen tümü, alım-satım konusudur. (Kitabın Girişinden)
                "Kapitalist toplumda sınıf olarak burjuvazinin, bir bütün olarak proletaryanın karşısında durduğunu, işçilerin ya da tek tek işçi gruplarının kısmi çıkarları uğruna mücadelenin, tek tek kapitalistlere karşı mücadelenin, işçi sınıfının durumunun temelden değişmesine yol açamayacağını kanıtlar. İşçi sınıfı sermayenin boyunduruğunu ancak, sınıf olarak burjuvaziyi devirdiğinde, bizzat kapitalist sömürü sistemini yok ettiğinde atabilir."
Ortalama kâr oranının düşmesine, değişmeyen sermayenin kullanılmasında kapitalistin işçilerin sağlıkları ve yaşamları pahasına sürdürdükleri ekonomi karşı koyar. Kârlarını yükseltebilmek için işverenler, işçileri dar alanlarda, yeterli havalandırma düzeni olmaksızın çalışmaya zorlarlar, ve iş emniyeti ve kazalardan korunmak için gerekli tesisatlardan tasarruf ederler. Kapitalistlerin bu hasisliği, işçilerin sağlığının tahrip olmasına, dev sayıda işletme kazalarına ve işçi nüfus arasında ölümlerin artmasına yol açar.139
Eski kültüre sahip bir ülkenin manüfaktür ve küçük-ölçekli üretimden geniş-ölçekli sanayie, üstelik elverişli koşullarla çabuklaştırılmış böylesine hızla geçtiği bir dönem, aynı zamanda ileri düzeyde bir "konut darlığı" dönemidir. Bir yandan kırsal işçi yığınlarını, sınai merkezlere dönüşen büyük kentler hızla kendine çekmekte; öte yandan da, bu eski kentlerin yapı düzenlemeleri yeni geniş-ölçekli sanayi koşullarına ve buna tekabül eden trafiğe uymamakta; sokaklar genişletilmekte, yenileri açılmakta, ve kentlerin ortasından demiryolları geçirilmektedir. Tam işçilerin yığınlar halinde kentlere aktığı sırada, işçi meskenleri büyük ölçüde yıktırılmaktadır. İşçiler ve küçük tüccarlar ve müşterileri işçiden oluşan zanaatçılar için aniden ortaya çıkan konut darlığı burdan gelmiştir. En başından beri sanayi merkezleri olarak gelişen kentlerde bu konut darlığı yok gibidir; örneğin, Manchester, Leeds, Bradford, Barmen-Elberfeld. Öte yandan, darlık, o sıralarda, Londra, Paris, Berlin, Viyana'da had safhaya varmış, ve çoğunlukla süreğen bir biçimde varlığını sürdürmüştür.
"Burjuvazi, kapitalist üretim ilişkileri ve meta egemenlik düzenini değişmez, mutlak bir sistem olarak gösterir, dolayısıyla kendi sınıf egemenliğini ve onu sürdürmenin en güçlü aracı olarak da burjuva demokrasisini değişmez, mutlak ve en iyi sistem olarak gösterir.
Kapitalizm artıdeğer sömürüsü ve meta üretim düzenidir; sadece üretim ve ticaret değil bütün siyasal ve sosyal işbölümü formları -ulustan aileye-, bütün toplumsal ve bireysel ilişki biçimleri ona göre ve onu geliştirecek biçimde örgütlenir. Emekçilere zerkedilen egemen kültürün de bu temelde oluşturulmasıyla burjuva egemenlik sisteminin ekonomi, siyaset, kültür, sosyal işbölümüyle toplumsal ve bireysel ilişki biçimlerinin hepsine hakim olması da gerçekleştirilir; bunlar, hep birlikte burjuva sınıf egemenliğinin geniş temelini oluşturur."
"Burjuvazi sadece sermayesiyle ve zorbalık gücüyle değil fikirleriyle, kültürüyle de topluma hükmediyor. Kendi gerçek sınıfsal-toplumsal istem, gereksinme ve özlemlerimize en aykırı biçimde, patron kafasıyla düşünüyor, kendimize bile burjuvazinin sömürü ve egemenliğinin gerekleri açısından bakıyoruz.  Kalabalıklar içerisinde yalnızlaşıyor, varlık içerisinde yoksunlaşıyoruz. Bir kutupta sermaye birikimi ve safahat, diğer kutupta sefalet, yozlaşma ve cehalet gelişiyor, çürüme derinlemesine toplumsallaşıyor. "
"İnsanın ve doğanın giderek kendini yeniden üretemez noktaya kadar sömürüldüğü, umutların, geleceğin yok edildiği, insanın nesneleştiği, borsanın üstünde taht kurduğu bir dünyada komünistler geleceği temsil ediyorlar. 
Bize doğal ve alternatifsizmiş gibi kabul ettirilen, boyun eğdikçe köleleştiğimiz bugünkü toplumsal sistemi yıkmak, komünistlerin ereğidir."
"Burjuvazinin ve proletaryanın sınıf çıkarları uzlaşmazdır. Burjuvazi ile proletarya arasındaki karşıtlık, kapitalist toplumun temel sınıf karşıtlığını oluşturur. Kapitalist düzeninin korunmasının ve toplumun emekçi ve sömürülen çoğunluğunun ezilmesinin organı, burjuvazinin diktatörlüğünü temsil eden burjuva devlettir." 
Burjuva devlet, üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyeti korur, emekçilerin sömürülmesini güvence altına alır ve kapitalist düzene karşı mücadelelerini ezer.
Kapitalistler sınıfının çıkarları nüfusun ezici çoğunluğunun çıkarlarıyla şiddetli bir karşıtlık içinde bulunduğundan, burjuvazi, akla gelebilecek her suretle devletinin sınıf karakterini gizlemeye çalışır. 
Burjuvazi, bu devleti sınıflar üzerinde duran bir devlet, bir halk devleti, bir “saf demokrasi” devleti olarak göstermeye çabalar.
Ama gerçekte burjuva “özgürlük”, sermayenin yabancı emek sömürme özgürlüğüdür; burjuva “eşitlik”, ardında sömürenlerle sömürülenler, toklarla açlar, üretim araçlarının sahipleriyle yalnızca işgüçlerine sahip olan proleter kitleleri arasındaki gerçek eşitsizliği gizleyen bir sahtekarlıktır. (politik ekonomi ders kitabı, s.100)
Bugünkü toplum tümüyle, işçi sınıfının geniş yığınlarının nüfusun küçük bir azınlığı tarafından, toprak sahipleri sınıfı ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesine dayanır. Bu köle bir toplumdur, çünkü ömürleri boyunca kapitalistler için çalışan "özgür" işçilere, kapitalist köleliğin korunup sürdürülmesi için kar üreten köleler olarak ancak yaşamaları için zorunlu geçim araçlarını edinmelerine "hak kazandırır."

Kavga dostu, işçi kardeşim merhaba!
Çukurova’nın sarı sıcağında, elimdeki nasır, alnımdaki terle ve bir günde harcadığım emeğin
üçte birine ‘şükür’ demeyip mücadele etme isteğim, sesimi sizlere ulaştırabilmenin verdiği mutluluk ve ulaştıranlara duyduğum saygıyla hoş geldin diyorum.
Çukurova’da çapada çıplak yatanların, Balıkesir ve Zonguldak’ta cehennemden kömürü sökenlerin TEK’EL TEK yürek olup direnenlerin, bir avuç sömüren sınıfa inat milyonlarca sömürülenin gözü kulağı, dili yüreği olmaya bizi bizimle buluşturmaya hoş geldin.
Patronlar tek eller, onların karanlığını kollayan kolluk güçleri farkındalar biz olmadan var olamayacaklar.
Bundan dolayı örgütlüler.
