3 Mayıs 2015 Pazar

ERMENİ SORUNU ÜZERİNE                                                    
Osmanlı İmparatorluğu'nda “Ermeni Sorunu”, gayrimüslimlere Müslümanlarla eşit hukuki haklar tanınması yolunu açan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları ile birlikte bir iç sorun olarak ortaya çıkar. Bu fermanlarla Hristiyan azınlık haklarının tanınması taahhüt edilmiştir. Öte yandan, 1830'lu ve '40'lı yıllarda Osmanlı yönetimi tarafından merkezileşme politikaları çerçevesinde Kürt beyliklerinin özerk yapılarına son verip, aşiretlerin toprağa yerleştirilmesi kararı uygulamaya konulmuştur. Bu süreçte, göçerlerle yerleşik düzende yaşayan topluluklar arasında süren gerginlikler ve çatışmalar daha da artmıştır. Geleneksel hale gelen köy baskınları ve yağmalama olayları, haraç almalar bunlar arasındadır. İlk Ermeni direniş örgütleri bu dönemde kurulmaya başlar. Kafkaslardan Rus baskısından kaçıp gelen Müslüman göçmenlerin bir kısmı da bu yöreye yerleştirilmiştir. İç içe geçmiş yerleşimler oluşmuştur. Bu da karşılıklı çatışmaları beraberinde getirmiştir. Ermeni sorunu, başlangıçta uluslararası diplomasiye Ermenilerin, Kürtlerin ve Çerkezlerin saldırısından korunması çerçevesinde dahil olmuştur.
93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma süreci resmiyet kazanır. Orta Avrupa ve Balkanlar'da neredeyse Osmanlı toprağı kalmaz. Çıkarlarını tehlikede gören İngiltere ve Fransa’nın duruma müdahalesi ile Berlin Muahedesi imzalanarak Rusya’ya sınırlamalar getirilir. Ancak, her iki anlaşmada da, Ermeni nüfusun yoğun olduğu Doğu vilayetlerinde söz verilen reformların derhal yapılması koşulu yer alır. Böylece, Ermeni sorunu, Osmanlılar bakımından aynı zamanda devletlerarası bir soruna dönüşür.
Reform sözleri Ermenilere karşı baskı politikalarının da artması demektir. Bu arada, Osmanlı topraklarında II. Abdülhamit’e karşı “Jön Türk” muhalefetinin ilk faaliyetleri de başlamıştır. Ermeni örgütler, Jön Türk muhalefetinin içinde yer almazlar. Ancak aralarında temas ve işbirliği arayışları 2. Meşrutiyet'e hattâ daha sonrasına kadar sürer. 1890, II. Abdülhamit rejiminin özellikle Ermeni hareketine karşı örgütlendirdiği “Hamidiye Alayları”nın kurulduğu yıldır. Bu yarı-resmî milis gücü, Doğu’daki Ermeni nüfus üzerindeki Kürt grupların baskısını devlet kontrolünde, yasal ve sistematik hale getirmektedir. Sonuçta reform bir yana Van, Bitlis, Muş yöresinde şiddetli çatışmalar olmuş, çoğunluğu Ermeni, binlerce insan ölmüş, dağlık Sason bölgesinde isyan özellikle uzun sürmüştür. Ve Sason isyanı, Abdülhamit’e bir katliam gerekçesi sunmuştur.
1900’lerin başında Taşnak komitacılarının Osmanlı Bankası baskını, 1905’te Abdülhamit’in son anda kurtulduğu suikast girişimleri Abdülhamit yönetimine bir tepki olarak değerlendirmiş, Ermeni hareketi, Jön Türk muhalefeti ile ilişki içinde 2. Meşrutiyetin ilanını sevinç ve umutla karşılamış, bunu Müslüman ahali ile birlikte yapılan gösterilerle kutlamıştır. Tehcir’den sağ çıkanlardan Harputlu Sargis Khaçatıryan (1903 doğumlu) o dönemi şöyle anlatır: “...hatırlıyorum da, 1908 tarihinde Türkiye’de ihtilal olduğunda, insanlar sokaklarda şarkı söylüyorlardı”. Bu şarkılardan biri şöyledir: “Kalkın, hey vatandaşlar!/ Sevinelim yoldaşlar!/İşte size hürriyet: Yaşasın Osmanlılar!”. Yine sağ kalanlardan Bitlisli Hımayak Boyacıyan (1902 doğumlu) ise anısını anlatırken şöyle der: “1908’de hürriyet ilan edildiğinde, başlangıçta herkes Ermeni ve Türk’ün kardeşçe beraber yaşayacağı konusunda hemfikirdi. Hatta köyümüzde şölen oldu ve tüfekler ateşlendi…”
19’uncu yüzyılda doğmuş Sasunlu [Sason] görgü tanığı Yeğyazar Karapetyan (1886 doğumlu) geçmişin tarihi olaylarını hatırlayarak şunları söyler: “...1908’de ilan edilen hürriyet bütün siyasi mahkûmları özgürlüklerine kavuşturdu; artık Ermeni, Türk ve Kürt hepsi de eşit haklara sahip olacaklardı. Her yerde sevinç çığlıkları duyuluyordu. Hürriyet yasasıyla, Ermenilerin küçük düşürülmesine, dövülmesine, soyulmasına, küçümsenmesine, küfürlere ve soyguna maruz kalmasına son veriliyordu. Bu tür davranışları sergileyen kişi en ağır cezalara çarptırılıyor, hatta idama mahkûm ediliyordu. Her iki halka da tam güvence veriliyordu: Ermenilere serbestçe oy verme, kendi temsilcilerini seçme ve önerme hakkı veriliyordu. Bu, batı Ermenilerinin yaşamında bir yeniden doğuş idi…”
Ancak bu hava 1909’da Adana’da patlak veren olaylarla bozulur. 1909 yılında, Paskalya haftasının 1-3 Nisan günleri, Adana çevresiyle birlikte alevler içindedir. Bir Müslüman-Ermeni çatışması kışkırtılmıştır. Adana’nın Ermeni mahallelerine ve çevre köylerde katliamlar ve yağmalama eylemleri olur. Hükümet, Edirne’den Ermeni Osmanlı Mebusu Hakob Papikyan’ın Adana’ya hareket etmesini, olayı yerinde incelemesini ve Meclis-i Mebusan için Türkçe resmi bir rapor hazırlamasını tavsiye eder.
H. Papikyan Adana’ya gider, olan biteni detaylı bir şekilde araştırır ve teferruatlı bir rapor hazırlar. Raporda “…kurban sayısı 30.000’e ulaşmakla kalmıyor”, denmekte, ayrıca, “katliamların yerel makamların bilgisi dahilinde ve emriyle düzenlendiği apaçık ortadadır” biçiminde ifadeler yer almaktadır. Tahrikçilik yaptıkları gerekçesi ile biri Ermeni kırk kişi idam edilir. Ama yine de İttihatçı ve Taşnak ilişkisi, 1909 sonrasında stratejik işbirliği düzeyine çıkmış, her iki parti ortak yayımladıkları deklarasyon ile Meşrutiyet’i koruyacaklarını ilan etmiştir. İki parti arasındaki resmî ilişki 1911 Taşnak Kongresi’ne kadar devam etmiş, 1912 yazı ile birlikte ilişkiler tümüyle bozulmuştur.
Ermeni sorununda asıl dönüm noktası Balkan Savaşlarından sonradır. 1911 Trablusgarp Savaşı Osmanlı'nın Afrika'dan tasfiyesi anlamına gelirken, Balkan Savaşı yenilgisi de Avrupa'dan tasfiyesini ifade etmektedir. Ve sıra Asya'daki topraklara gelmiştir. Bu savaşta İmparatorluğun kalbi sayılan, İttihatçı yöneticilerinin çoğunun doğum yeri olan Rumeli’nin tamamına yakını kaybedilir. Kaybedilen topraklarla birlikte Anadolu'ya doğru büyük bir Müslüman göçmen akını başlar. Hristiyan düşmanlığı da bu koşullarda yükselişe geçer.
Görünen o ki, bu yenilginin ardından iş başına gelen İttihat Terakki Partisi, yönetimi bundan sonra benimsediği geleneksel ittihat-ı anasır; yani dinî, millî cemaatleri bir arada tutma siyasetinin iflas ettiğini kabul eder. Bu durumdan köklü bir değişiklik yapmanın zorunlu olduğu sonucunu çıkarır. Çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceği, artık elde kalan topraklara sahip çıkılması gerektiği görüşü güç kazanır. Osmanlı'dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika yürütülmesi gerektiği, aksi halde topyekun yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelineceği düşünülmektedir. Bundan böyle İttihat Terakki yönetimi bir Türk milli politikası takip edecektir. Ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır. Anadolu’da ise Ermeniler, Kürtler, Türkler, Rumlar, Yahudiler ve başka halklar birlikte yaşamaktadırlar. Bu politikanın etnik temizlik anlamına geldiği ortadadır.
Öte yandan, 1912'nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Rusya'nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914'te Yeşilköy Anlaşması ile Osmanlı hükümetine kabul ettirilir. Özerklik; Van, Muş, Bitlis, Erzurum, Sivas ve Diyarbakır’ı da içeren altı vilayet için söz konusudur. Bu projenin pratikte bağımsızlık demek olduğu aslında bütün taraflarca kabul edilir. Uzun görüşmeler sonucu yöre iki yönetim bölgesine ayrılır ve yönetmek üzere iki Vali atanır. Norveçli Müfettiş Hoff ve Hollandalı Westenen, Ağustos 1914'ün başında Erzurum'a gelmişlerdir.
Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür. Osmanlı hükümeti savaşa girdiğinde artık, Ermeniler köşeye sıkışmış ve neredeyse gidecek yeri kalmamış Türk milliyetçiliğinin, Batılı büyük devletlere duyulan kin başta gelmek üzere, tüm nefretini kusacağı bir kesim olarak topun ağzındadır. Üstelik Rumeli’nden vazgeçmek zorunda kalan ve yüzünü Doğu’ya dönen İttihatçıların İslam ve Türk coğrafyasına ulaşmalarının önünde engel olarak görülmektedirler.
İttihatçılar artık bütün Anadolu’yu merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti kimliğine sokmayı planlamaktadırlar. Dahası, emperyalist paylaşım savaşına, bir Turan İmparatorluğu kurma hayalleriyle dahil olmaktadırlar. Profesör Stefanos Yerasimos’un dediği gibi; “1914-1915 kışında yerleşen kanı bir vatanın iki talibi olamayacağı ve Ermenilerden kurtulmanın yolunun bulunması gereği, yani 'ya biz ya onlar' psikolojisidir. Bu 'kurtulma'nın yolları ise yerine ve koşullara göre uygulanmıştır”. Tehciri büyük bir coşkuyla uygulayan Diyarbakır Valisi Çerkez Reşit Bey’in “Ya onlar bizi ya biz onları” sözü bu anlayışın en açık ifadesidir.
1914 Yeşilköy Anlaşması görüşmeleri sırasında Alman Büyükelçisi Wangenheim Berlin’e gönderdiği raporda, “bu iş taksimin başlangıcı demektir” diye yazar. Avusturya Büyükelçisi Pallavicin’in, Rusların reformun gerçekleşmesi ile birlikte, “Türkiye’nin Asya parçasının bölünmesinin artık bitmiş bir iş olduğunu” hiç saklamaya gerek görmeden kendisine söylediğini ifade eder. İttihat ve Terakki yöneticilerince kırım kararının alınmasında Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkılması durumunda bu özerklik kararının hayata geçirileceğini bilmenin de etkisi vardır.
1890’larda yapılan katliamlardan sonra Van yöresinde Ermenilerle ve yerel güçler arasında çatışmalar artar. 1915 Nisan'ının ortasında İstanbul'a ayaklanma haberi gelir ve tehcir kararı alınır. Aslında bu denli kapsamlı bir tehcir kararı alınmasında artık Ermenilerin eylemleri yalnızca bir bahanedir. Ve nitekim resmi yazışmalarda tehcirin bu bölgelerde oluşturulması kuvvetle muhtemel bir Ermeni devletinin varlığını engellemek amacını güttüğü açıkça ifade edilir. Sarıkamış yenilgisi ve Çanakkale savaşının başlaması, kararın hızla uygulamaya sokulmasına yol açar. Ermeni bağımsızlığının ilanının an meselesi olduğu düşünülmektedir.
“…1914 yılında Türkiye genel seferberlik ilan etti… -diye anlatır Harputlu Sargis Khaçatıryan (1903 doğumlu)- Ermeni gençlerini Türk ordusuna aldılar. Götürüp amele taburlarında çalıştırdılar; sonra hepsini de öldürdüler...”. Doğal olarak, eğer Ermeniler Van’da meşru müdafaaya başvurmasalardı, onlar da aynı şekilde şehit olacaklardı. Burada soykırımdan kurtulan Vanlı Ardsrun Harutyunyan’ın (1907 doğumlu) sözlerini hatırlatmakta fayda var: “Meşru müdafaa, halka karşı şiddete başvurulduğunda doğmaktadır…” “Dolayısıyla, Van’da, Şatakh’ta [Çatak] ve diğer yerlerde kahramanca yapılan savunma muharebeleri, İttihat Hükümeti’nin uyguladığı şiddete baş kaldıran batı Ermenilerinin haklı bir isyanıydı, onların dünyadaki büyük devletlere yönelttikleri şikayet sesiydi” şeklinde ifade etmektedir Ermenilerin görüşlerini, Verjine Svazlian (Sıvaslıyan) Ermeni Soykırım ve Tarihsel Hafıza adlı çalışmasında.