Damarımızdan kanımızı, kolumuzdan gücümüzü ve sırtımızdan kürkümüzü çalarak yaşıyorlar.
Yaşıyorlar bizler açken-geberesiye tok, analarımız ağlarken-geberesiye mutlu, bizler örgütlenmedikçe geberesiye saltanatlarıyla.
İşçi Meclisi’ni okumak ve İşçi Meclisi’ne yazmak sınıf bilincinin ilk adımı olsun.
Yaratan ellerin yumruğu olsun İşçi Meclisi.
Vuralım, emeğimizi, ekmeğimizi ve sırtımızdan derimizi çalanlara vuralım, yıkılsın parçalansın karanlık.
Kurtuluşun yolu tek başına yürünmüyor yolumuzun yoldaşı…
Hoş geldin.
İşçi sınıfı hareketi yeniden doğum sancıları yaşıyor.
Bu sancının bu kadar uzamasının nedeni, işçi sınıfının eski örgütlenme, mücadele ve bilinç biçimlerinin ihtiyaca yanıt vermemesi.
Çünkü patronlar sınıfının işçi sınıfı üzerindeki egemenliği arttı ve yeni biçimler
kazandı.
Sermayenin taşeronluk sistemi, geçici işçilik gibi işçi sınıfının genişleyen saflarını parçalayan yeni
köleci çalışma organizasyonları, sınıfın gücünü birleştirmesini zorlaştırıyor.
Burjuva demokrasisi kırbacı el-den bırakmadan işçilerde bir özgürlük yanılsaması ya-ratıp ücretli köleliği “özgür iradeleri” ile kabullenmelerini istiyor.
Sermaye işsizlikten borçlandırmaya, polisten yasalara, Meclis tiyatrosundan belediyelere, dinden medyaya, düzen sendikacılığından sayısız muhalif kılıklı sermaye örgütlenmesine kadar, sömürdüğü işçiler üzerindeki egemenliğini çok daha geniş bir zeminden kuruyor, pekiştiriyor.
İşçiler üzerindeki sömürüsünü ve eziyetini bu sayede her gün biraz daha büyütüyor.
İşçi sınıfı yalnızca acı çeken değil mücadele eden bir sınıftır.
Onca direniş, onca eylem, onca örgütlenme çabası boşuna değil.
Bu mücadeleler olmasaydı, işçi sınıfı yardıma muhtaç bir sefiller yığınından başka bir şey olmazdı.
Ancak işçi sınıfının mücadelesinin daha et-kili ve başarılı olması için de, artık yeni şeyler söylemek, yeni şeyler yapmak gerekiyor.
Her şeyden önce sermayeye köleliği doğal kabul etmemek, onun karşı-sına toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan, işçilerin egemenliğinde, ücretli köleliliğin ortadan kalktığı, üretenlerin yöneten olduğu bir toplum ufkuyla çıkmak gerekiyor.
 Burjuvazinin işçileri sınırsızca sömürme ve aldatma demokrasisinin karşısına işçi sınıfının konseyler demokrasisini kurmak amacıyla çıkmak gerekiyor.
 Burjuvazinin derinleşen sınıf egemenliğinin karşısına işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli hareketini yükseltecek yeni örgütlenme ve mücadele araçları ile çıkmak gerekiyor.
Çıkarları burjuvazi ile uzlaşmaz karşıt ve tek kurtuluşu sermaye egemenliğini yıkmakta olan işçi sınıfının, burjuvazinin tüm kurum ve egemenlik biçimlerinden bağımsız ve tam karşıt eksende örgütlenmesini sağlamak gerekiyor.
 Üretimin, emeğin, bilginin, kültürün ve aslında işçi sınıfının ileri toplumsallaşması temelinde daha gelişkin bir kolektif işçi bilincinin, birleşik mücadele yeteneğinin ve bunun sosyalist sınıf bilincine sahip öncü gücünün yaratılması gerekiyor.
 İşçi demokrasisinin tomurcuklandığı işçi örgütlenmeleridir.
 İşçi Meclislerinde işçiler kendileri toplanır, sorunlarını, çözüm yöntemlerini birlikte tartışır, birlikte karar alır ve birlikte uygular.
İşçi komiteleri, işçi meclisleri, işçi kurulları işçilerin güçlerini tabandan birleştirmesini sağlamakla kalmaz, kararlara katılımını, mücadelede özneleşmelerini, inisiyatif ve özgüvenlerini artırmasını sağlar.
Hep yönetilmeye, hep bir iki burjuva politikacısının, sendika ağasının ağzına bakmaya alışkın işçilerin, sermaye için değil, kendileri için demokrasinin aracıdır.
Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde, Kozlu’daki, Davutpaşa’daki, Ostim’deki, Tuzla Tersanelerindeki iş cinayetlerinde öldürülen işçilerin kan ve ceset parçaları da vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden, eğitim, sağlık, emekliliğin özelleştirilmesinden gelen karlar da vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde, burjuva devletin kitlelerden topladığı ve buharlaşıp o “hayırsever” burjuvaların cebine giriveren 2 milyar liraya yakın “deprem vergisi” vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde, altında yüzlerce emekçiyi bırakarak kağıt gibi eriyen binaların çürük üretimiyle sağlanan kar artışları vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde TV’lerin, dizilerin, şikeci spor endüstrisinin söylediği yalanlar vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde Kürt halkına yağdırılan kurşunlar ve bombalar vardır.
Kapitalist sistemin dayattığı ağır çalışma koşulları, sisteme entegre yeni yaşam biçimi ve buna bağlı olarak değişen, bencilleşen insan profilinden yana sorunlar yaşadığımız bir gerçek. Aslında bunlardan kaynaklı sistem karşıtlığı, bizleri hayatın bunaltıcı akışı içinde yan yana getirdi.
Sistemin yarattığı bu yeni insan profiline duyduğumuz tepki, bu karşıtlık üzerinden bizleri birbirimize epeyce bir yakınlaştırdı da. Çünkü bir aradayken kendimizi ifade edebilmekten kaynaklı oldukça rahat ve mutluyduk. Çünkü birbirimizi anlıyor ve yormuyorduk. Belli ki bambaşka bir dünya özlemindeydik ve o merkezine insanı koyan komünal dünyanın hayalini kuruyorduk.
Ancak biliyoruz ki bu özlemin üretken olmayan, dar grup arkadaşlığı düzeyinde kalması, bizleri ileri bir noktaya getirmeyecek!
Bu bizde bir bilinç de oluşturdu; ihtiyaç ve taleplerimizi, özlemlerimizi, hayallerimizi, sisteme duyduğumuz öfkeyi gerekçelendirip, sağlam temellere dayandırarak çevremizde bir farkındalık yaratıp, çoğalarak yeni yeni yöntemlerle alternatif mücadele kanalları yaratabiliriz!
Her birimizin işçi kimliği yanında bir de kadın kimliğimiz var. Kimimiz bir tekstil atölyesinde çalışıyoruz, kimimiz bir mağazada, kimimiz bir finans kuruluşunda beyaz yakalı işçiyiz, kimimiz de bir hukuk bürosunda ücretli avukatlık yapıyoruz, öğrenciyiz veya atanamayan bir işçi öğretmen adayıyız vs…
Bizler, bize biçilen edilgen kadın rolünü her ne kadar reddetsek de, (“biçilen rol”ün altını kalın çizgilerle çizip, kadın olmaktan yana bir şikayetimiz olmadığını belirtiriz) bu ‘meta’, cinsel obje rolün getirdiklerine iş yerlerimizde, sokakta ve evimizde ağır bir biçimde maruz kalıyoruz. İşçi sınıfının içinde birlikte sömürülsek de; evde kadın kimliğimizden kaynaklı ikinci kez sömürülüyoruz. Zira Engels de “Aile içinde erkek burjuva, kadın proletaryayı temsil eder.” sözleriyle tam da bu durumumuzu tasvir ediyor.
Hayatın içinde yaşadıkça anlıyoruz ki, bu ‘ikincillik’ bizlerde bir özgüven sorunu oluşturuyor. İşte meselemiz de tam da bu noktada başlıyor…
Bu günkü statüyü kabul etmeyip de, kendimizi örgütleyerek savunmaya kalktığımızda erkek egemen sistemin etrafımıza ördüğü ‘koruma duvarları’na toslamaktan çok hırpalandık.
Hemen her gün tosladığımız bu ‘koruma’ duvarlarını yıkmanın zamanı çoktan geldi!
Bu duvarlara isteyerek veya istemeyerek her gün bir tuğla koyan erkek arkadaşlarımız, yoldaşlarımızla bu duvarı beraberce yıkacağız!
Sözüm ona o koruma duvarı ne kadar özgürlüğümüze engelse, tuğla eklemek de bir o kadar özgürlüğe engeldir.
Bir cinsi ezen bir cins özgür olamaz !
Biz kadınlar ve erkekler omuz omuza etrafımıza örülen duvarları birlikte yıkacağız!
Sınıf mücadelesi içinde, eş zamanlı olarak kadın kimliğimizi de beraberce özgürleştirmek esastır.
Hayalini kurduğumuz eşit ve özgür dünyayı kadın erkek birlikte omuz omuza mücadeleyle kazanacağız!

                ELLERİ AÇMAK
Proletaryanın toplumsallaşıp toplumun proleterleştiği, yoksulluğun ve yoksunluğun gün geçtikçe derinleştiği, kendi ideolojisini yaratarak ilerlediği, meta ilişkilerinin düşkünleşmeyi -sığlaşmayı da çoğalttığı bir süreç bu. Sınıf hareketinin kıpırdanma sinyalleri verdiği bu süreçte meta-marka bağımlılığı kendi ilişki ve kültürünü de yaratıyor.
Bir takım eşyalara sahip olabilmek için çabalamakla geçiyor insanlığın yaşamı. Metalar bir ihtiyacı gidermenin aracı olmasının dışında, bir arzu nesnesi olarak sunuluyor pazara. İhtiyacın karşılanması değil sahip olma ilkel güdüsünün -pazarlamanın yarattığı arzunun- tatmini belirleyici hale geliyor. Üretimin sürekliliği karşısında bu arzunun tatmini de ancak anlık ve kesitsel kalıyor.
Yeni arzular yaratmanın sürekliliği de böylece sağlanmış oluyor. Beyinleri işgal eden bu durum toplumsal ilişkilere de yansıyor, bireyler arası iliş-kiler meta dolayımlı kuruluyor. Metalar araçsal-lığını yitirip, amaçlaşıyor. Burjuvazi ağlarını çok derinden atıyor, dipleri tarayan ağ doğal yaşamı bozuyor. Metalara sahip olma güdüsü, sadece ona sahip olacak maddi güce sahip olanları değil, en derin yoksulluğu yaşayanlar dahil tüm emekçileri sarıyor. Işıl ışıl vitrinlerin, reklamların cazibesi sarıyor insanları. Burada burjuva kültür-ideoloji, kitleleri egemenliğine almanın yeni görünmez bağını da oluşturuyor. Hiç farkından olmadan kuşatıyor. Sarsılıp kendinize gelmeniz için bir dış kuvvetin varlığı gerekiyor çoğunlukla. Burjuvazi düşünmenize hiç fırsat vermiyor çünkü. Gün 24 saat çevrelenmiş durumdayız zira. Durumunuzun bilincine varmamız, tutsaklığımızı farketmeden buradan çıkmamız da kolay değil. Ne yapmak lazım?
Nasıl girdiysek o sarmala o şekil-de çıkmak belki… Hoşa gitmeyen bir benzetme olacak belki ama… Hindistan’da şöyle bir canlı maymun yakalama yönteminden bahsedilir. Öncelikle içi boşaltılan bir Hindistan cevizinin içine maymunların sevdiği çeşitli meyveler konur ve tekrar kapatılır. Kapatıldıktan sonra Hindistan cevizinin üzerine bir maymunun elinin ancak düz-açık olarak girebileceği kadar bir yarık açılır. Sonra bu Hindistan cevizi bir ipe bağlı olacak şekilde bir ağaca asılır. Meyvelerin kokusunu duyup gelen maymun meyvelere ulaşabilmek için elini yarıktan içeri sokup, avuçlayarak çıkarmaya çalışır. Bu mümkün değildir oysa. Yarık çok dar olduğundan meyveler elindeyken çıkamaz. Zavallı maymun bu durumu çözmeye çalışırken avcı ipi çekiverir. Hindistan ceviziyle birlikte maymun da avcının elindedir artık. İstatistiklere göre bu yöntemle her 100 maymundan 95’i yakalanmakta, ancak %5’i kendini kurtarabilmektedir. Meyvelere sahip olma güdüsü maymuna kölelik getirmektedir. Avcı ipi çektiğinde meyveleri bırakıp elini kurtarma şansı ve zamanı var ama bunu yapamıyorlar, çok azı başarıyor. Maymun tuzağa düştüğünü ancak avcının elleri arasında fark edebiliyor. Ama artık çok geçtir…Tuzaktan kurtulabilmesi için ellerini nasıl soktuysa Hindistan cevizinin içine öyle çıkartması gerekir.Bir kıssadan hisse olarak fazla konuşmaya gerek üzerinde. Öyle mi?.. Son söz olarak şunu söyleyelim! Önce ellerimizi açıp tuzaktan kurtulmalı, sonra o elleri yumruk haline getirmeliyiz. Avcı orada durduğu sürece tuzaklar hiç bitmeyecektir
İŞÇİ SINIFININ ÖZLEMLERİ BURJUVA DEMOKRASİSİNE SIĞMAZ
Referandum, “Evet” seçeneğinin bariz farkıyla sonuçlandı. Her biri kendi başına önem taşıyan ve önümüzdeki süreci etkileyecek göstergelerin ortaya çıktığı referandumun en temel sonucu, geri tipte burjuva demokrasisinin -anayasa önde gelmek üzere- tüm unsurlarıyla pekiştirilmesi yönündeki adımların kitlelere benimsetilmesi oldu. “Evet” oylarının ezici üstünlüğünü yaratan, kampanya dönemi boyunca “sol”dan rol çalan AKP’dir. AKP, siyasal rakiplerinin “AKP karşıtlığı” kısırlığında yürüttüğü kampanyayı boşa çıkardı. Ağır işsizlik, güvencesiz çalışma, iş cinayetleri, amansız yaşam koşulları altındaki işçi ve emekçi kitlelerin dikkatini “12 Eylül’ün defterini dürme”, “darbeler dönemini kapatma” ve “ileri demokrasi” söyleminde topladı ve bağımlı burjuvazi adına en etkin ve yaygın burjuva demokrasisi propagandasını yürüttü. Sonuç itibarıyla, referandum sonucuyla yeni bir anayasanın yapılmasının önü açılmıştır; burjuvazinin istekleri doğrultusunda istikrarlı bir siyasal yapının yeni dengelerini oluşturacak yeni bir anayasanın hazırlanması adımları hızlanacaktır. Önümüzdeki bir yılı, genel seçimlere kadar olan süreci belirleyecek olan da yeni anayasa tartışmaları olacaktır. Referandum sonuçlarıyla burjuvazi, yeni anayasa için toplumsal düzeyde siyasal desteğini güçlendirmiştir. Yeni bir anayasa, burjuvazinin ortak programı ve hedefidir. Burjuvazinin yeni anayasası, parça parça 17 kez değişiklik yapılmış faşist 12 Eylül anayasasının bir bütün olarak değiştirilmesini hedefleyeceği gibi, Türkiye cumhuriyet rejiminin başından itibaren sürekli kriz unsuru olarak var olan din-laiklik ilişkisi ve yakıcılaşan Kürt sorununun burjuva liberal reformist çözümlerini de