Tehcirin resmi gerekçesi, ordu için tehlike teşkil eden Ermenilerin savaş bölgelerinden uzaklaştırılmasıdır. “1915’te Ruslarla çarpışan Türk ordusunu arkadan vurmaya çalışan Ermeni çetelerine yardım eden Ermenilerin güneye gönderilerek yerlerinin değiştirilmesini hedef alan” Tehcir Kanunu, 14 Mayıs 1915’te yürürlüğe girmiştir. Tehcir Kanununun tam metni şöyledir: “1-Vakti seferde ordu ve kolordu ve fıkra komutanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükümete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görürlerse, derakap, kuvayı askeriye ile şiddetli surette tahribat yapmağa ve tecavüz ve mukavemeti esnasında imha etmeye mezun ve mecburdur. 2- Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları, askeri icaplara mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskan ettirebilirler”. Resmi tezi savunanlar işte bu yasal gerekçeye dayanmaktadır. Yapılan iş savaş hukukunun gereği sayılmaktadır.
Tehcir Kanununun çıkarılmasından hemen sonra çeşitli illere, valiliklere, kaymakamlıklara şifreli telgraflar çekilir. Yöntem her yerde aynıdır. 24 saatte tespit edilen yörelerin boşaltılması emri verilir. Polis, asker ve milis gelir, önceden belirlenmiş evlerin kapısını çalar teker teker. Onlara her şeyi arkalarında bırakıp gitmeleri için birkaç dakika zaman verilir. Kafileler halinde toparlanırlar. Hiçbir ayrım yapılmamıştır. Yaşlı hasta çoluk çocuk demeden aniden Batıdakiler de Doğudakiler de bir ölüm yolculuğuna çıkartılmıştır. Bursa’nın Medz Nor Köyü’nden Aşot Ohanyan (1905 doğumlu) bu ölüm yürüyüşünü şöyle anlatır: “1914’te Türk Hükümeti gençlerimizi toplayıp, silah altına aldı; ondan sonra da ailelere ‘araba kiralayın, yakın bir yere gideceğiz’ denildi. Parası olan yük arabası kiraladı, parası olmayan da yayan gitti. Biz de çocuktuk; annemizin eteğinden tutup yürüyerek gittik. Uzun süre yolculuk ettik. İlk durağımız Konya idi. Orada, bizi şehre sokacaklarına, dağlarda jandarmaların gözetimi altında aç susuz bıraktılar. Ertesi sabah bizi Bozkur’a doğru yola çıkardılar. Oradan da geçtik. Günlerce, haftalarca yürüyorduk. Ayaklarımız kanlar içinde yürüyorduk. Zaptiyeler kamçıyla vuruyorlardı. Birçokları buna dayanamayıp, yolda öldü. Cesetler yerde kalıyordu ve geceleri kurtlar onları yiyordu. Yayan gidiyorduk. Zaten çok az kişi kalmıştık, çünkü birçok insan ölmüştü. Bir de İğde diye bir köyün yakınlarına ulaştık. Orada ‘Paranız yok mu? Paraları çıkarın!’ diyerek üstümüze saldırdılar ve soygun başladı”.
Yol uzundur. Ve göç ettirilenlerin çoğu yaya yürütülmektedir. Geğetsik Yesayan (1901, İzmit doğumlu) sürgün yollarında çektikleri inanılmaz eziyetleri ve geçtikleri bölgeleri şöyle anlatır: “1915 yılında, Büyük Felaket sırasında ben 14 yaşındaydım. Sürgün başladı. Ailemizdeki 12 kişiyle sürgüne gittik; sadece 2 kişi hayatta kaldık. Yolda bizi kamçılarla dövüyor, bize eziyet ediyor ve su vermiyorlardı. Biz yürüyerek Devlet, Eskişehir, Konya, Ereğli, Bozantı, Kanlı Geçit, Bab, Meskene, Abu Arar ve Tigranakert’ten [Diyarbakır] geçip sonunda Der Zor’a vardık…”
Bu varılan kamplarda neler olduğunu ise Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı Ali Fuad Elden Suriye Hatıraları’nda “İki Ölçü” başlıklı bölümde anlatır. Cebeli Dürûz’e bir teftiş seyahati yapar Cemal Paşa. Karşılayıcılar arasında “çıplak kara kuru iskelet halinde” insanlar görür. “Belli ki açtılar. Susuyorlardı” der Ali Fuad. Cemal Paşayı alkışlamıyor, öylece bakıyorlardır. Adamları merak edip kim olduklarını sorar. Ermeni göçmenlerdir. Cebeli Dürûz ordunun zahire ambarıdır.Ve hasat zamanıdır. Her tarafta tepecikler halinde zahire yığılıdır. Kurmay Başkanı Cemal Paşa’dan göçmenler için iki ton buğday ihsan etmesini ister. O vakte kadar kudretli ve cömert bir insan olarak bildiği Cemal Paşa Kurmay Başkanı’na: “Fuad Bey! Sen daha hala anlamadın mı?” der. Anlamamıştır. “Halep’te başka bir ölçü uygulanmıştı. Cebeli Dürûz’da başka bir ölçü uygulandı” diye yazar anılarında.
Göç yollarında neler yaşandığı hakkında sayısız tanıklık vardır artık günümüzde. Fethiye Çetin “Anneannem” adlı kitabında içimizden birinin, “kılıç artığı” sayılan Heranuş nenenin öyküsünü anlatır. Anlatılan tanıklıklar, yaşananlar çok yakındır birbirine: Önceden ayrılıp öldürülen erkekler, parçalananlar, yakılanlar, yollarda saldırı, açlık, çocukların genç kızların kaçırılması, kendini azgın sulara atmak zorunda kalan genç gelinler, öldürülen bebekler. Vahşet, vahşet, vahşet… Açlıktan ot yiyenler, açlıktan insan eti yiyenler, parçalanmış ceset tepeleri, akarsularda yüzen cesetler… Anadolulu Heranuş nenenin tanıklığı ile Talat Paşa davasının tanıklarından Cristine Terzibaşıyan’ın anlattıkları birbirinden çok da farklı değildir bu yüzden. Aslında her katliam kurbanının yaşadığı hep aynı yazgının farklı coğrafyalara savrulan parçalarıdır; Almanya’ya, Amerika’ya, Fransa’ya ve İtalya’ya ve Ermenistan’a…
Göçertme Anadolu’nun 70 yerleşim yerinde hemen hemen aynı anda başlatılır. Erzurumlu Loris Papikyan (1903 doğumlu) da şöyle anlatır yaşadıklarını: “…Yolda, Türklerin Ermeni kızlar ve kadınlarla nasıl alay ettiklerini gördüm. Ben öyle korkunç bir sahneye tanık oldum ki, dünya tarihinde eskiçağlardan bugüne kadar hiçbir barbar kavim kadınlara karşı buna benzer bir vahşet sergilememiştir. Dört rütbeli şahıs, insani görünümlerini yitirmiş, vahşi sırtlanlar gibi azmış aşağılık yaratıklar, bir masanın etrafına oturmuştu ve bir grup Ermeni kadın da yanlarında ayakta duruyordu; o kadınlar muhtemelen birkaç gün sonra doğum yapacaklardı. O rütbeliler hamile kadınların rahimlerindeki çocukların cinsiyeti üzerine bahse giriyor ve emirlerindeki askerlere hamile kadının karnını bıçakla deşerek bebeği dışarı çıkarmalarını emrediyorlardı. İnsan görünümlü vahşi hayvanlar neler yapmıyorlardı ki. Eğer ben bahsi geçen sahneyi şahsen görmüş olmasaydım ve bugün onu bana anlatsalardı ya da bir kitapta okusaydım, benzer bir vahşetin sergilenmiş olduğuna asla inanmazdım”. Gerçekten de bu tanıklıkları okurken yaşadığımız duygulara tercüman olmaktadır aynı zamanda Loris Papikyan.
Tehcir eylemi, ilgili yasadan çok önce gündeme gelmiştir. Emrin çıkarılması Batılı Devletlerden gelen protestolardan sonradır. İttihat ve Terakki Partisi, Jön Türk devrimini gerçekleştiren örgüttür. Ancak iktidarı gerçek anlamda ele geçirişi Ocak 1913’tür. Anadolu’yu Türkleştirme planları da bu tarihten sonra yürürlüğe sokulur. Özellikle 1914 yılında Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasıyla somut planlar ortaya konur. Teşkilat-ı Mahsusa’nın (Özel Örgüt) kurulması da bu planın en önemli unsurlarındandır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen isimlerinden Kuşçubaşı Eşref ; “Teşkilatın görevi Anadolu’daki gayrı Türk unsurların tasfiye edilmesidir” der.
Anılarında, 23 Şubat 1914 tarihinde Enver Paşa ile bir görüşme yaptığını yazar. Enver, Eşref’e, devletin kurtuluşunun gayrı Müslimlere karşı alınacak tedbirlere bağlı olduğunu söyler. Teşkilat-ı Mahsusa’nın görevi, “hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilatının kat’iyyen başaramayacağı hizmetleri yerine getirmektir.” Hainler ve sadıklar ayrılmalıdır. Bu amaçla; “büyük bir plan hazırlamıştık.... Bu plan, Osmanlı Devleti’nin asırların yükü ve mirası olarak omuzlarında taşıdığı mâzi miraslarının zararını asgari hadde indirecek tedbirleri ihtiva ediyordu” der, Kuşçubaşı. Anlattıklarına bakılırsa devlet yöneticileri, gayrimüslimleri ayrılıkçı ve “öldürücü bir dert” olarak görmektedir. Plan yürürlüğe konulur, “stratejik noktalara kümelenmiş ve dış menfi tesirlere bağlı gayrı Türk yığınakların tasfiyesi” başlatılır.
Tehcirin amacı, hiçbir biçimde yalnızca güvenlik gerekçesiyle göç ettirme değildir. Tehcir, Anadolu’nun gayri Türk unsurlarından arınması için kullanılan bir araçtır.
Bu durumu, tehcir eylemini Teşkilat-ı Mahsusa adına organize eden, Bahaddin Şakir’in Adana murahhası Cemal Bey’e 25 Şubat 1915’te yazdığı bir mektupta söyledikleri de açıkça ortaya koymaktadır: “Cemiyet vatanı bu mel’un kavmin (Ermenilerin) ihtizasından kurtarmaya dâi hazırdır. Osmanlı tarihine sürülecek lekenin mesuliyetini düşulhamiyetine almaya karar vermiştir”. Bu, soğukkanlı bir bilinçlilik halidir. 1920 yılında Ankara’da yeni açılan Büyük Millet Meclisi’nde bir konuşma yapan Hasan Fehmi Bey; “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki, dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel âlem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceğini biliyorduk. Neden katillik unvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir” diyerek bu bilincin bir unsuru olduklarını açıkça ifade edecektir. Zaten, Kurtuluş Savaşını yönetenler de İttihat ve Terakki’nin ikincil kadrolarıdır.
Ermeni Kırımının resmi başlangıç tarihi, 24/25 Nisan 1915 olarak kabul edilir. Bu tarihte Van’daki olaylar bahane edilerek Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişi tutuklanır, bunu 600 kişinin daha tutuklanması izler. Tutuklananlar 24 Mayıs'ta 2 bin 345 kişidir. Aralarında Grigor Zohrap, şairler Daniel Varujan, Siamanto, yazar ve doktorlar Ruben Zardaryan, Ruben Sevak, Hovhannes Tılkatintsi, Melkon Gürcüyan, Yeruhan, Sımbat Bürat, Tigran Çöküryan, Nazaret Tağavaryan ve daha birçok ünlü sima vardır. Başta İstanbul’dan olmak üzere Sivas’tan, Diyarbakır’dan, Merzifon’dan, Erzurum’dan, Kayseri’den, İzmir’den ve Ermenilerin yaşadığı diğer yerlerden alınarak sürülmüş ve katledilmişlerdir.
Ermeni milletvekili Grigor Zohrap ve Vartekes’in ölümünü gazeteci Ahmer Refik (Altınay), 'İki komite İki Kıtal' adlı kitabında anlatır. Grigor Zohrap ve arkadaşları sürgün sırasında Cemal Paşa’nın karargahının olduğu Halep’e kadar gelirler. Ve Paşa’dan korunmalarını isterler. Cemal Paşa olaylar durulana kadar onları gözden uzak tutmaya karar verir. Ve Talat Paşa’ya başvurur. Talat tüm ısrarları reddeder. Ve yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderilmelerini ister. Yola çıkarlar. Yolda, Çerkez Ahmet Çetesi Zohrap ve arkadaşlarını öldürür. Cemal Paşa, Şam’dan emir yollayarak Eskişehir’de Çerkez Ahmet ile arkadaşı Halil Bey’i tutuklatır.