içerecektir. Ayrıca yeni anayasa Türkiye bağımlı burjuvazisi ve kapitalizminin gelişme düzeyine uygun olarak devlet-toplum-birey ilişkilerini kapitalizmin gelişim dinamiklerinin önünü açacak ve hızlandıracak yönde yeniden düzenleyecek bir siyasal hukuksal metin olacaktır. Anayasanın içeriklendirilmesi ve hazırlanma sürecine ilişkin burjuvazi içerisinde kimi önemli farklar olmakla birlikte emperyalist burjuvazinin hedefleriyle de iç içe geçmiş olarak yeni anayasanın ruhunu ve felsefesini oluşturacak olan neoliberalizmdir. Burjuvazinin hedefleri referandumun sonuçlarının açıklandığı gece Başbakan Erdoğan tarafından, ertesi gün itibariyle de TÜSİAD vd. tarafından açıklanmıştır. «İleri demokrasi», “katılımcı demokrasi”, “21. yüzyıl anayasası” gibi neoliberal kapitalist vahşi sömürü koşullarını gizleyen yaftalı ifadeler kullanmalarını ayırırsak, rejimin sadece 12 Eylül faşizminin oluşturduğu yapı ve koşullarını değil, cumhuriyet rejiminin tarihsel toplumsal siyasal kriz yaratıcı unsurlarını da ortadan kaldıracak ve daha istikrarlı kılacak bir burjuva toplumsal, siyasal hukuksal sistem oluşturma sürecine girilmiş olduğu bu açıklamalardan da anlaşılabilir. Bu gelişmeler, işçi sınıfı ve devrimci öncülerinin mücadeleyi yeni bir çizgiye taşımalarını zorunlu kılmaktadır. Ortaya çıkan ve hız kazanan siyasal toplumsal koşullardaki değişimi görmeyen ve buna karşılık oluşturacak bir mücadele hattına girmeyen her yapı, tutuculaşan konjonktürel bir muhalefet örgütü olarak kalmaya, üstelik karşı çıktığı geri düzeydeki burjuva demokrasisinin çekim alanına girip eriyip dağılmaya mahkumdur. İşçi ve emekçilerin onyıllarını mezara gömen 12 Eylül rejiminin kanlı mirasıyla gerçek hesaplaşma, TÜSİAD’dan, AB’den, Kürt burjuvazisinden bir fazlasını söyleyerek değil, bizzat işçi sınıfının devrimci sosyalist siyasallaşmasını sağlayarak, militan bir sosyalist işçi demokrasisini işleterek gerçekleşecektir. Gazetemiz İşçi Meclisi, referandum sürecinde “boykot” taktiğini bir alternatif olarak içeriklendirdi. Komünistler ve devrimci işçiler açısından boykot, sadece rejimin önceki faşist siyasal yapısına karşı değil, değişen ve hakim hale gelen geri tipteki burjuva demokratik yapısına karşı da sosyalist işçi demokrasisi ve sosyalist anayasa alternatifleştirilerek ileri sürüldü. Boykot taktiğinin ileri sürülmesinin de ötesinde asıl ayırt edici olan da burjuva demokrasisine karşı sosyalist işçi demokrasisinin, burjuvazinin yeni anayasasına karşı sosyalist işçi anayasasının çıkartılmış oluşudur. Burjuva demokrasisinin yapı ve işleyişine karşı alternatif oluşturmayı sadece geleceğin değil, bugünün sorunu olarak görüyoruz. İşçi sınıfının kapitalizmi, burjuva sınıf diktatörlüğünü yıktıklarında nasıl yöneteceklerinin bilinciyle, sosyalist demokrasinin bilinciyle bugünden kendisini eğitmesi gerekir. Burjuva demokrasisinin eleştirisiyle ve sınıf örgütlenmelerinde kazanacağı deneyimlerle bu yönde eğitilmeyen bir sınıf kapitalistlerin iktidarını yıksa dahi kendisi yöneten bir sınıf olamaz. Bugün işçi sınıfının siyasal, ekonomik, kültürel mücadelelerinin burjuva demokrasisinin sınırlarını açığa çıkartacak yönde geliştirilmesi, burjuva demokrasisinin işçilerin kölece çalışma ve yaşam koşullarında bir değişiklik oluşturmayacağının gösterilmesi, sosyalist demokrasinin çok daha gelişkin bir demokrasi biçimi olduğunun açıklanması ve tüm bu mücadelelerin sınıfın özgirişkenliğini, karar alma ve uygulama yeteneğini geliştirecek biçimde örgütlenmesi politik örgütsel hattımızı oluşturmaktadır. Referandum süreci bir başlangıçtır; önümüzdeki dönemde siyasal mücadelemizin üzerinde yükseleceği temel budur.
İŞSİZLİK KADER DEĞİLDİR!
Küresel ekonomik krizin doğrudan etkilerinin en başında şüphesiz işten atılmalar ve yükselen işsizlik oranları gelmektedir. İşsizlik oranlarının, işsiz sayısının hızla artması toplum-sal dokuyu da şiddetle sarsan bir olgudur. İşsizliğin sürekli büyümesi, özellikle genç nüfusta biriken işsiz sayısı, sermaye kesimlerine olası bir "sosyal patlama"yı hatırlattığı gibi, bununla birleşik olarak da işsizliği, çalışan kesimler üzerinde bir korkuluk olarak kullanmak, ücret ve diğer kazanımları aşağıya bastırmayı hatırlatır. Son yıllarda tüm işçi direnişlerine sermaye ve devlet temsilcilerinin yaklaşımı hep aynı şekilde olmuştur: “Dışarda bu işi çok daha az ücrete kabul edecek milyonlarca insan var, nankörlük yapmayın!” İşsiz kesimlerin çalışanlar üzerindeki bu baskısı, bu gerici rekabet, yoksulluğun toplumsal boyutunuda hızla genişletmektedir. Sermaye kesimlerini çok daha pervasız kılmaktadır bu durum. Aralık 2009’da Bursa’da bir "maden kazası", grizu patlaması olmuş ve 19 işçi yaşamını yitirmişti. Ölen işçilerin ailelerinin maden şirketinin aleyhine açtığı mahkemenin ilk duruşmasında, şirket avukatları buz gibi bir sesle madende işçilere aylık 700 TL ödendiğini, şirketin işçiler için bir “nimet” olduğunu söyleyebilmişlerdir. Öyle ya dışarıda bu para için ölmeye gönüllü binlerce insan vardır! Siz bu “nimete” kavuşmuşsunuz işte, nankörlük etmeyin. Kuralsız, denetimsiz, örgütsüz tama-men esnek çalışma saatleriyle, günde 12-14 saat, yer altında çok zor koşullarda çalışmanın karşılığı olarak 700 TL bile çok görülür. Sermaye o kadar pervasızdır ki onlarca işçinin ölümünün ardından bile bu şekilde alçaklaşabilmektedir. Pervasızlıkları, proletaryanın kendini çaresiz hissetmesindendir. Bu yanılsamadan kurtulduğu anda kimin kime“nimet” verdiği çok daha iyi görülecektir! TOB öncülüğünde bir araya gelen sermaye örgütleri işsizlik sorunu konusunda görüş alış verişinde bulunup ortaklaştıkları kimi konuları öneriler halinde hükumete sunma kararı aldılar. Ekonomik sistemin hukuki zeminini oluşturan dört yasada değişiklik yapılmasını, yenilenmesini istiyorlar. 1927, 1950 benzeri yıllardan kalmış bu dört yasanın (“Türk Ticaret Kanunu”, “Borçlar Kanunu”, “Hukuk Muhakemesi Kanunu” ve “Ticari Sır ve Kişisel Sırlar Kanunu”) bugünün ihtiyaçlarına göre yeniden yazılmasını istiyorlar. Son on yılda yasal mevzuattaki değişimlerin çoğu emperyalist sermaye ile ilişkileri düzenleyen, emperyalist-kapitalist sisteme küresel düzeyden yapısal uyumu gerektiren konulardı. Şimdi ise daha çok iç pazarı düzenleyen (sermayenin küresel ilişkileniş boyutunu gözden kaçırmadan elbette) hukuki mevzuatın yenilenmesi konusunda ısrarlılar. Türkiye bağımlı burjuvazisi gelmiş olduğu yeni sermaye birikim düzeyine uygun, bu düzeyi hukuki olarak karşılayabilecek, azami kar güdüsüne, amacına engel olan tüm yasal mevzuatın ortadan kaldırılmasını istiyor. Bu yasal mevzuatların yeniden düzenlenmesi ve işveren-patron üzerindeki kimi giderlerin (sosyal güvenlik primleri, kıdem tazminatı vb.) kaldırılması durumunda işsizliğin azalacağını iddia ediyorlar. İşsizliğin kabul edilebilir düzeye inmesi (“sosyal patlama” riski taşımama, ama çalışanlar üzerindeki işsizlik korkusunu devam ettirme anlamın-da) için en önemli talepleri ise “özel istihdam bürolarını” da kapsayan “iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” ve “asgari ücret” üzerindeki merkezi belirlemenin gevşetilmesidir. Burjuvazinin dilinde “esnekleştirme” kavramının anlamı kuralsızlaştırma, her türlü denetimden azade olarak işçinin üzerindeki sömürü baskısını arttırmaktır. İşsizliğin sınıf hareketinin önündeki en büyük engel olduğunun bilincinde olan burjuvazi, bu durumu fırsata çevir-menin peşindedir.İstatistik verilerin soğukluğu emekçi kitlelerin iliklerine kadar yaşadığı ızdırabı görmemize engel değildir. Her gün yaşanan onlarca trajedi, gazete ve televizyon ekranlarının, reality şovların değişmez konuların-dan olmaktadır. İşsizlikten bunalıp intihar edenler, ailesini katledenler, borcunu ödeyememekten kaynaklı ortaya çıkan ağır dramatik olaylar… Hem çalışan hem işsiz kesimlerin yaşadıkları… boğulma, çürüme ve düşkünleşme örnekleri. İnsanın içini acıtan, sisteme öfkesini arttıran bir yaşantı… Muğla-Fethiye’de çocuğunun dershane ücretini ödeyemediği için hapse atılan bir anne; annesinin hapsedilmesinin şokunu, ağırlığını taşıyamayan gencin intihar etmesi aslında sistemin niteliğini göstermesi açısından da karakteristiktir. Devlet güvencesinde, eğitimin parasız olması gerekirken, kalitesi bilinçli olarak düşürülen eğitim sis-temi nedeniyle ücretli dershanelerin zorunlu hale getirilmesi, dolayısıyla eğitimin paralı hale getirilmesi; işinden atılan anne-babanın dershane ücretini ödeyememesi, senetlerde imzası bulunan annenin (Türkiye genelinde bu durumda 40 binden fazla insanın bulunduğu söyleniyor) mahkemece tutuklanması. Eğitimin bir hak olmaktan çıkartılarak ücretli hale getirilmesi; işsizlik, polis, mahkemeler hapishane döngüsünde sönen emekçi hayatlar size de bir şeyler anlatmıyor mu… Bu hikayenin özü esas olarak, kapitalist üretim sürecinin amacının insanın, insanlığın ihtiyaçları değil, aza-mi kar olduğudur. Karın düzeyini düşürebilecek her türlü insani, toplumsal ihtiyaç, beklenti dışlanması, bertaraf edilmesi gereken şeydir. Burjuvazinin insani ve toplumsal ihtiyaçtan anladığı kendi sınıfsal çıkar ve beklentileridir.  Onun için tüm devlet kurumları, medyası, sivil toplum vs. ile bu çıkarları korumaya, geliştirmeye çalışır. Sınıf hareketinin, mücadelesinin gerilediği kesitler-de dizginsiz bir hale gelen sömürü çarkları Fethiye’deki anne ve oğulun yaşadığı trajedide olduğu gibi emekçi hayatları ezer, öğütür. Fakat bilinmesi gereken esas şey bu yaşanılanların kader olmadığı-dır. Kapitalist ekonomik sistemin temel karakteristiği olan bu durum yaşanmak zorunda değildir. Büyük bir doymaz iştaha sahip burjuva azınlığın çıkarları üzerine kurulu bu ekonomik sistem toplumsal yoksulluğu, açlığı, işsizliği her geçen gün arttırmak dışında bir işlev görmemektedir. Bu sisteme karşıt, onun karşısında yer alan tek alternatif sosyalist ekonomik sistemde ise üre-timin amacı ihtiyaçları ile birlikte insandır. İnsanın maddi ve manevi, kültürel tüm ihtiyaçları üretimin amacıdır. Dolayısıyla insanın insanı sömürmediği, açlık ve işsizliğin, gelecek kaygısının olmadığı, olmayacağı tek sistem olarak sosyalizm emekçilerin kurtuluşunun biricik yoludur. İşçi sınıfı ve işsiz kesimler tüm emekçilerle birlikte kader birliği yaparak ortak talepler doğrultusunda, birleşik ve militan bir sınıf mücadelesi yürütmeli, bu kavga içerisinde gelişerek toplumsal yapıyı alt üst edip yeni bir ekonomik-siyasal sisteme, mülkiyetin kolektifleştiği, dolayısıyla çıkarlarında kolektif bir kimlik kazanacağı sosyalizme yürümelidir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya kapitalist bir barbarlık, çürüme. Ya da, sosyalizm ve insanın insanca yaşayacağı bir sistem!…
 İŞÇİ HAREKETİNDE YENİ MAYALANMALAR
İşçi sınıfı hareketine nispi bir itilim kazandıran Tekel direnişi başta olmak üzere, itfaiye, Marmaray, İSKİ, belediye, ataması yapılmamış öğret-menler, taşeron sağlık işçileri direnişle-ri, bu yılın ilk yarısında öne çıkan işçi direnişleri oldu. Bu direnişlerin ortak özellikleri şunlardı:
1- Tümü kamudaki özelleştirme, taşeron, sözleşmeli, 4-C gibi günümüzde vites büyüten neoliberal saldırıların sonucu olan, hak ve konum kaybı içindeki güvencesiz işçi kesimleriydi. Bu dire-nişler, işçi sınıfının yeni durumunu ve buna karşı gelişen yeni mücadele dinamiklerini de gözler önüne serdi. “4-C, sözleşmeli, güvencesiz çalışmaya hayır”, “Taşeronluk sistemi kaldırılsın” gibi talepler, tekil olmaktan çıkarak, giderek birleşik mücadele talebi haline gelmeye başladı.
2- Direnişler, daha inatçı, toplumun gözünde daha meşru, pasif bekleyişle yetinmeyen, daha fiili bir karakter kazandılar. Merkezi yerlere çadır kurarak direniş alanına çevirme, işyeri, miting kürsüsü, AKP, Türk-İş işgalleri, yol kesme, köprü eylemleri…
3- Direnişler arasında henüz zayıf da olsa bir eylemli dayanışma ve birleşik mücadele dinamiği ortaya çıktı. Rutin “dayanışma ziyaretleri”nin ötesinde bir-birlerinin eylemlerine katılma, birleşik eylem yapma, Direnişteki İşçiler Platformu gibi örnekler ortaya çıktı.