Çerkez Ahmet’ten Abdullah Çatlı’ya
Çerkez Ahmet hükümetin fedailerindendir. “Cavit Bey'in şerefine Zeki Bey’i öldürenlerdendi”, diye yazar Ahmet Refik. Halep’e ulaşan Ermenileri görünce Cemal Paşa’ya; “Emir buyrun, Bir teşkilat yapalım. Bunları da temizleyelim” demiş, ancak Cemal Paşa izin vermemiştir. “Çerkez Ahmet, Ermeni fecayi için mühim bir vesika idi” der Ahmet Refik. Ve Eskişehir’de yakalanan fedaiye sorular yöneltir. Çerkez Ahmet, Ahmet Refik’in Doğu illerinde ne yaptığı sorusunu şöyle yanıtlar; “Bey birader, dedi, şu hal namusuma dokunuyor. Ben bu vatana hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kabe toprağına döndürdüm. Bugün orada tek bir Ermeni’ye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim; sonra o Talat gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler beni de böyle taht-el hıfz getirsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!”
Zohrap ve arkadaşları sorulduğunda da yanıtı şudur: “Halep’ten çıkmışlardı yolda rastladık, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartekes dedi ki; ‘peki Ahmet bey bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller’, ‘o senin bileceğin iş değil, kerata’ dedim, bir mavzer kurşunuyla beynini patlattım. Sonra Zohrap’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, geberinceye kadar ezdim”.
Falih Rıfkı Atay, askerliğini Cemal Paşa’nın yanında yapar. O da, hapishaneden adam çıkarıp çeteler kurulduğuna şahittir. Zeytindağı adlı anı kitabında Zohrap ve Çerkez Ahmet olayını kendi cephesinden anlatır. Cemal Paşa, Talat’tan Zohrap ve Vartekes’i Lübnan’a gönderme izni alamamıştır. Ancak onları öldüren Çerkez Ahmet, arkadaşlarını yakalatıp Şam’a getirtir. Bu kez Talat onların bırakılmasını ister. Yine uzun yazışmalar olur “Talat Paşa nihayet; Bu vesile ile onlardan kurtulmuş oluruz kararını vermiş olacaktı” diye yazar Falih Rıfkı. Anlattığına göre; sonunda Cemal Paşa, Çerkez Ahmet ve arkadaşı Nazım’ı (Ahmet Refik, Nazım’ın daha önce öldüğünü yazar, tutuklanan Halil Bey olmalıdır -I.K.) mahkemeye çıkarır. Çantalarında yağma malzemesi bulunmuştur. “.. bu iki serserinin bir ideal için fedakarlık değil, zengin olmak için cinayet işledikleri belli idi” diye yazar Falih Rıfkı. Çerkez Ahmet’ten Çatlı’ya ya da Yeşillere “devlet için kurşun sıkanların” durumu budur. Karşı olunan hiçbir vakit eylemlerinin biçimi olmamıştır. Cemal Paşa yetkisini kullanarak önce onları astırır. Sonra İstanbul’a haber verir. Bu da kullanılan insanlar üzerinden paşalar çekişmesidir. Ama anlatılanlar Türk yazarların kaleminden tehcir gerçeğinin en açık bir ifadesidir de. Katliama belge arayanların Türkçe kaynaklara bakması bile gerçeği görmelerine yetecektir. Eğer gerçeği arıyorlarsa tabi.
Talat Paşa davasının bilirkişilerinden Dr. Johannes Lepsius; “Tehcir kararı Jön Türk Komitesi tarafından alındı. Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından planlanarak, Jön Türk Teşkilatı tarafından uygulandı” diye açıklar kanısını. Sürgün emrini alan devlet görevlilerin bir kısmı emri şaka sanmış, bir kısmı itiraz etmiş, emri tekrar tekrar doğrulatmaya çalışmışlardır. Emirlere uymayanlar görevden alınmıştır. Hemen her yerde Parti ve ona bağlı Özel Örgüt devlet daireleri üzerine baskı uygulatmış, emri bizzat uygulamış ve uygulatmışlardır. Tehcir kısmen İstanbul, İzmir ve Halep gibi şehirler dışında tüm Ermenileri kapsayacak biçimde uygulanmıştır. Bu şehirlerden de sürülenler olmuş, daha geniş sürgün elçilikler ve konsolosluklar aracılığıyla engellenmiştir. Anadolu Ermenileri, hükümet ve parti tarafından gönderilen emir üzerine, Mezopotamya çölünün kuzey ve doğu kenarına, Dair- es Zor’a, Rakka’ya, Homs-Hama, Meskene’ye, Ras –el Ain’e ve Musul’a kadar sürülmüşlerdir. Batı Anadolu, Klikya ve Kuzey Suriye’de yaşayan Ermenilere yapılan budur. Çölde oluşturulan toplama kamplarında birkaç yüz bini bulan nüfusun büyük çoğunluğu açlık ve düzenli olarak yapılan katliamlar sonucu hayatlarını yitirmiştir. Toplama kamplarında yer darlığı başlayınca bir çoğu çöle götürülüp yok edilmiştir.
Doğu Anadolu bölgesinden sürülenlerin sadece yüzde 10’u sürgün yeri olarak saptanan yerlere ulaşmıştır. Yüzde 90’ı yollarda öldürülmüştür. Kadın ve kızlar jandarmalar tarafından satılmış, Türkler ve Kürtler tarafından kaçırılmıştır. Tehcirin resmi gerekçesi Ermenilerin ordu için tehlike teşkil ettikleri bölgelerden uzaklaştırılmasıdır. Ama Anadolu Ermenilerinin tümü savaşsız bölgelerden alınmış, doğrudan savaş bölgelerine, ordu birliklerinin bulunduğu yerlere sürülmüşlerdir. Üstelik yaşamlarını devam ettirebilmeleri için hiçbir önlem alınmamıştır. İaşeleri konaklama gereksinmeleri düşünülmemiştir. Uluslararası insani kuruluşlarının, Amerika ile İngiltere’nin insani yardım önerileri ise reddedilmiştir.
Tehcir emrinin bir katliam emrine, ama aynı zamanda bir Ermeni direnişine dönüştüğü yer Van’dan Elazığ’a (Harput) uzanan bölgedir. Ermeni nüfusun görece en yoğun olduğu bu bölgede silahlı gruplara sahip Ermeni topluluklar üzerlerine gelen Teşkilat-ı Mahsusa timleri ve eski Hamidiye alayları mensuplarına karşı koyarak ya Sason ve çevresindeki dağlarda veya çoğunlukta oldukları ve zaten isyan halini sürdürdükleri Van’da savunmaya çekilerek Rus kuvvetleri gelinceye kadar tutunmaya çalışmışlar ya da düzensiz gruplar halinde Osmanlı-Rus hududunu geçip Rusya’ya sığınmaya uğraşmışlardır.
Çukurova’da Ermenilerin bir kısmı dağlara sığınarak ve kaçarak hayatta kalmayı başarmışlardır. Kimi yerlerde direnmeler örgütlemişlerdir; “…ve batı Ermenilerinin farklı kesimlerinin kendi temel yaşamsal haklarını müdafaa etmek için zulme karşı haklı ve şerefli mücadeleleri (1915 Van Muharebesi, Şatakh [Çatak], Şebinkarahisar ve Sasun’da [Sason] ölüm kalım mücadeleleri, Musa Dağ, Urfa ve daha sonraları 1920-21’de Ayntap [Gaziantep] ve Hacın muharebeleri) görgü tanıklarının anlattıkları anılara yansımaktadır” diye anlatır Verjine Svazlian (Sıvaslıyan).
İstanbul yargılamalarında verilen ifadelerden anlaşıldığına göre; her bölgede yaklaşık %5 civarında bir Ermeni nüfus bırakılmasına izin verilmiştir. Ermeni halkı bazı bölgelerde, örneğin Yozgat ve İzmir’de elleri kolları bağlanarak götürülmüşler, Trabzon civarında kayıklara bindirilerek denize dökülmüşlerdir. Trabzon milletvekili Mehmet Emin Bey, Ermenilerin kayıklara doldurularak boğulmalarına kendi gözleriyle şahit olduğunu söylemiştir. Öldürmeler çoğu kez yerleşim yerlerinin dışına çıkar çıkmaz başlamaktadır. Öldürme işi hemen daima Teşkilat-ı Mahsusa çetelerince gerçekleştirilmiştir. Doğu illerindeki çeteler Kafkas ve Çerkez göçmenlerinden, Hamidiye alaylarından, adli mahkumlardan, sivil görünümlü subaylardan ve İttihat Terakki’nin yöredeki mensuplarından oluşmuş, işler yine jandarmayla birlikte yürütülmüştür. Muş’ta ise işe ordu da karışmıştır.
TTK tarafından bastırılan Ermeniler Sürgün ve Göç adlı kitapta, Alman ve Amerikan konsoloslarına dayanılarak, Trabzon bölgesinden gönderilecek Ermenilere ilişkin başlangıçta yapılan bazı istisnalar anlatılarak tehcirde Osmanlı İttihat Terakki yönetimince Ermenilere iyi davranıldığı ispatlanmaya çalışılır. Oysa çocuklara, yaşlılar ve hastalara Alman Konsolos Bergfeld’in Vali ile iyi ilişkileri dolayısıyla tanınan bu istisnalar İttihat ve Terakki Partisinin hoşuna gitmemiş ve Alman Konsolos Bergfeld’in raporunda söylediği gibi İstanbul’dan gelen emirle ve Valinin yokluğu da fırsat bilinerek 3 gün sonra derhal kaldırılmıştır. Son andaki müdahale ile yalnız çocukların kalmasına izin verilmiştir.
“İstisnaya tabi tutularak, sürgüne gönderilmeyen çocukların akıbeti hakkında da yeteri kadar bilgi vardır. Hepsi kaldıkları yerlerden toplandılar ve çoğu ya hastanede zehirlenerek ya da denize dökülerek öldürüldüler. Çeşitli konsolosluk raporları yanı sıra, bu boğulma olayları, 1919’da İstanbul’da Trabzon’daki tehcir olayı sanıkları aleyhine açılan davada da dile getirildi. İlgili davanın, 12 Nisan 1919 tarihli onuncu; 1 Mayıs 1919 tarihli on beşinci; 5 Mayıs 1919 tarihli on altıncı ve 10 Mayıs 1919 tarihli on yedinci oturumlarında, vali, tüccar, asker (hepsi Türk) şahitler, sürgünden geriye kalan çocukların ve hastaların öldürülmelerine ilişkin bilgiler aktarmışlardır” diye yazar Taner Akçam.
Tehcir işi Genelkurmay tarafından koordine edilmekle birlikte ordu çoğu kez direkt olarak işlere karışmamıştır. Profesör Vahakn N. Dadrian ordu içinden üç subayın adını zikreder: Enver Paşa, Miralay Seyfi Düzgören ve 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa. Kamil Paşa kırımın örgütlenmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Paşanın komutanı olduğu 3. Ordu adına yayınladığı genelge, tehcirin amacının ne olduğunu göstermesi bakımından öğreticidir. Genelgede; “Bir Ermeni’yi tesahüp edecek (koruyacak) bir Müslüman’ın hanesi önünde idam hanesi ihrak (yakmak) ve memurinden ise tard ve Divan-ı Harbe sevk ve himayeyi reva görenler cihet-i askeriyeden iseler nisbet-i askeriyelerinin kat’berayı muhakeme mezkur Divan-ı Harplere tevdi olunması” bildirilmektedir. Yani, bir Ermeni’ye yardım eden sivil Müslüman gerekçesiz asılıp idam edilirken, devlet görevlileri aynı sonuçla yargılandıktan sonra karşılaşacaklardır. Eski sosyalistlerden Abidin Nesimi’nin babası Lice kaymakamı Hüseyin Nesimi, Basra Valisi Ferit, Beşiri kaymakam vekili Sabit, Müntefak mutassarıfı Bedi Nuri, Ermenileri katletmeyi reddettikleri için öldürülenler arasındadır. 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa, yol yapımında çalışan ve Sivas’tan 4. Orduya sevk edilmek üzere yola çıkartıldıktan sonra imha edilen Ermenilerin ölümünden sorumlu Yüzbaşı Nuri Efendi'yi, hemen Divan-ı Harbe vererek yargılatır ve idam ettirir.
Bir başka zulüm ve yok etme mekanizması da Amele Taburlarıdır. Seferberlik ile birlikte 20-45 yaş arası Ermeniler zaten askere alınmışlardır. Bunu, taşımacılık işlerinde kullanılmak üzere 15-20 ve 45-60 yaş arasındakilerin askere alınması izler. Erzurum yöresinde görev yapan yabancı görevlilerin raporları, amele taburlarına alınanların nasıl yol işçilerine ve yük hayvanlarına dönüştürüldüklerini anlatır. Bunların çoğu kötü muamele, soğuk, dayak ve açlık gibi nedenlerle ölmüşler, dayanamayıp kaçanlarınsa evleri yakılmıştır. Sarıkamış yenilgisinden sonra durum daha da kötüleşmiş, Ermeni askerler önce silahsızlandırılmış sonra imha edilmişlerdir.
Dr Johannes Lepsius, Talat Paşa tarafından imzalanan kararnamede “Sürgünün hedefi yoktur” dendiğini söyler. Sonuçlar bunu doğrulamaktadır. Talat Paşa tarafından Diyarbakır’a çekilen bir telgraf amacın ne olduğunu çok iyi anlatır. Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’in yaptıkları o kadar boyutlanır ki, hakkındaki şikayetler İstanbul’a ulaşır. Çeteler tarafından yalnız Ermeniler değil diğer Hristiyan ahali de geceleri şehir dışına çıkarılıp boğazlanmaya başlamıştır. Öldürülenlerin toplam sayısının 2000 kişi civarında olduğu kendisine bildirilen Talat şu telgrafı çeker; “Ermeniler hakkında ittihaz edilen tedabir-i inzibatiye ve siyasiyenin diğer Hristiyanlara teşmili kat’iyyen gayr-i caiz olduğundan ... bi’lhasa ale’l ıtlak Hristiyanların hayatını tehdit edecek bu kabil vekayi’a derhal hitam verilmesi ve hakikat-i halin işarı”. Yani, bu telgrafta Talat, boğazlamalar karşısında bir soruşturmaya bile gerek görmeyerek, boğazlamayı Ermenilerle sınırlı tutmasını ve durumu bildirmesini istiyor yalnızca.
1915-1917 arasında öldürülen Ermeni sayısının 800 bin olduğu o dönemde pek çok Türk kaynak tarafından telaffuz edilmiştir. İstanbul Hükümetince açılan soruşturmanın sonuçlarını açıklayan Dahiliye Nazırı Cemal Bey, Damat Ferit Paşa ve Mustafa Kemal de bu rakamı verirler. 1927 yılında Genelkurmay’ın savaştaki kayıplarla ilgili bir yayınında yine 800 bin sayısının telaffuz edildiğini yazmaktadır Taner Akçam. Ermeni kaynakları ise 1 ila 1,5 milyon arasında bir rakam ortaya koyarlar. Berlin’de Talat Paşa’nın öldürülmesi davasında bilirkişi olan J. Lepsius, Ermeni patrikhanesinin verdiği rakamlara göre savaş öncesinde Türkiye’de 1.850.000 Ermeni’nin yaşadığını söyler. Ona göre bu nüfusun 1.400.000’ü tehcir edilmiştir. Geriye 450.000 kişi kalmıştır. Bunlardan 200.000’i İstanbul, İzmir ve Halep’teki Ermenilerdir. Ermenilerden 250.000’i Rusların Doğu illerini işgali sonucu tehcirden kurtularak Kafkasya’ya göç etmişlerdir. Van gölünün batı yakasına kadar ilerleyen Rus ordusu giderken Ermenileri de götürmüştür. Ölen Ermeni sayısı ise 1 milyon kişidir.
Mahkemede bunları söyleyen Lepsius, “Peki bu noktaya nasıl gelindi?” sorusunu sorar. Yanıtı kendi verir: “Ermeni sorunu durup dururken ortaya çıkmamıştır. Avrupa diplomasisinin yarattığı bir sorundur. Ermeniler, Rusya ve İngiltere’nin politik çıkarlarının bir kurbanıdır. Bu iki devletin Doğudaki rekabeti Kırım Savaşı ve Berlin Kongresi'ne kadar uzanır. Ermeniler, Londra ve Petersburg arasındaki diplomatik satranç oyununun kurbanı oldular. 'Hristiyanların korunması', 'insani kaygılar' ve benzeri gerekçeler sadece bahaneydi. Rusya ve Fransa’nın dikte ettirdiği reformları kabul etmek zorunda kalan Abdülhamit, 1895’te katliama başladığında, Lord Salisbury Ermeni sorununun kapandığını açıkladı. Prens Lubanov da Padişaha Rusya’nın reformları denetlemeyeceğine dair garanti verdi. Abdülhamit bu tavırlardan gerekli dersi çıkardı. Zaten 1894’te 1000 Ermeni’nin ölümüne neden olan Sason katliamından ve reformlardan sonra 1895/96 katliamlarında 100.000, yine 1913 reformlarının arkasından 1915/18 katliamlarında 1.000.000 Ermeni öldürüldü. 1894-1895-1915 yıllarına denk düşen 1000-100.000-1.000.000 tablosu, dünya katliamlar tarihinde benzeri görülmemiş bir ateş eğrisidir. Bu tabloya bir de 1909 yılında 25.000 cana mal olan bir katliam (Adana Katliamı-I.K.) daha sıkıştırılmıştır.” İşte “sözde” soykırımın rakamsal sonuçları budur. Ve bu sonuçlar katliamın hiç de rastlantısal olmadığını göstermektedir.
Lepsius; Jön Türklerin ve Abdülhamit’in, diplomatik oyunların yarattığı güvensizliğin bir sonucu olarak, sorunu Ermenileri yok ederek çözdüğünü söyler. Ama onun söylemediği ve sakladığı, bu katliamda Almanların oynadığı roldür. Bugün Ege ve Pontos yöresindeki Rumların savaş sırasında göç ettirilmesi talebinin Türkiye’de Başkomutanlık yapan Alman general Liman Von Sanders’den geldiği bilinmektedir. Bu, İttihat Terakki yöneticilerinin işini kolaylaştıran bir durum olmuştur. Almanlar ve Lepsius’un da katkısıyla belgelerin kendi sorumluluklarını vurgulayan bölümlerini çıkarmışlardır. Ve bazı belgeler yok edilmiştir. Talat Paşa’nın Tehcir kararı öncesinde durumu Almanya’ya bildirdiği bir vakıadır. Alman Hükümeti ve Genelkurmayı açısından destekleme ve en önemlisi fikir verme söz konusudur. Doğu yöresindeki olaylara bizzat katılan Alman subaylardan söz edilmektedir. “Ermeni Tehciri sadece sinsice gizli tutulmuş bir ölüm fermanıydı”, diye yazan Fransız siyaset yazarı René Pinon'un kitabının başlığı kanımca durumu iyi özetlemektedir; “Ermenilerin yok edilmesi, Alman yöntemi, Türk işi”. Tehcir sırasında katledilen Ermeni mebusu Grigor Zohrap günlüğünün 18 Nisan/ 9 Mayıs tarihli bölünme şunları yazmıştır: “Taşradan gizlice ulaşan haberler, her yerdeki tutuklamaları bildiriyor. Alman askeri düşünüşünün ürünü otage [rehin alma] sistemi bu. Ermeni kırımı ne güne duruyor?”
Tüm bu verilere baktığımızda Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamında yok edilmesinin önceden tasarlanmış sistematik bir girişim olduğu açıktır. Ve ne yazık ki bu plan büyük oranda başarıyla uygulanmıştır. Bu nedenle de Talat Paşa, 31 Ağustos 1916’da Alman Büyükelçilik temsilcisi Fürst Hohonlohe Langenbug’a rahatlıkla; “La question Armenienne n’existe plus” (Artık Ermeni problemi mevcut değildir) diyebilmiştir. İsa’dan 4 bin yıl önceden beri bu topraklarda yaşayan kadim halk neredeyse tümüyle sanki bu topraklarda hiç yaşamamışlar gibi yok edilmiştir.
Sonuç; olarak yaşananlar toplumsal hafızamızın gerilerine itilmiş, resmi tarih de “Ermeni ihaneti” üstüne inşa edilmiştir. Elbette özellikle savaş sonrasında intikam amaçlı karşılıklı kırımlar da yaşanmış, Müslüman katliamları da olmuştur. Bunlar özellikle 1917 Ekim Devrimi’nin ardından Rusların yöreden çekilmesi sonrası yapılan eylemlerdir. 1919-21 arası da karşılıklı çatışmalar ve katliamlar söz konusu olmuştur. Ama bu olgu, 1915’te yapılanın soykırım olduğu gerçeğini değiştirmez. Üstelik hiçbir kötülük diğerinin mazereti değildir. İsviçre’de “soykırım yoktur” dediği için yargılanan Doğu Perinçek’in savunmasında iddia makamına sunduğu Sovyet belgeleri içinde verdiği örnek de 1920 tarihlidir. Sorun hükümet eliyle yürütülen “tehcir”in ne anlama geldiğidir. Yani, 1915-16 arasında yapılanlardır. Bu da mukatele-karşılıklı etnik çatışma, olarak gösterilemez. 1915 İttihat Terakki Hükümeti’nin yürüttüğü, dolayısıyla devletin korumakla yükümlü olduğu kendi tebaasının büyük bir kısmına uyguladığı planlı programlı, açık ve gizli emirlerle yürütülen tek yanlı bir temizlik hareketidir.
Yöntem konusunda bir fikir sahibi olmak için yine anılar yol göstericidir. Dönemin yöneticileri ve Osmanlı aydınları; “devletin bekası” ve milli mevcudiyetin korunması görüşüne sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu bakımdan dönemin Meclis-i Mebusan Reisi ve Talat Paşa ile yakın Halil Bey'in (Menteşe) anılarına bakmak verimlidir. Menteşe, Hürriyet Vakfı Yayınlarından çıkan anılarında; “Talât Bey, Balkan Harbinde hıyanetleri tebarüz eden anâsırdan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı” diyor. Burada özellikle Trakya yöresindeki Rumları kastediyor. Neler yapıldığını anlatıyor; “Sıra Trakya’daki Rumlara gelmişti. Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti. Zira yeni bir harbi doğurabilirdi. Alınan tedbir şu oldu; Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek. Cemiyetin teşkilatı işi idare edecek. Bir vak’a ihdas edilmeyerek yalnız, Rumlar ürkütülecek, bu talimat dahilinde harekat başladı”. Böylece 100.000 civarında Rum, Halil Bey’in deyimiyle kimsenin burnu kanamadan çekip gidiyor. Aynı eylem tarzı İzmir ve yöresi için de uygulanıyor. Yalnız burada biraz işler karışıyor. Yunan Başbakanı Venizelos protestoda bulunuyor, ortalık geriliyor, savaş havasına giriliyor. Hükümet yalanlamalarda bulunuyor. Göçün halkın kendi arzusuyla gerçekleştiği iddia ediliyor. Menteşe; “İzmir civarından da 200.000 civarında Rum Yunanistan’a gitti” diye bildiriyor.
Burada bir açıklık var. Ermeni sorununa da ışık tutuyor. Hristiyan ahali her biçimde göçertiliyor. Rumlar Yunanistan’a gidebiliyor, Yunan hükümeti onlara sahip çıkıyor. Ve bulundukları yörelerde belli nüfus yoğunlukları oluşturuyor. Şiddet unsuru daha sınırlı kullanılıyor. Oysa Ermeniler’e büyük devletler yalnız çıkar için yaklaşıyor. Bulundukları yerlerde çoğunluk değiller ve koruyanları yok. Bu yüzden bu Ermeniler ”temizlenirken” yoğun şiddete maruz kalıyorlar. Halil Bey yapılanları saklamıyor. Çünkü yapılan işin doğruluğundan emin. Tıpkı bugünün pek çok aydını ve yöneticileri gibi, milletin selameti ve devletin bekası için her yolu mübah görüyor. 1913-1914 yıllarında göçertme işini yürütenler için; Onlar ne metin, ne vatanperver, ne fedakar insanlardı. İzmir valisi Rahmi Bey, İttihat Terakki Cemiyeti Kâtib-i Mesulû de Celal Bayar’dı” diyor. Halil Bey’in anlattıkları bir tarzı açığa koyuyor. Türkiye Cumhuriyetinin 3. Cumhurbaşkanı Bayar’ın İzmir’de gördüğü işi Ermeni katliamı işinde Bahattin Şakir, Kuşçubaşı Eşref ve benzerleri görüyor. 1990’lara gelindiğinde onların yerini Erseverler; Çatlılar, Ağarlar ve onları yönetenler alıyor.
Ermeni Tehciri söz konusu olunca Türkiye’de sağ ve sol cenahtaki tüm Türk entelektüellere tam bir savunmacı mantık egemendir. Savunmacılık ve haklılık Türk aydınının tipik tepkisidir. Fransızların Cezayirlilere ve Korsikalılara yaptıklarını, Amerikalıların Kızılderili katliamını ve zencilere yaptıklarını öne sürmek bunlar arasındadır. Sanki Amerikalıların ayıbı Türk egemenlerinin ayıbının yok sayılmasına neden olabilirmiş gibi! Ermeni ulusal direniş çetelerinin varlığı bütün bir halkın toptan yok edilmesinin gerekçesi sayılabilirmiş gibi!
Aydınların hemen tamamına yakını, muhafazakar olsun liberal olsun karşılıklı kıyım ve savaş koşullarından kaynaklanan ölüm tezine yatkınlar. Gündüz Aktan örneğinde olduğu gibi pek çok aydın da soykırım kavramının 1948 sonrasının bir olgusu olduğundan yola çıkarak, geçmişe teşmil edilmesini doğru bulmuyor. O dönemde soykırımın bir hukuki tanımının olmaması vicdanların rahatlaması için bir gerekçe oluyor. Aktan bu konuda Radikal gazetesinde yazdığı bir çok yazıda aydınlara “hukuk” dersi veriyor. Böylece ortaya analitik tanımların tarihsel olgulardan önce keşfedilmesi gerektiği gibi komik bir sonuç çıkıyor. Kimileri de, Türkiye’de hala Ermenilerin yaşıyor olmasını soykırım olmamasının bir kanıtı olarak gösteriyorlar! İnsanın bu mantık karşısında aklı tutuluyor. Ölenlerin sayısının az ya da çok olmasının katliamı yok saymaya yeteceği sanılıyor. Osmanlı’nın 1914 yılı salnamelerine göre Ermeni nüfusu 1 milyon 221 bin 850’dir. Bu rakam, Cumhuriyetin ilk yıllarında 250-300 bine inmiştir. Bugün ise 50 bindir. Rakamlar işte böyle konuşuyor.