4- Bu direnişlerin daha inatçı ve fiili bir karakter kazanması, devrimcilerle öncü işçiler arasında artan etkileşimle gerçekleşti. Henüz çok sınırlı ve cılız bir kitle tabanına dayanıyor olsa da, devrimcilerle etkileşim içinde, sendi-ka bürokrasisinin kontrol sınırlarını zorlayan, yer yer de fiilen dışına çıkan, onunla daha cepheden bir mücadeleye girişen bir öncü işçi inisiyatifi de kendini göstermeye başladı.
5- Bu direnişler işçi sınıfının değişen durumunun ve dinamiklerinin, ar-tık hiçbir biçimde mevcut bürokratik dar işkolu sendikalarının, önceki iş ve grev mevzuatının kabına sığmadığını gösterdi. Bu direnişlerin en önemli sonucu, işçi sınıfının artık neredeyse her direnişinde sınırlarına dayanıp ya geri-ye kırıldığı ya da onunla da mücadele ederek ilerleyebildiği, önceki dar, tek biçimli bilinç, örgütlenme ve mücadele biçimleriyle yetinemeyeceğini göstermesi, henüz çok sınırlı kesimlerde de olsa, yeni arayışları ortaya çıkarmasıdır.
6- En anlamlısı TEKEL ve 1 Mayıs’taki kürsü işgali olmak üzere siyasal ve moral kazanımlara karşın, bu direnişler somut kazanımlar elde edemediler. Bunun en önemli nedenleri şunlardır: Taban inisiyatifi ve atılımını güçlendirecek işçi komiteleri, öncü işçilerin tabanla daha güçlü bir köprü kurmasını sağlayacak işçi meclislerinin oluşturulması sağlanamadı. Öncü çıkışlara karşın daha yığınsal, gövdesel bir eylem hattı gerçekleştirilemedi. Direnişte olmayan, çalışan işçi kesimlerinin mücadeleyi desteklemesi ve katılması sağlanamadı. Sendika bürokrasisinin kontrolü dışına çıkılamadı. Üretimin durdurulması ya da sermayenin ilgili kesimlerini sıkıştıran daha zorlayıcı eylem biçimleri gerçekleştirilemedi.
Tasfiye edilen kamu alanındaki taşeron işçi kesimlerinin çalışma ve yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesi, diğer yandan zemini kayan geleneksel işkolu sendikalarının taşeron işçileri örgütlemekten başka şansı olmadığı için bu kesimlere yönelmesi, hareketlenmeyi artıracak. Diğer taraftan kadrolu ve kısmi iş güvenceli kamu işçileri ve işçileşmiş memurları tasfiye etmeye, güvencesizleştirmeye dönük dev çaplı saldırılar da, sınıfın bu geleneksel kesimlerinde hareketlenmeler yaratacak.
Organize Sanayi Bölgelerinde de, özel-likle de metal sektöründe, son aylarda artan kıpırtılar var. Gebze Çayırova’da ÇEL-MER Çelik, Çorlu’da DİSA Oto-motiv, Düzce’de Termo Makine fabrikalarında sendikalaşma girişimleri ve işten atmalara karşı zorlu direnişler kazanımla sonuçlanırken, Düzce’de Samka Metal’de direniş sürüyor. Türki-ye burjuvazisinin can damarı olan ve en büyük metal fabrikalarındaki yaklaşık 70 bin işçiyi kapsayan metal toplu iş sözleşmelerinin başlaması, çoğu sendikasız organize sanayi bölgelerindeki metal fabrikalarındaki direnişlerin de önemini artırıyor.
Tıpkı muazzam genişleyen taşeronluk sistemi gibi, organize sanayi bölgeleri (OSB) ve KOBİ’ler de, sermayenin yeni sömürü organizasyonunun bir ifadesi. Böylece kriz büyük sermaye tarafından bu kesimlere aktarılırken, işçi sınıfının mücadelesi de parçalanıp buralarda tamponlanmak isteniyor. Bu yüzden OSB’lerdeki işçilerin birincisi, organize sanayi bütününün de, ikincisi, bunların fason üretim yaptığı ana firmaların -toplu sözleşme sürecindeki- işçileriyle birlikte örgütlenmesi son derece önemli.
Türkiye işçi sınıfının son dönemlerde-ki en önemli direnişi, UPS direnişi ise, birincisi uluslararası karakteri, ikincisi Türkiye çapında yaygınlaşması, üçüncüsü ise sertliği ile öne çıkıyor. UPS, dünyanın en büyük kargo tekeli. Türki-ye burjuvazisinin bölge gücü politikalarının bir yönünü de, bölgesel ulaşım-taşımacılık üssü olması oluşturuyor. Bu koşullar altında UPS direnişi, taşeronluğa karşı mücadelenin de öne çıkan cephelerinden biri oluyor.
Önümüzdeki süreç, sınıf mücadele-sinin her alanda daha çetin geçeceği, daha geniş ve çeşitlenmiş bir cepheye yayılacağını gösteriyor. Bir yandan işçi sınıfının gücünü kıran ve gerileten iş-sizliğin ve taşeronluğun daha geniş bir zemine yayılması, diğer yandan buralarda emek yoğun sömürü terörünün bir sınıra dayanmaya başlaması ve işçi sınıfının yeni ve ara geçiş kesimlerinin mücadeleye girmeye başlaması. İşçi sınıfının geleneksel kamu işçisi ve işçileşmiş memur kesimlerinin tasfiyesi ve güvencesizleştirilmesine dönük, dev çaplı bir saldırı dalgası ve bu alanda bir-kaç yıla yayılacak son büyük muharebeler. En sonu, büyük sanayi işçilerinin, kafa işçilerinin hızlanan konum kaybı ve bunun ortaya çıkardığı yeni mücadele dinamikleri…
Tabii bu, işçi sınıfının bir çırpıda toparlanıp bir üst düzeye sıçrayacağı anlamına gelmiyor. Mücadele halen ağırlıklı olarak geleneksel sendikacılığın belirleyici olduğu, hak ve konum kayıplarına karşı eski düzleminde sürmektedir.
Ancak bu mücadeleler içinden de, yeni, fiili örgütlenme ve mücadele arayışları ortaya çıkmaktadır. Önemli olan işçi sınıfının bağımsız bilinç, örgütlenme ve mücadele kanallarının, yine bu mücadeleler içinde yaratılmasıdır.
                YETENEKSİZ SİNİZ İŞÇİ SINIFI!
                Medyada her gün bir yetenek yarışması programı çıkıyor. “Pop Star”, “Yetenek sizsiniz Türkiye”, “Survivor”… Bu programlara çıkanlar birbiriyle vahşi bir rekabet halinde, ortaya konulan ödül için yerli yersiz yeteneklerini sergilemeye zorlanıyor. Biz de size soralım: Yetenekli misiniz?
a- Ben ne iş olsa yaparım abi, asgari ücrete havada çift perende bile atarım!
b-Bende yetenek çok! Bak şimdi, bu bardağı nasıl çatır çutur yiyecem!
c-Hangi yarışma programı bu, ödül ne kadar, bu ödülü almak için kimi uçurumdan aşağı atmam gerekiyor?
d-Yetenekliydim! Ama günde 10 saatimi bıraktığım o izbe atelye, bi de şu gözü kör olası herif, üstüne şu sıpalar, ne varsa alıp götürdüler!
e- Ben yeteneksiz doğmuşum abi, taşeron işçi doğmuşum bir kez!…Yanıtlar uzak ya da yakın gelebilir. Ama her birimiz, bir şeyler yapabilmeye yatkınızdır. İşportacı Kazım, zabıtanın ta uzaktan kokusunu alır ve vıııııııııın, tutabilene aşk olsun! Zabıta Hüsnü, işportacıya baskın verir; arabadaki meyve ve sebzeleri yere devirmekte üstüne yoktur! Hatçe anam, yokluk-tan çorba var eder de, oniki zil aç nüfusu doyurur. Bizim Ahmet, fena halde zar tutar; iki mars, bi ters, hadi al bakalım koltuğunun altına! Veysi Hoca, bi okuyup üflesin, bi de kurşun döktü mü cazır cuzur, tamam; senin oğlanın bişeyciği kalmaz! ….