Soykırım kavramı ve hukuku
Türkçe karşılığı, ‘soykırım’ olan ‘genocide’ kelimesi, Yunanca genos (soy ya da ırk) ve Latince kökenli cide (öldürmek) sözcüklerinin birleşmesiyle türetilmiştir. Genocide sözcüğü İngiliz dilinde ilk kez 1944 yılında Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından Nazilerin kitlesel Yahudi kırımını anlatmak için kullanılmıştır. Çünkü daha önce kullanılan kelimeler, İkinci Dünya Savaşı koşullarında karşılaşılan planlı programlı ve soğukkanlı toplu imha olgusunu açıklamaya yetmemiş soykırım sözcüğü bu ihtiyaçtan ötürü türetilmiştir.
İnsanlık kuşkusuz Yahudi kıyımından önce de kitlesel öldürme olaylarıyla karşılaşmıştır. Avrupalı beyazların Amerika, Avustralya ve Afrika’da yerli halkları imha etmesi bu kitlesel yok etme kategorisinde düşünülebilecek işlerdir. Ancak Yahudiler herhangi bir ekonomik ve politik çıkar sorununun ötesinde yalnızca zararlı bir ırk olarak görüldükleri için yok edilmişlerdir. İşte gerçekleştirilen ırkçılık esasına dayalı bu kitlesel kıyım olayından sonra, hangi nedene dayandırılırsa dayandırılsın benzeri olaylar ‘soykırım’ olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
Soykırım hukukunun oluşmasında Polonyalı Hukukçu Raphael Lemkin’in önemli payı vardır. Lemkin, 1933’ten 1945’e kadar, Cemiyet-i Akvam’da diplomatları Doğu’da olan şeyin Avrupa’nın göbeğinde de olabileceği konusunda uyarmak için yoğun bir çaba harcamıştır. Bu çaba, Yahudilerin salt Yahudi oldukları için yok edilmelerini önlemeye yetmemiştir. Ancak Naziler yenilmişler ve Nurenberg’de işledikleri insanlık suçlarından ötürü yargılanmışlardır. Savaşın bitiminde kurulan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1948’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni onaylamıştır. Bu aynı zamanda Lemkin’in başarısıdır. Türkiye’nin de 1950 yılında onayladığı sözleşmeye göre soykırım zaman aşımına uğramayan, bir ülkenin iç sorunu olarak görülemeyecek uluslararası bir suç olarak kabul edilmiştir. Sözleşmenin giriş bölümünde 1948 öncesi olaylar için de soykırım gerçeği tanınmış, ancak soykırım suçlaması yapılamayacağı vurgulanmıştır.
Böylece; Avrupa’da kapitalizmin şafağında yaşananlar bir yana, Almanların 1904-1907 arasında bugünkü Namibya’da Herreroların dörtte üçünü yok etmeleri, Kongo’da Belçikalıların benzer eylemleri, İtalyanların 1935-41 arasında Etiyopya’da yüz binlerce kişiyi öldürmeleri de yargı konusu olmamıştır. Emperyalist devletler kendi suçlarının sorgulanmasını önlemek için, sözleşmeyi karmaşık hukuk kurallarıyla muğlak hale getirmişlerdir. Ermeni kırımı da bu kapsamdadır.
Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme'nin 1’inci maddesi; Sözleşmeci Devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder” demektedir. 2’inci Madde ise; Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur” diyerek, madde madde 5 eylem saymaktadır : a- Gruba mensup olanların öldürülmesi; b- Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c- Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d- Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e- Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek”. Sayılan beş ayrı eylem türünden sadece bir tanesini bile işlemek, suçun maddi unsurunun (actus reus) yerine gelmesi olarak kabul edilmektedir.
Bundan anlaşılacağı gibi maddede herhangi bir neden veya saik (ırkçı, politik, dinsel, vb.) tanımı yoktur. Önemli olan, “bir grubu, grup niteliklerinden dolayı kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak kastının olmasıdır”. Bu husus önemlidir, çünkü Türkiye’de sadece ırkçı saikle yapılan imhaların soykırım sayılması demokrat aydınlar arasında da yaygın bir kabuldür. Genel kanı Osmanlı'da Ermenilere karşı ırkçı nefret olmadığı, tehcirin arkasında da politik saikler olduğu için “Ermeni Soykırımı” diye bir şeyin olamayacağı yönündedir. Halbuki tanıma göre saikin şu veya bu olması, suçun ağırlığını azaltmamaktadır. Üstelik Rafael Lemkin’i jenosit konusunda esinlendiren olayın Ermeni Tehciri olduğu bilinmektedir. Osmanlı İttihat Terakki Partisinin 1915’te yani Birinci Dünya Savaşı yıllarında, ‘tehcir’ adı altında gerçekleştirdiği Ermeni Kırımı da bu tanımlara göre soykırım kategorisinde bir eylemdir. Bugünlerde, ‘sözde’ Ermeni Soykırımı üstüne koparılan gürültünün nedeni bu kabulün giderek uluslararası camiada yaygın bir resmiyet kazanmakta oluşu ile ilgilidir.
Soykırım sözcüğü de ne yazık ki ilk kez Ermeni katliamlarının duyulması üzerine kullanılmıştır. 1895 yılındaki Ermeni gerilla faaliyetleri ve isyanlara karşı sürdürülen pogramlar sonucu yaklaşık 100 bin Ermeni’nin öldürülmesi sonrasında New York Times gazetesi, “Another Armenian Holocaust” başlıklı bir yazı yayınlamıştır. İnsanlığa karşı suç kavramı ise uluslararası hukuka ilk kez Ermeni Tehciri sonrası dahil olmuştur. 24 Mayıs 1915’te Rusya, Fransa ve İngiltere Osmanlı hükümetine bir telgraf çekerek katliamları; “insanlığa ve uygarlığa karşı suç olarak” tanımlayarak kınamışlardır.
Savaş sonrası Tehcir suçluları yargılanmış, İstanbul, Yozgat ve İstanbul’da kurulan mahkemelerde bazı idam cezaları verilmiştir. İşgal sonrası katliamla suçlanan 150 kişi yargılanmak üzere Malta’ya götürülmüşler, bunların bir kısmı oradan kaçıp Kurtuluş Savaşı’na dahil olmuştur. Diğerleri de delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştır. Lozan Anlaşması’yla birlikte 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm savaş suçları affa tabi tutulmuştur. İttihatçı önderlerden Talat, Cemal ve Sait Halim Paşa da dahil olmak üzere 12 İttihatçı, Ermenilerin yaptığı suikastlar sonucu ölmüş; Kara Kemal, Çerkez Reşit intihar etmiş, diğerleri ise 1926 yılında Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı nedeniyle idam edilmişlerdir. Suikast nedeniyle “Los Angeles Examiner” gazetesine (1 Ağustos 1926’da) verdiği demeçte, bizzat Mustafa Kemal’in kendisi de Jön Türkleri kınayarak şöyle dendiği söylenmektedir; “Şahsımı hedef alan o suikast Jön Türk, İttihat Partisi tarafından düzenlenmişti; o partinin, yaşadıkları yerlerden acımasızca kitlesel olarak sürgüne gönderilen ve yok edilen bizim milyonlarca Hristiyan vatandaşımızın canlarının hesabını vermesi  gerekirdi…”                                                                                                                                                                               Işık KUTLU

ERMENİ SOYKIRIMININ TARİHSEL KÖKENİ
RESMİ İDEOLOJİ VE ONUN ETKİSİ ALTINDAKİ TÜRK BURJUVA AYDINLAR, ERMENİ ULUSAL DEMOKRATİK MÜCADELESİ GİBİ OSMANLI'DA GELİŞEN HEMEN HEMEN HER ULUSAL MÜCADELEYİ VE DEMOKRATİK REFORM TALEPLERİNİ SADECE EMPERYALİST GÜÇLERİN KIŞKIRTMALARIYLA İZAH EDİYORLAR. OYSA SOMUT OLGULAR. BÖYLE BİR İNDİRGEMEYLE İZAH EDİLEMEYECEK KADAR KARMAŞIKTIR. BİRÇOK TARİHSEL OLGU VE ÇELİŞKİ İÇ İÇE GEÇMİŞ VE ÜST ÜSTE BİNMİŞTİR.
Ermeni soykırımı üzerinden 100 yıl geçti.
Bu 100 yıl zarfında soykırımla yüzleşilemedi.
Soykırımcı zihniyetle hesaplaşıp mahkum edilmedi.
Bu yüzden bir asırdır Ermeniler ve diğer gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler, Ezidiler ve bütün ezilen halklar, soykırımcı devlet zihniyetinin terörü altında katliama ve zulme uğramaya devam ediyor.
Koçgiri ve Dersim'den Roboski'ye, Çorum ve Maraş'tan Gazi ve Sivas'a; Varlık Vergisi ve Trakya olaylarından 6-7 Eylül olayları ve Hrant'ın katline, Tan Matbaası baskını ve KIanlı Pazar'dan '77  1 Mayıs'ı ve 19 Aralık hapishane katliamlarına kadar sayısız katliam ve katliam girişimi yaşandı Türkiye ve Kürdistan'da.
Bu devlet, Osmanlı'dan devraldığı soykırımcı ve  katliamcı geleneği sürdürüyor.
 Bu gelenek ve zihniyetle hesaplaşmak ve onu mahkum etmek halklarımızın boynunun borcudur.
Ancak bu yolla katliamlara yenilerinin eklenmesi engellenebilir, bu zihniyetin taşıyıcısı devlet ve düzenyıkılarak yerine adil, özgür ve halkların eşitliğine ve kardeşliğine dayalı bir düzen kurulabilir.
Ayrıca soykırım zulmünü yaşamış Ermeni, Süryani ve Rum halklarının bir biçimde hayatta kalmış  evlatlarının yüreğindeki acıyı, ruhundaki fırtınayı bu yolla hafifletmeye yardımcı oluruz.
Daha da ötesi, köklü bir yüzleşme ve tarihle hesaplaşmanın halklar lehine evrensel sonuçları olacaktır.
Çok değil, çeyrek asır sonra Hiğtler; Yahudi soykırım hazırlığı yaparken "Sonuç olarak bugün Ermenilerin imha edilmesinden söz eden var mı?" diyebilmişti.
Zamanında Ermeni soykırımıyla yüzleşilmediği, bu zihniyet mahkum edilmediği, katillere hak ettiği ceza verilmediği ve soykırımın politik ve ideolojik sonuçları ortadan kaldırmadığı için faşist Hitler çok rahat bu sözleri edebildiği gibi, 20. yüzyılın en büyük soykırımına da cesaret edebildi.
Dünyanın değişik yerlerinde bir dizi soykırım daha gerçekleştirildi.
Bunlardan Kamboçya, Bangladeş, Etyopya, Kuzey Kürdistan, Güney Kürdistan (Enfal soykırım), Ruanda soykırımları ilk akla gelenler.
Yüzleşmek, Ermeni soykırımın tarihsel arka planını bilmek ve soykırımcı zihniyetinin oluşumunu kavramak ve geçmişle hesaplaşmakla mümkündür.
"Ermeni meselesi"nin mayalandığı ve ortaya çıktığı 19. yüzyıla yoğunlaşmadan önce Ermeni halkına dair birkaç söz etmek gerekir.
   ANADOLU VE MEZOPOTAMYA'NIN KADİM HALK
Başbakan A. Davutoğlu'nun ima ettiği gibi Ermeniler bu coğrafyaya "sonradan gelmiş" değiller.
En az dört bin yıllık bir geçmişleri var bu topraklarda.
Tarihleri boyunca nice savaşlar gördü nice aktliamlara uğradılar.
Makedonya, Roma, Pers, Moğol ve Osmanlı imparatorlukları geçti bu topraklardan.
Hepsi de kılıcını kana bulamadan, halkları atlarının nalalrı altında ezmeden geçip gitmediler.
Çağlar boyu her türlü zulüm ve zorbalığa rağmen terk etmediler Anadolu ve Mezopotamya'yı. 19. yüzyıldaki katliamlar doğasına, 20. yüzyıldaki soykırım ve yeni katliamlara rağmen hala yüz binlercesi yaşamaya devam ediyor.
Anadolu ve Mezopotamya'da  büyük imparatorlukların kesişme alanında yaşadıklarından tıpkı Kürtler gibi uzun bir dönem devlet oluşturamadılar.
En son Ermeni devleti, 12. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Klikya Krallığıdır.
500-600 yıl sonra yeniden devletleşebildiler.
Çalışkanlıkları ve becerileriyle Ermeniler takdir edilen bir halktır.
Bağrında Anadolu'nun en iyi zanaatçılarını ve sanatçılarını çıkarmıştır.
Osmanlı mimarisinin zirvesi kabul edilen Mimar Sinan, Ermeni'dir.
Sonradan Müslüman olmuştur.
Çoğu yıktırılmış ya da yakılmıştır ama hala ermeni ustaların elinden çıkma düzinelercesi ayakta durmaktadır.
İstanbul Boğazı'ndaki neredeyse tüm Osmanlı sarayları, kaleleri, meşhur camileri ve Anadolu'nun dört bir yanındaki görkemli birçok kilise Ermeni ustalarının hünerlerinin ürünüdür.
Bu becerileri sayesinde çağlar boyu egemenlerin ilgisini çekmiştir.