Bunlar da yetenek mi yahu, diyeceksiniz. Eh, bugün için en önemli yetenek, kendimizi sömürtebilme yeteneği olduğuna göre… Kendini sömürtemeyenin en küçük bir yaşama şansı dahi olmadığına göre… Hep-sine püfff ! Zati bizi sömürüp ezen sermayedarlar da, sağ olsunlar, daha uzun süre çalışmamız, daha fazla makinaya bakmamız, eve dahi iş götürmemiz, bilgisayardan anlamamız, bir sürü yabancı dil öğrenmemiz, …. için ha babam zorlayıp duruyorlar. Onlar zorladık-ça da, yetenek delisi olmaktayız.
Bellek: Aylardır görmediğin çocuğunun yüzünü hatırlayabilme!
Mesane: Çalışma saatlerinde helaya gitmek yasak olduğundan, mesanenin esneme yeteneği!
Mide: Asgari ücretle beslenmeye değil, kazınmaya koşullandığından, kazınmalara karşı koyma yeteneği!
“Yetenek sizsiniz!” diyerek sahneye çağırıyor; birbirimizle vahşi bir rekabet ve kanter içinde yeteneklerimizi sergilememizin ardından, tüm yeteneklerimize karşılıksız el koyup, “Yeteneksizsiniz!” diyerek sahne-den aşağıya yuvarlıyorlar!
Yeteneklerimizin sermayeye dönüşüp bizi sömürüp ezmeyeceği bir zaman, bir mekan, bir çağ, bir gezegen var mı; mümkün mü? Sömürüyle birlikte, lanet olası kendini sömürtebilme yeteneğimizi de tarihe gömeceğimiz; sadece kendimizin, birbirimizin, hepimizin yeteneklerini kendimiz için geliştirip kendimiz için kullanacağımız bir toplum mümkün mü?
Mümkün! Komünist toplum, herkesin çok yönlü yeteneklerini sonsuzca geliştirebileceği toplumdur. Fakat bunun için en başta, tüm yeteneklerimizi körelten ve kendine mal eden burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadele yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Tüm yeteneklerimizi üç kuruşa patronlara satmak yerine, kendi sınıfımızın kurtuluşu için bir araya getirmeliyiz.
Kültür-sanat yalnızca kültür-sanat mıdır? Kültür-sanat, hiçbir zaman sınıflardan, ekonomi, politika ve ideolojiden bağımsız var olmamıştır. Günümüzde ise burjuva kültür-sanat, başlıbaşına büyük bir sermaye birikim alanıdır.Günümüzde kültür-sanat, başlıbaşına ve dev çaplı bir tekelci kapitalist sanayii haline gelmiştir. Dünya müzik, sinema, gösteri sanatları, kitap, festival, kültür-sanat organizasyonu vb sanayilerinin her biri az sayıda emperyalist tekelin denetimindedir. Tekelci burjuvazi, büyük çaplı kültür-sanat merkezleri, müzeleri, vakıfları, organizasyonları, sponsorluk mekanizması, “sosyal-kültürel sorumluluk” kampanyaları ile kültür-sanatı tümüyle tekelci sermaye egemenliği ve çıkarları doğrultusunda yoğurmaktadır. Böylece, kültür-sanat aracılığıyla vahşi sömürüyü ve baskısını perdelemekte, “meşru ve doğal” göstermekte, “ilerici ve uygarlaştırıcı” bir kılığa bürünmekte, en etkin bir “halkla ilişkiler” aracı olarak kullanmaktadır. Burjuva kültür-sanatın bir işlevi de kitlelerin yaşam tarzını, ilgi, ihtiyaç, özlemlerini bilinç altına kadar nüfuz edip yönlendirerek, tüketimi körüklemek, yeni kar alanları açmaktır. Kitlelerin iş dışı zamanlarının da sermayenin istekleri doğrultusunda örgütlenmesi, kitlelerin edilgenleştirilmesi, alıklaştırılması, deşarj edilmesi, hoşnutsuzluklarından arındırılması ve bunları bastırmaya koşullandırılması, sistemin güç ve büyüsüne yeniden ikna edilmesi, böylece bir sonraki işgünü için yeniden paketlenmesinin kapitalist sömürü disiplini için önemi açıktır.
Fakat kültür-sanat bununla da kalmamakta, yüzbinlerce işçi ve emekçinin çalıştırıldığı bir sömürü alanı haline getirilmektedir. Tıpkı eskiden evde-köyde üretilen her şeyin (bebek maması ve bezinden kazak örmeye kadar) piyasadan satın alınan hazır metalara dönüşmesi gibi, emekçilerin kendi aralarında üret-tikleri kültür-sanatın üretimi de sermayeye dayalı kültür-sanat üretimi haline gelmekte, hazır metalara dönüşmektedir. Kültür-sanat üretimi de çok daha geniş ölçekli hale gelmekte, toplumsallaşmakta ve evrenselleşmekte fakat kitlelerle arasına sermaye-piyasa dolayımı girmektedir. Geniş emekçi kitlelerin mahkum olduğu, “popüler kitle kültürü”, en yüzey-sel, standart, en basmakalıp, sınıfsal talep gereksinme özlemlerden en uzak tutucu, en gerici, en geri içgüdülere hitap eden ürünlerden oluşmaktadır.
Devrimci proleter kültür-sanat savaşımı, eksenine, kültür-sanatın sermayeye dayalı üretim biçiminin yıkılmasını koymalıdır. Çünkü günümüzde egemen kültür, çok daha dolaysız ve organize biçimde sermaye kültürü ve kültürün sermayeleşmesidir. Çünkü bilim, sanat, spor, insanın en insanal-toplumsal yetilerini ve yaratıcılığını geliştiren, ilişkilerini zenginleştiren uğraş alanlarından biri olmasına karşın, bunların sermayeye dayalı üretim ve organizasyon biçimi, tüm o parıltılı cilası altında, insanı-kitleleri en nesneleştirici, tüketicileştirici, en gözbağlayıcı, en köreltici, en ilkel ve geri içgüdüleri körükleyici, çürütücü, asalaklaştırıcı, güdükleştirici, bir engel olarak dikilmektedir.
Fakat kültürün her düzeyde sermayeleştirilmesine, sermaye olarak yeniden üretimine karşı savaşım, bun-dan tarihsel olarak geriye, geleneksele doğru değil, ileriye, sosyalizme doğru olmak zorundadır. Çünkü kültür-sanat üretim, emek ve bilgisinin ileri düzey-de toplumsallaşması ve merkezileşmesi, bir yanıyla da, bu alanda da sosyalizmin ön koşullarının ileri gelişimine işaret eder. İşçilerin ihtiyaçlarını bir lokma, bir hırka, bir dam olmaktan çıkarır; spordan sanata yeni mücadele talepleri de yaratır. Medya, bilgisayar-internet, büyük çaplı popüler kültür-eğlence endüstri-si, büyük çaplı sanat, spor, bilim vd. organizasyonları, festivaller, tabii ki bugünkü biçimleriyle değil, fakat kitlelerin zihinsel-kültürel planda da etkin kolektif katılım, inisiyatif ve yaratıcılığını geliştirmenin, sosyalist kültürel dönüşümün araçları haline gelecektir.
İşçi sınıfı için kültür-sanat savaşımı, sınıf savaşımının önemi artan bir dinamiğidir. İşçi sınıfının savaşımı yalnızca dar ekonomik, dar siyasal savaşım değildir. Tüm yetenek ve ihtiyaçlarıyla insan olma savaşımıdır. Ve bunun için de sermayenin yalnızca siyasal, yalnızca ekonomik değil, toplumsal kültürel egemenliğini de yıkmak zorundadır. Bu yüzden de işçi sınıfının büyüyen kültürel, sanatsal, sportif ihtiyaçlarını gerçekleştirebilmesi, kültür-sanat-spor üzerindeki sermaye egemenliğini yıkmasına bağlıdır. Kültür-sanat savaşımı da, işçi sınıfı için her şeyden önce bir savaşım kültürü-sanatı olarak vardır.
TORBA YASASI NE GETİRDİ?
16 yaş altındaki genç ve çocuk işçilere asgari ücretten daha düşük bir özel asgari ücret verilir. Bunu 18 yaşına kadar olan işçilere doğru genişletiyorlar.
18-29 yaş arası erkek ve 18 yaş üstü kadın çalıştıran işletmelerin sigorta primlerinin işsizlik fonundan karşılanması maddesiyle, yaşlı işçilerin işten çıkartılarak kapitalistlerin sigorta primi dahi ödemeden gençleri sömürme-sinin önü açılıyor.
Meslek liselerinde okuyan öğrencilere staj sırasında ödenen ücreti düşürüyorlar.
Silikozis hastası kot kum-lama işçilerini, meslek hastası işçilerin yararlandığı haklardan yararlandırmamak adına onların kayıt dışı çalıştırılmalarını bahane ediyorlar.
Belediyelerde çalışan norm fazlası işçilerin (yaklaşık 50 bin işçi!) başka kamu kurum ve kuruluşlarına devrini istiyorlar. Amaç belediyelerde tam taşeronluk. Bu yetmiyor, il özel idaresine bağlı on binlerce işçi de işsiz kalacak.
“Vergi affı” ile -işçiler ve memurlar için doğrudan ücretten kesme devam ederken- sermayedarlar için vergi ve sigorta prim afları getirili-yor.
Kamuda esnek çalışmanın kurallaştırıldığı ayrıntılı maddeler getiriyorlar. İş Kanunu değiştirilerek, "evde çalışma", "uzaktan çalışma", "saatli çalışma", "çağrı üzerine çalışma" gibi esnek istihdam biçimlerinin getirilmesi, bunların kamuya da taşınması gerçekleşiyor.
Kamuda başka kurumlara yılda altı ay sürebilecek “geçici” görevlendirmeler, 24 saat hizmet veren kurumlarda çalışma saatlerinin kurum amirlerince düzenlenmesi hükümleri geliyor.
Sicil sisteminin yerini disiplin cezası almama koşulu alıyor.
Ödüllendirmede “kamu-sal gelirlerin arttırılma-sı” ölçüt haline getiriliyor.
Özel sektörden kamuya bürokrat/yönetici atanması, atananların özel sektör-de çalıştığı yılların da kamu hizmeti sayılması...
Kamuda işçiye grev yasakları pekiştiriliyor.
Özelleştirilen kurumlar-la ilgili yargı kararlarının uygulanmaması inisiyatifi yasayla hükumete veriliyor.
İşçilerden kesintiler-le oluşturulan İşsizlik fonundan 2008'den bu yana 10 milyar TL aldılar, mecliste yeni kabul edilen bütçe “işçi parasıyla kalkınma” stratejisinin devam ettiğini gösteriyor.
ALANLARA, TORBALAR CESETLERİMİZLE DOLMASIN DİYE ÇIKTIK!
Binlerce işçi ve emekçi güvencesizliği katmerlendiren Torba Yasa’ya karşı alandayken, OSTİM ve İvedik’te torba işçilerin param-parça bedenleriyle doldu. Torba Yasa’dan haberdar olsalar bile işsizlik korkusuyla eyleme katılamayan OSTİM işçileri, Ankara sokaklarını ölümleriyle ateşlediler. Katliamların haberi, işçilere geleceksizliklerini, kapitalizmden onlara diz çökerek yaşamaktan başka bir şey vadedemeyeceğini bir kez daha kanıtladı. Burjuvazinin en son askerlikten de yırtan polisinin uyarıları yuhalamalarla karşılandı. Fırlattığı gaz bombaları OSTİM’in öfkesiyle geri atıldı.81 ilden işçi ve emekçi neden Ankara’ya gelmişti? “Deneme süresi” adı altında 4 ay güvencesiz çalıştırılıp sonra da “İşinden memnun değiliz” diye işten atılmamak; sermayenin ağzı var dili yok kölesi olmamak için! “Yetiştirilmek üzere” adı altında, 5 işçinin çalıştığı yerlerde bile stajyer köleliğinin uygulanmaması için! Stajyerlik ücretlerinin 100 TL’ye kadar düşürülmemesi, aramızdaki rekabetle yaşamlarımızın tüken-memesi için! Çoğumuzun zaten faydalanamadığı İşsizlik Fonu’nda biriken primlerin köle taciri “Özel İstihdam Büroları”na aktarılmaması için! Belediye işçilerinin “ihtiyaç fazlası” denilerek toz duman edilmemesi ve belediyelerin 5 yıl içinde tümden taşeronlaşmaması için! Kamuda çalışan emekçiler dahil, uzaktan, evden, çağrı üzerine , kurum içi, kurum dışı… güvence-siz çalışmaya mahkum edilmemek, sağlık, emeklilik primlerinin üzerimize yıkılmaması için! “Kadın istihdamını teşvik ediyoruz” adı altında kadın emekçiye hem işyerinde hem evde kölece çalışmayı dayattığı; sağlık ve emeklilik primlerini de onun sırtına yıktığı için! 10’ar 10’ar kurban gittiğimiz katliamlara karşı en küçük bir iş güvenliği tedbirinin bile alınmamasını sağlama alan sermayeye dur demek için! İşte bu yasanın, Torba Yasanın her maddesi, burjuvazinin meclisinden tereyağından kıl çeker gibi geçiyor. Burjuvazinin sınıf diktatörlüğü en küçük güvenceyi bile yaşamlarımız-dan söküp atıyor. Burjuvazi için Torba Yasa, azami kar yasasıdır. Söz konusu azami kar ise, iş, sağlık, eğitim, yaşam, insan, çevre… “teferruat”tır. Patronların azami karını yaşamlarımızla sağlamak için mi çalışacağız, yoksa bütün bir toplumun ihtiyaçları için, hem de en güvenli koşullarda ve zahmetli emeği de ortadan kaldırarak üreteceğimiz, kendi kendimizi kendi meclislerimizle yöneteceğimiz bir toplum için, sosyalizm için mücadele mi edeceğiz? Evet, göz göre göre 20 sınıf kardeşimizin daha kapitalizme kurban gitmesinin öfkesiyle dağlandık. Evet, kendi çürümesine yas tutan burjuvazinin medyasında 20’miz 1 kişilik yer tutamadık. Evet, bize cennet diye öbür dünyayı gösterenlerin neden sefayı bu dünyada sürdüğü tokat gibi çarptı yüzümüze! Ama çaresizliğe, “Böyle gelmiş böyle gider”lere yer kalmadı artık. Ortadoğu’da milyonların patlayan öfkesiyle bilenelim! Çocuklarımızın soran gözlerine bakalım! OSTİM’de, Davutpaşa’da, Zonguldak’ta, tersanelerde, Balıkesir’de, Bursa’da… katledilen sınıf kardeşlerimizin kiniyle yumruklarımızı sıkalım! Torbaları cansız bedenlerimizle artık daha fazla doldurmamak için birleşelim! Kapitalizmin hayat diye bize sunduğu iş güvenliğinden yoksun, kölece güvencesiz çalışmaya karşı sınıf düşmanının karşısına sınıf birliğimizle dikilelim!