Ortaçağ'ın sonlarında Şah Abbas bu yetenekli halkı ülkesine götürmek istemiş, Osmanlı ordusunun takibi altında halkı ordusunun önüne katıp hızla İran'a geçmeye çalışırken binlerce Ermeni, Aras Nehri'nde boğulmuş, yaklaşık 200 bini de bu sırada ölmüştür.
20. yüzyıla girildiğinde zanaatçılık, kuyumculuk, ticari becerilerinden dolayı Anadolu'nun 150'nin üzerinden kentine dağılmışlardır.
Anadolu iktisadının bel kemiğini oluşturuyorlardı.
Aranan mesleklere sahip olduklarından, Kürt ve Türk halkları kasabalarına yerleşmeleri için teşvikte bulunuyorlardı.
Ermeni halkının önemli bir bölümü de Osmanlı Kürdistan'ında köylüydü.
Tarımla uğraşıyorlardı.
Anadolu'nun diğer bölgelerinde tarımla uğraşan  Ermeniler seyrekti.
Batı Avrupa'daki gelişmeleri yakından takip eden Ermeni aydınları, entelektüelleri, Anadolu'da burjuva aydınlanmaya öncülük ettiler, demokratik ve sosyalist ilerici fikirlerin taşınmasını sağladılar.
Gençlerini Batı Avrupa'ya eğitim için yollama, kentli Ermenilerde yaygındı.
Rumlarla birlikte Anadolu'da ticaret burjuvazisinin gelişmesine de öncülük ettiler.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, Osmanlı'da milliyetçiliğin gelişim ve özelde de Ermeni milliyetçiliğinin oluşumu ve Ermeni milliyetçiliğinin oluşumu ve Ermeni meselesinin kökenlerine yönelebiliriz.
OSMANLI'DA ULUSAL MÜCADELELER VE   BÜYÜK DEVLETLERİN DEVREYE GİRMESİ
Resmi ideoloji ve onun etkisi altında Türk burjuva aydınlar, Ermeni ulusal demokratik mücadelesi gibi Osmanlı'da gelişen hemen hemen her ulusal mücadeleyi ve demokratik reform taleplerini sadece emperyalist güçlerin kışkırtmalarıyla izah ediyorlar.
Oysa somut olgular, böyle bir indirgemeyle izah edilemeyecek kadar karmaşıktır.
Birçok tarihsel olgu ve çelişki iç içe geçmiş ve üst üste binmiştir.
Fransız Devrimi'yle ivmelenen ulusal uyanışlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altındaki ulusları ve halkları da etkisi altınaalmaya başladı.
Balkanlar ve Mısır'da ulusal demokratik nitelikler de taşıyan ilk ayaklanmalar 18. yüzyılın sonlarında patlak verdi; 19. yüzyılda yoğunlaşarak yaygınlaştı.
Rusya, 18. yüzyılın sonlarından itibaren Asya'da olduğu gibi Avrupa'da Osmanlı'yı geriletmeyi hegemonya alanını genişleymeyi ve boğazlardan geçiş hakkı kazanarak Akdeniz'e inmeyi amaçları arasına almıştı.
Rusya, hegemonyasına almak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ortodoks halkalrı hedef alan politik çalışmalar yürütüyordu.
Bu yüzden Osmanlı devletiyle sık sık savaşa girmekten de geri durmuyorlardı.
1768-1774 Osmanlı-Rus savaşından sonra imzalanan K. Kaynarca Anlaşması'yla Rusya Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bütün Ortodoksların koruyucusu olma hakkını elde etti.
Bu karar, Rusya'nın uzun yıllar Osmanlı'nın iç siyasetine karışmasını sağlayarak Ortodoks halkalr üzerinde siyasi etkisini artırmasına yaradı.
19. yüzyıldaki Osmanlı-Rus savaşları, Osmanlı'nın Balkanlar'daki egemenliğini zayıflatarak bağımsız eğilimlerini daha da güçlendirdi.
Sırbistan'da, Hersek'te, Karadağ'da ve Girit'te kiminde birden çok olmak üzere ulusal ayaklanmalar art arda geldi.
Yıllarca süren ulusal direnişler yaşandı.
Her seferinde ordunun zoruyla binler, kimi durumlarda on binlerce direnişçi katledilerek ayaklanmalar bastırılırken, Osmanlı devleti kimi ulusal demokratik hakları kabul etmek zorunda kalacaktı.
Ulusal statü ve demokratik reform talepleri sadece Balkanlar'dan gelmiyordu.
Trakya ve Anadolu'da Ermeni, Rum ve Arnavut halkalrı başta olmak üzere farklı halklardan da demokratik reform talepleri geliyordu.
İngiltere ve Fransa, kurdukları siyasi ve ekonomik ilişkiler aracılığıyla Osmanlı'yı borçlandırıp ve pazar alanları olarak kullanmaları önünde bir engelleri olmadığından başlangıçta parçalayarak hegemonya alanlarını genişletme öncelikli hedefleri arasında değildi.
Ancak sömürgeci devletler arası rekabetin sertleşmesi, Osmanlı'nın gerek bu rekabet gerekse gelişen ulusal mücadeleler karşısında tutunamayacağı ve giderek dağılacağı açığa çıktıkça, bu devletler de Balkanlardaki ulusal mücadelelere çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalıştılar.
Bugün olduğu gibi o zaman da sömürgeci devletler yoktan ulusal sorunlar icat etmiyorlardı.
Uluslar ve ulusal sorunlar, onların iradesinden bağımsız olarak ortaya çıkıyordu.
Onların yaptığı ise ortaya çıkan ya da uç vermeye başlayan ulusal mücadeleleri çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadır.
Ezilen ulusun üzerindeki baskı ve zulmü hafifletmek için başkaca devletlerden yardım istemeloeri, onlardan yardım almaları ve hatta onlarla işbirliği içinde olmaları verdikleri ulusal mücadelenin tarihsel haklılığını karatmaz.
ULUSAL DEMOKRATİK MÜCADELELER VE TANZİMAT
Babıali; orduyu, maliyeyi, eğitimi ve devleti merkezileştirerek modernleştirmek, yeni ulusal ayaklanmaların önüne geçebilmek ve İngiltere, Fransa ve  Rusya'nın bu doğrultudaki baskılarını savuşturmak için 1839'da Gülhane Hattı Hümayunu ve 1856'da Islahat Fermanı adlarıyla reformlar ilan etti.
Böylece, başka iyileştirmelerin yanı sıra "padişahın tebaasının can, namus ve malının güvence altına alınması" ve "hangi dinden olursa olsun bütün tebaa için yasa önünde eşitlik" sağlanacağı belirtildi.
Gayrimüslimlerin aşağılanması yasaklandı.
Islahat Fermanı'nın ilanından hemen sonra Paris Anlaşması imzalandı.
Bu anlaşmayla, Rusya'nın yanı sıra İngiltere, Fransa ve Avusturya da Hristiyanları himaye etme hakkı elde etti.
Böylece, Hristiyanlar adına Osmanlı'nın iç işlerine karışma hakkı kazanan devlet sayısı dörde çıkmış oldu.
Tanzimat reform politikaları, halkın tabandan gelen belli düzeyde demokratik reform talebi hesaba katılsa da onların doğrudan inisiyatifiyle oluşturulamadı.
Bir dereceye kadar toplumun gayrimüslim kesimlerinin desteğini alsa da, reformların belirlenme sürecine doğrudan katılmalarının olanakları oluşturulmadı.
Reformlar, başı çeken bürokratlar tarafından ulusal statü ve demokratik haktalebinde bulunan hakları yatıştıracağı umularak ve "Büyük güçlerin" baskısıyla kabul edilmişlerdi.
Adli sistemde gayrimüslimlerin eşitliği lehine iyileştirmeler yapıldı.
Ama şeriat hiçbir zaman kaldırılmadı, aile hukukuyla sınırlandı.
Bu ikili hukuk sistemi elektrik sorunlu bir mekanizmaydı.
Moderm hukukla şeriat hukuku arasındaki sınır çizgilerinin muğlaklığı,  uygulayıcılarının geleneksel alışkanlığı, Müslümanların baskısı, konjonktürel politik gelişmelerle de birleşerek çarpık  uygulamalara yol açabiliyordu.
Osmanlı, iktisaden çağın gerisinde Avrupalı kapitalistlere yetişmesi bir toplumsal ve zihniyet devrimi yapmaksızın zordu.
Toplumun Müslüman kesimi ise küçük bir aydın ve bürokratik kesim hariç Avrupa'daki gelişmelre ilgi göstermiyorlardı.
Toplumun Hristiyan ve Yahudi kesimi Avrupa'daki iktisadi, teknik, politik ve toplumsal gelişmelerle hızla ilişkilenerek Osmanlı'nın ticaret burjuvazisinin gelişmesine öncülük ettiler.
Zenginlikleri ve güçleri gözle görülür hale gelince Müslüman halkın ön yargılarını da yedekleyen Osmanlı feodal egemenleri hristiyanlara karşı bir tepki örgütlemeye başladı.
İleride iktidarın başına geçecek olan 2. Abdulhamit, Müslümanların bu tepkilerini yedekleyen bir politika izleyecek ve yeri geldiğinde bunu Hristiyan halklara karşı katliamlara ve linç saldırılarına dönüştürecekti.
Bedelini de ağırlıkla Ermeni ve Rum halkları ödedi.
"Ermeni ve Rum cemaatleri içerisinde doğan ticaret burjuvazisi gitgidezenginleşmekte ve kendine daha fazla güvenmekteydi.
Onların Avrupa'yla olan ilişkileri aynı zamanda kendi mensupları arasında siyasal düşüncelerini de yaymaktaydı.
Bu "millet" örgütlerini kiliselere mahsus denetimden kurtarmaya yönelik bir harekete yol açtı.
Temsili şekilde örgütlenen ve varlığı (İngiliz baskısıyla) 1850'de tanınan yeni Protestan Ermeni "millet"i bu harekete daha da hız kazandırdı.
Gregoryen, Ermeni "millet"i uzun müzakereler ve mücadelelerden sonra 1863'de Osmanlı Meşrutiyet hareketine de esin kaynağı olacak olan bir anayasa benimsedi."
"Ermeni Anayasası" olarak da bilinen "Ermeni Katogosluk ve Patrikliği Nizamnamesi"ni oluşturan Ermeni ulusal Meclisi, aynı zamanda Ermenilere dönük saldırıları ve hak  ihlallerini de takip edip raporlaştırıyordu.
Bu raporları düzenli olarak Babıali'ye sunuyordu.
Bu raporları düzenli olarak Babıali'ye sunuyordu.
Bu raporlar, Doğu illerinde Ermenilere dönük öldürme, baskı, topraklarına zorla el koyma, din değiştirmeye zorlama, kadın ve  kızların kaçırılıp zorla Müslümanlaştırılarak evlendirilmesi vb. saldırıların zamanla yoğunlaşarak artığını gösteriyordu.
BİR EŞİK: BERLİN ANLAŞMASI
1870'lerin sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu'nun olduğu kadar Ermenilerin de geleceğini belirleyen önemli gelişmeler yaşandı.
Artan vergilerin halkta yarattığı hoşnutsuzluk, Balkanlar'da 1876'da yeni bir isyan dalgasına yol açtı.
Bosna Hersek ve Bulgaristan'da ayaklanan köylüler, Osmanlı askerleri tarafından kanlı biçimde bastırıldı.
Bulgaristan'da on iki binden fazla direnişçinin katledilmesi Avrupa kamuoyunda büyük tepki yarattı.
Avusturya Macaristan ve Rusya harekete geçti.
Avusturya Macaristan, Bosna Hersek için reform talebinde bulundu.
Rusya ise Bulgaristan için özerklik istedi.
Babıali birinci isteği kabul edip ikincisini ret edince Rusya Osmanlı'ya savaş ilan etti.
93 Harbi de denilen savaşta Osmanlı ağır bir yenilgi aldı.
Rusya; doğuda Erzurum'a kadar ilerledi, batıda ise İstanbul önlerine Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar geldi.
3 Mart 1878'de barış anlaşması imzalandı.
Bu anlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmakta olduğu resmiyet kazandı.
Ayastefonas (Yeşilköy) anlaşmasının 16. maddesine göre Babıali, Ermeni reformlarını kabul edip gerekli adımları atana kadar Rus devleti Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt'ı askeri ve siyasi egemenliği altında tutacaktı.
Ancak Rusya ile İngiltere arasındaki rekabet buna engeldi.
İngiltere, Rusya'nın bölgedeki varlığını doğru ve Ortadoğu'daki sömürge çıkarlarına karşı tehdit olarak görüyordu.
Beş ittifak gücünün bu anlaşmadan dışlanmasına itiraz etti.
"...Ama Osmanlılara acımalarından dolayı değil, eğer Avrupa güç dengesi yürürlükte kalacaksa Rusya'nın Balkanlar ve küçük Asya'daki egemenliğinin kabul edilemez olmasından dolayı"  İngiltere ve Avusturya Macaristan'ın çağrısında Berlin'de diğer "büyük güç"lerin de katıldığı konferans toplandı.
Haziran 1878'de yeni bir anlaşama imzalandı.
Anlaşmaya göre Rusya, Balkanlar ve Anadolu'dan çekilecek, Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın bağımsızlığı, Bulgaristan'ın da özerkliği tanınacaktı.
Berlin Anlaşmasının amaçlarından biri Rusya'nın önünü kesmekti.
Bu amaçla, Ayastefarons Anlaşması'nın 16. maddesi geçici olarak iptal edildi.
Berlin Anlaşması'nda Ermenilerle ilgili 61. madde şöyle formüle edildi.
"Babıali, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel koşulların gerektirdiği düzenlemeleri ve reformları daha fazla ertelemeden gerçekleştirmeyi ve Çerkezler ile Kürtlere karşı onların güvenliğini sağlamayı tahaddüt eder...
Bu tahaddünyerine getirilmesi için atılacak adımlar uygulamayı dikkatle izleyecek.
Büyük güçlere periyodik olarak bildirecektir"
62. maddede ise "din özgürlüğü medeni ve siyasal haklar ile kamu işlerine girebilme hakkı sağlar" denilerek, Babıali'nin daha önce yapılan reformlar ve yapılan anlaşmalardan kaynaklı yükümlülükler hatırlatıldı.
Böylece Rusya Anadolu'dan çekilirken, Babıali'ye de Ermenilerin yoğun olduğu altı doğu ilinde (Erzurum, Van, Bitlis, Sivas, Harput, Diyarbakır)reform yapması yükümlülüğü getirildi.
Sultan Abdülhamit, Ermeni reformları konusunda adım atmamada kararlıydı.
Sürekli oyalama, reformların içini boşaltarak içeriksizleştirme ve geçiştirme yolundan yürüyecekti.
Ne emperyalist devletler ne de Rusya, Ermeniler için çıkarlarını riske edecek adımlar atmayacaklardı.
Aralarındaki rekabetin giderek keskinleşmesi bunun önünde engeldi.
Gerçekte Berlin Anlaşması, Ermenileri büyük bir riskle karşı karşıya bırakmıştı.
Böylece Ermeni sorunu, Osmanlılar bakımından aynı zamanda devletler arası bir sorun haline geldi.
Berlin Anlaşması, Ermeniler için yeni bir dönemeçtir.
Bir yandan demokratik reform beklentisi ve umudu Ermenilerde ulusal bilince ve örgütlülüğe itilim kazandırırken, diğer yandan başta Sultan Andülhamit olmak üzere Osmanlı feodal egemenlerin öfkesinin ve düşmanlığının yöneldiği hedef haline gelirler.
Bu çelişik durum soykırıma kadar varacaktır.
ABDÜLHAMİT'İN   SOYKIRIM PROVASI

1890'LAR İLE 1990'LAR ARASINDA ÖĞRETİCİ İRONİLER VE PARALELLİKLER VAR. 1890'LARDA ANADOLU VE MEZOPOTAMYA'NIN ERMENİLERİ ULUSAL DEMOKRATİK HAKLAR VE STATÜ TALEBİYLE BİR UYANIŞ VE MÜCADELE İÇİNDEYDİLER. 1990'LARDA KÜRTLER ULUSAL DİRENİŞLERİNİ DEVRİM DÜZEYİNE SIÇRATABİLMİŞLERDİ. 1890'LARDA OSMANLI DEVLETİ ERMENİ ULUSAL DEMOKRATİK DİRENİŞİNİ BASTIRMAK İÇİN KATLİAM, SÜRGÜN, ASİMİLASYON, İŞKENCE, KONTRA VB. AKLA GELEBİLECEK HEMEN HER YOLA BAŞVURUYORDU. 1990'LARDA DA TÜRKİYE CUMHURİYETİ KÜRT ULUSAL DEVRİMCİ DİRENİŞİNİ BASTIRMAK İÇİN ABDÜLHAMİD'DEN GERİDE KALMAYACAĞINI İSPATA ÇALIŞIYORDU.
Berlin Anlaşması (18789, Ermeniler için olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu için de bir dönemeçti.
Balkan ulusların çoğu bağımsızlığını ilan etmiş, imparatorluk daralmış ve nüfusta Müslüman yoğunluğu artmıştı.
Osmanlı yöneticileri ve egemenlerine göre bunun sorumlusu, ihanet içinde olan Hristiyanlardı.
Hem Balkanlarda hem de Karadeniz kıyısı ve Kafkasya'da Türklerin de içinde olduğu Müslüman halklar; ya maruz kaldıkları katliamlar ve baskılar sonucu ya da kendisine yabancı gördüğü/benimsemediği bir iktidarın egemenliği altında yaşamak istemediği için Osmanlı'ya göç ediyorlardı.
Bu dönem, muhacirlerin sayısı 800 bini bulmuştu.
Bu göçler, Batı'da İstanbul'a ve Batı Anadolu'ya geçerken, Doğu'da ise Ermenilerin de yoğunlukla yaşadıkları vilayetlere yerleştiriliyorlardı.
Muhacirlerin geldikleri yerlerde maruz kaldıkları katliamlar, baskı ve zulüm onlarda toplumun Hristiyan kesimlerine karşı bir tepki ve düşmanlığa yol açıyordu.
Bu durum Türk, Kürt ve diğer Müslüman yerli halkları da etkiliyordu.
Buna Abdülhamit'in izlediği Panislamcı politik çizgi ve inşa etmeye çalıştığı baskıcı, gerici istibdat rejimi de eklenince, Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan halkalrın durumu kritik bir hal almaya başladı.
Ayrıca 1877-'78 Osmanlı Rus Savaşı'nda (93 Harbi) savaşın kaderi üzerinde önemli bir rol oynamayacak kadar az Kafkas Ermeni'sinin Rus ordusu içindeki varlığı ve Anadolu Ermenilerinin sınırlı bir bölümünün de onlara yardım etmiş olmasını; ne Osmanlı devleti ne de yerel Kürt ve Türk ağa ve eşrafının önemli bir bölümü unutacaktı.
Yıllarca Ermenilere dönük saldırılar, önyargılar ve "Ermeni Korkusu" yaratmanın propagandası olarak kullanılacaktı.
Bu konuda gerçeklerle ilişkisi koparılmış hikayeler tarih kitaplarında yazılmaya devam ediliyor.
Bugünkü Erzurum'da, masallarla süslenmiş Ermeni düşmanı ırkçı-şoven anlatımlar hak arasında yaygın.
Bu koşullar altında devletin yerel Kürt, Türk ve Çerkes egemenlerinin yönlendirildiği çetelerin ve kışkırttıkları Müslüman halkların Ermenilere dönük saldırılarında bu savaş ve akabinde imzalanan Berlin Anlaşması'ndan sonra bir tırmanış başladı.
Anlaşmanın yarattığı umut ve güven, süreklileşmiş saldırılar Ermenileri daha fazla örgütlenmeye ve mücadele etmeye yöneltti.
Van, Bitlis, Erzurum, Arapkir, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Muş gibi Kürdistan (bu bölgenin bir kısmı tarihi Ermenistan ya da Doğu Ermenistan olarak da anılır) illerinde önemli bir Ermeni nüfus yaşamaktaydı.
"Van merkez sancağındaki Garzan, Adilcevaz, Bergiri (Muradiye) ve Marks (Müküs) kazaları dışında hiçbir yerde açık farkla çoğunlukta" değillerdi.
En yoğun bulundukları diğer sancaklarda en fazla nüfusun yarısı Ermenilerden oluşuyordu.
Ermeniler, çoğunlukla kentli olsa da Erzurum, Muş ve Van kırsalında tarımla ve hayvancılıkla geçinen önemli bir nüfus yaşamaktaydı.
Kürt komşuları gibi kendilerine ait küçük bahçeleri ve arazileri işliyor; gittikçe ortakçılığa ve kiracılığa zorlanıyorlardı.
Yeni düşüncelerle İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük kentlerde ve yurt dışında kaldıklarında tanışıyor, memleketine dönenlerin getirdiği yayınlar; Batı Avrupa ve ABD'nin bölgede açtığı misyon okulları aracılığıyla yaygınlaşıyordu.
İlk olarak yurt dışındaki metropol kentlerde kurulan devrimci/demokratik Ermeni dernekleri, Anadolu kent ve köylerinde de yavaş yavaş çoğalıyordu.
1880'lerin sonunda, İran ve özellikle Rus sınırından yayınlarla birlikte silahlar da getirilmeye başlanmıştı.
"...Sosyalizm ve milliyetçilik düşünceleri, Ermenilerin yerel Kürt eşkıyadan sürekli zulüm gören ve devlet tarafından yeterince korunmayan köylü hemşehrilerini koruma girişimleriyle birleşti.
Ermeniler'de gelişmekte olan demokratik ulusal bilinç, 1880'lerde artık ulusal demokratik devrimci ve sosyalist örgütlerinin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştu.
1880'de Erzurum'daAnavatan Müdafaası, 1885'de Van'da Arwenakan, 1887'de Cenevre'de Devrimci Hınçak (Çan Sesi, 1909'da Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı), 1890'da Tiflis'de ulusal devrimci komitelerin birleşmesiyle Taşnaksutyan (Ermeni Devrimci Federasyonu) adlı örgütler ve partiler kuruldu.
Devrimci şiddeti de benimseyen bu örgütlerin hedefi, bağımsız Ermenistan'ı kurmaktı.
"Öte yandan 1830'lu ve 1840'lı yıllarda Osmanlı yönetimi tarafından merkezileşme politikaları çerçevesinde Kürt beyliklerinin özerk yapılarına son verip, aşiretlerin toprağa yerleştirilmesi kararı uygulanmaya konulmuştur.
Bu süreçte güçlerle yerleşik düzende yaşayan topluluklar arasında süren gerginlikler, çatışmalar daha da artmıştır.
Geleneksel hale gelen köy baskınları ve yağmalamaolayları, haraç almalar bunlar arasındadır.
Kafkaslardan Rus baskısından kaçıp gellen Müslüman göçmenlerin bir kısmı da bu yöreye yerleştirlmiştir.
İç içe geçmiş yerleşimler oluşmuştur.
Bu da karşılıklı çatışmaları beraberinde getirmiştir.
Ermeni sorunu başlangıçta uluslararası diplomasiye Ermenilerin, Kürtlerin ve Çerkeslerin saldırısından korunması çerçevesinde dahil olmuştur.
Berlin Anlaşması'nda Ermenilerin korunması doğrultusunda alınan kararı, bazı Kürt aşiret reisleri kendilerine dönük tehdit olarak algıladılar.
Bunlardan Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah başı çeker.
"Ermeniler Van'da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nasturiler de kendilerini İlgisiz tebaası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş.
Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim" diyerek, isyan bayrağını kaldırır.
Bölge aşiretlerden geniş tabanlı bir ittifak oluşturdu.
Osmanlı yönetimi bu ittifakın bölgede zaten zayıf olan otoritesinin daha da zayıflatılacağını düşünüp  müdahale ederek uzun uğraşlar sonucu bu isyanı 1881'de bastırdı.
HAMİDİYE ALAYLARI
VE TOPRAK GASPLARI.
Bu gelişmeler Babıali için uyarıcı oldu.
Kürtleri merkeze daha fazla bağlayarak asimile etmek, Ermeniler üzerinde baskı kurmak, Rusya ve İran tarafından gelecek tehditlere karşı ve Kürtleri Doğu cephesi dışındaki savaşlara da katmanın bir yolu olarak Hamidiye hafif süvari alayları 1891'de oluşturulmaya başlandı.
Hamidiye Alayları, ağırlıkla Ermenilerin yoğunlukta olduğu altı ilde oluşturuldu.
"Bu hafif süvari alaylarının çoğunluğu Kürt'tür.
1892'de (alay sayısı) 40 iken 1899'da 63'e çıkar.
Bir alay 500-1000 kişidir.
Bir alayın kurulmasını sağlayan her aşiret belli sayıda adam verir ve komuta aşiret reisinde olur.
Devamlı hizmette olmazlar ve ancak hizmetteyken maaş alırlar.
Bu sisteme bağlı aşiretler silahlıdır ve diğer aşiretlere baskı yapıp hakimiyet altına almayı sağlayacak üstünlüğe sahiptirler."
Kürt aşiret reisleri, Hamidiye Alayları'nın sağladığı güçten aşiret çıkarları için de yararlandılar. "...bölge halkı da kaynaklar üzerindeki kontrolünü artırmaya çalıştı, bunun arka planında daha büyük küresel bir süreç olan toprağın ticarileşmesi ve buna bağlı olarak toprağın değerinde meydana gelen artış yatıyordu.
Milislere yazılan Kürt reisleri devletin başka amaçlarla sağladığı destekle kendi gündemlerini yürütmek için elverişli bir konuma geldiler ve çoğu Ermeni olan komşularının topraklarına ve kaynaklarına el koydular.
Bu büyük şema içinde daha zayıf Kürt komşular da risk altındaydılar.
Hamidiyeli reisler katliamlarla, tehditler, şantajla, göçe zorlayarak Ermeni köylülerin topraklarına el koyuyorlardı.
O dönem bir Ermeni'yi devrimci ya da sempatizanlıkla suçlamak, toprağına el koymanın yollarından biriydi.
Bunun, her durumda doğru olması da gerekmiyordu.
Topraklara el koymak her zaman zorla olmuyordu.
Bunun yasal yolları da vardı.
Köylüler, ağırlaşan vergiler karşısında malını ya da hasadını ipotek ettirmek zorunda kalıyordu.
Borcunu ödemeyince de satış yoluyla el konuluyordu.
Bu yeni bir yöntem olmasa da bu dönem Ermenilere karşı yaygın bir uygulamaydı.
Bazı bölgelerde devlet yöneticileri Ermenileri topraklarından söküp atma politikalarını destekliyorlardı.
Ermenilerden boşalan topraklara Kürt aşiret mensuplarını ve Kafkasya'dan gelen Müslüman muhacirleri yerleştiriyorlardı.
Yersiz yurtsuz kalan Ermeniler çaresiz Rusya başta olmak üzere başka ülkelere geçmek için izin almaya çalışıyorlardı.
Toprak meselesi, Ermenileri eyleme geçiren önemli konulardan biridir.
Aynı şekilde Hamidiyeli Kürt aşiret reislerini de harekete geçiren önemli motivasyonlardandır.
Hamidiyeliler, çıkar sağladıkları sürece devletle hareket ediyorlardı.
Çıkarları olmadığında ya da çıkarlarına ters düştüğünde pekala farklı hareket edebiliyor ya da devlet yöneticilerini aldatıp farklı yönlendirebiliyorlardı.
Ermenilerin tasfiyesi, devletin de Kürt ağa ve beylerinin de işine geliyordu.
Topraklar için başlayan kavga, her iki tarafı da dönüştürerek Ermeni ve Kürt ulusal bilincinin gelişmesini hızlandırıyor, iki halk arasındaki çelişkinin derinleşmesine yol açıyordu.
Bu da, çatışmaların yaygınlaşmasına ve sertleşmesine neden oluyordu.
Eşkiyalar, Hamidiye Alayları ve devlet saldırıları kadar toprak sorunları da Ermeni halkını hızla örgütlenmeye ve mücadeleye sevk ediyordu.
Osmanlı'da oyun çoktu.
Binlerce yıldır yan yana ve iç içe barış içinde yaşayan iki ezilen halk olan Ermeniler ve Kürtler arasına düşmanlık tohumları ekiliyordu.
Berlin Anlaşması'na kadar Ermenilere dönük çete saldırıları daha çok eşkiyalar, kimi Kürt ağaları ve rüşvetçi yerel devlet yöneticileri eliyle yapılıyordu.
Bunlara Kafkasya ve Karadeniz kıyılarından katliam, baskı, zulümle göçe zorlanarak Anadolu'ya gelmek zorunda kalan, bu yüzden de Hristiyanlara karşı nefret duyguları besleyen Çerkeslerin bir kısmını da eklemek gerek.
Sonrasında ise  saldırılar Babıali tarafından yönlendiriliyor ve teşvik ediliyordu.
Askerler de bu saldırılarda aktif yer alıyordu.
Hamidiye Alayları, ittihatçıların iktidara gelişi ile isim değişikliğiyle varlığını sürdürmüştür.
Yeni Türk devletinin kurulmasıyla dağılmıştır.
Kürt isyanları patlak verince Kemalist iktidar yine Abdülhamit ve ittihat geleneğine sarılmış, 1924-'25 yıllarında çıkarılan köy kanunuyla Hamidiye milislerine benzer köy koruculuğu getirilmiştir.
Ermenilere karşı olduğu gibi Kürt isyanlarına karşı da Kürt işbirlikçileri kullanılşmıştır.
1980'lerin ortalarında Kürt ulusal devrimci hareket atılım yaptığında devlet zaman kaybetmeksizin aynı paslı silaha başvurdu.
'84-85'te çıkardığı yasalarla köy koruyuculuğu yeniden canlandırılarak kurumsallaştırıldı.
Koruyucular, Hamidiye Alaylarının Ermenilere yaptığı saldırıların hemen hepsini Kürt yurtseverlerine yönelttiler.
Katliam, kaçırma, işkence, işkenceyle öldürme, köyleri yakma, mallarını yağmalama ve topraklarına el koyma vb. Hamidiye Alayları'ndan devralınmış çeteler, hala köy koruyucuları şahsında yaşatılıyor.
Köy koruyuculuğunu reddetmek, Hamidiye Aalayları'nı katliam ve saldırganlıklarıyla yüzleşilmeden yüzeysel ve içeriksiz kalır.
ANADOLU'DA KATLİAMLAR
YÜZYILI AÇILIYOR
Abdülhamit, kabul etmek zorunda kaldığı reformları uygulamak yerine katliamlarla Ermenileri sindirmek ve  etkisizleştirme yolunu izledi.
1878 ve 1890 Erzurum, 1894 Sason (Sasun) 1895-96'da Ermenilerin yoğunlukla bulunduğu Kürdistan vilayetleri, kimi başkaca Anadolu kentleri ve İstanbul; 1902 tekrar Sason ve  1909'da da Adana'da katliamlar gerçekleştirildi.
Yüz binlerce Ermeni ve  Hristiyan katledildi.
Bundan dolayı Abdülhamit "İstibdadın kanlı sultanı" Avrupa kamuoyunda da  "Kızıl Sultan" olarak anılmaya başlandı.
Anadolu ve Mezopotamya'da yeni katliamlar asrı Ermeni katliamları başlamış; Süryani, Keldani, Yakubi, Bulgar, Rum, Kürt, Ezidi ve Alevilere kadar hemen hemen ezilen halkların hepsinin maruz kaldığı bir devlet geleneğine dönüşmüştür.
Abdülhamit'ten ittihatçılara, Kemalistlerden AKP'ye 1878'de yeni çağın ilk Ermeni katliamı olan Erzurum katliamından Roboski'ye bir tarihsel süreklilik ve bağı vardır.
1877-'78 Osmanlı Rus Savaşı'ndan sonra Berlin Anlaşması'yla Erzurum'dan Rus askerleri çekilince 80 bin Ermeni katliam riskiyle karşı karşıya kaldı.
Bu saldırılarda binlerce Ermeni katledildi.
İki yıl sonra Erzurum'da bir katliam daha yaşanacaktır.
Ermenilere yönelik 1889 Ekim'inde Diyarbakır çerçevesindeki köylerde Kürt ağalarının öncülüğünde yağmalamalar başlar.
Ermeni ve Yakubi köyleri talan edilir, cinayetler işlenir.
1892'de Mardin Mutasarrıfı Enis Paşa'nın organize ettiği sabotajda Mardin çarşısı ateşe verilir.
Ağırlıkla Ermenilerin dükkanları yanar.
Dükkanı yanan az sayıda Kürt ve Türk'ün de önceden haberdar olduğundan dükkanları boşaltılmıştır.
Yıllardır devletin baskısı ve zulmü, Hamidiye ağalarının ve eşkiyaların saldırıları altında bulunan Ermeniler, bir de çifte vergi ödemek zorunda bırakılmışlardı.
Hem devlete hem de yerel Kürt beylerine vergi ödemek zorundadırlar.
1894'te çifte vergiye karşı başlayan Sasun ayaklanması dört bir yanda Ermenilerin coşkulu dayanışma eylemleriyle selamlandı.
Ayaklanmada ve protestoların yaygınlaşmasında başta Hınçak olmak üzere devrimci örgütlerin önemli bir rolü oldu.
Ordu ve Hamidiye Alayları'nın ortak saldırısıyla ayaklanma kanlı biçimde bastırıldı.
Sasun katliamı Abdülhamit'i tatmin etmemiş olacak ki, Ermenilere "ders vermek" için katliamları yaygınlaştırma talimatı verdi.
Ermenilerin çoğunlukla yaşadığı altı Kürdistan ili başta olmak üzere, Trabzon, Halep, Adana, Ankara, İstanbul vilayetleri ve İzmit ve Zeytun kasabalarında katliamlar yapıldı.
1896 yılının sonlarına kadar aralıklarla süren katliamlarda toplam 200 ile 300 bin arasında Ermeni ve diğer Hristiyan halklarından yaşamını yitiren oldu.
İstanbul'da katliamları protesto eden Hınçak'ın öncülük yaptığı kitle, 30 Eylül 1895'te Babıali'ye doğru yürürken Andülhamit'in askerleri kitlenin önünü keserek elli Ermeni'yi öldürdü.
Ardından, Abdülhamit'in ajanlarının kışkırttığı medrese öğrencileri ve esnafın saldırısında Ermenilerden iki bine yakını yaşamını yitirdi.
1896'da İstanbul'da Taşnak üyesi Arman garo ismini kullanan Ermeni devrimci Karekin Pastırmacıyan'ın başında bulunduğu 31 devrimci, coğrafyamızın devrimci tarihine altın harflerle yazılması gereken cüretkar bir eyleme imza attılar.
Devam etmekte olan Ermeni katliamının derhal durdurulması için Osmanlı Bankası'nı işgal ettiler.
Askerin ve linç güruhlarının saldırıları boşa çıkınca devlet eylemdeki devrimcilerin bütün taleplerini kabul etti.
30 saat süren işgal; 27 Ağustos akşamı, günlerdir İstanbul'da devam eden katliam bıçakla kesilir gibi durunca sona erdirildi.
İstanbul'da binlerce Ermeni'nin yaşamını yitirdiği bu katliam işgal eylemi sayesinde daha fazla büyümeden durduruldu.
Yapılanlar sadece katliamlarla sınırlı değil, zorla Müslümanlaştırma, kadın ve çocukların kaçırılarak "evlendirme" ya da "aileye katma" yoluyla asimile etme; köle pazarlarında satma, mallarına ve topraklarına el koyla yağlama, yıkama, tahrip etme saldırıları katliamlara eşlik etti.
Saldırılar sadece Ermenilere  yönelmedi, Süryani, Keldani ve Yakubilere de yönelmiştir.
Bu katliamlar sonucu "Yakubi topluluğu tamamen yok edilmiştir." Bu halk kültürüyle, inancıyla artık yaşamıyor.
Sınırlı bir nüfusa sahip olması ve geriye hiç kimsenin kalmamasından dolayı pek gündeme de gelmemekte.
Oysa, açıkça ve netlikle söyleyebiliriz ki, bir Yakubi soykırımı yaşanmıştır.
"Önce Türk birlikleri katliam amacıyla bir kasabaya geldiler daha sonra Kürt başı bozuk askerleri ve aşiretleri yağmacılık amacıyla geldiler.
Nihayet ateş ve yıkımla katliam geldi ve kaçakları izleme ve temizleme harekatlarıyla o vilayetteki topraklara ve köylere yayıldı.
1895 yılının bu cinayetler karşısında, Doğu Türkiye'deki 20 kadar ilçede Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının yok edildiğine ve mülklerinin tahripedildiğine tanık olundu.
1895 katliamları Urfa'da genellikle Cuma günü (günümüze kadar birçok katliam veya katliam gelişmesinde olduğu gibi muhtemelen Cuma namazından sonra) boru çalarak katliamlar başlatılıyordu.
Ve yine borunun çalmasıyla da katliamlara o günlük ara veriliyordu.
Kurtulma umuduyla kilise ve benzeri yerlere sığınanlar, mekan ateşe verilerek kadın ve çocukların da içinde olduğu Hristiyanlar diri diri yakılarak öldürüldüğü örnekler az değil.
"Genç Ermenilerden oluşan büyük bir grup bir şeyhin huzuruna getirildiğinde şeyh onları sırt üstü yatırmış, el ve ayaklarını bağlamıştı.
Daha sonra bir gözlemcinin deyimiyle Kur'an'dan ayetler okundu ve "Koyun kurban edilirken yapılan Mekke ayininin (Mecca Rite) ardından boğazlarını kesti."
Katliamlarda kılıç ve silahla doğrudan öldürmelerin yanı sıra işkenceyle yakarak, diri diri gömme, parçalayarak veya boğazını keserek öldürme gibi en insanlık dışı ve vahşi biçimlerinin de uygulandığını görüyoruz.
Bir diğer önemli unsur ise yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi egemenler katliam ve yağmaları meşrulaştırmak için dini bir araç olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar.
Sonraki katliam ve soykırımlarda da linç güruhlarını toplayabilmek için İslam'ın kullanıldığını biliyoruz.
Çorum, Maraş, Sivas gibi yakın dönem Alevi katliamlarında da; bugün  IŞİD ve El Kaide'nin yaptığı katliamlarda da benzer bir tabloyla karşı karşıyayız.
Müslüman halklarının bu gelenekle yüzleşip kopuşması, sadece tarihle hesaplaşma değildir.
Güncel, toplumsal ve politik sonuçları da olan acil bir görevdir.
Katliamlarda İslam'ın kullanılmasının önüne geçilecektir.
Birçok kaynağa göre, Rabiali'nin talimatı Ermeni katliamıdır.
Ancak bir kere kıyıma dini motif giydirilince Müslümanları Hristiyanlara karşı kışkırtınca yerel yöneticiler, Hamidiyelileri ve bunlara katılan linç güruhları her zaman öldürdükleri kişi Ermeni mi değil mi ayırt etmemeye başladılar.
Kaldı ki yerellerde çıkan çatışmaları ya da saldırgan tarafın yağmadan mal ve mülk edinme iştahı kabarınca kimin Ermeni olup olmadığını çok önemi de kalmıyordu.
Katliamlar, asimilasyon, kaçırma, köleleştirme, yağma ve mülklerine el koyma saldırıları sonrası Ermeni göçleri daha da yaygınlaştı.
Ermenileri göçe zorlamak, Babıali'nin ve yerel Kürt aşiret reislerinin ve ağalarının ortak amaçlarından biridir.
Babıali için göçe zorlamak, altı Kürdistan ilinde Ermeni nüfusunu seyrelterek reformları gereksiz kılmak, onları bir özerk ya da bağımsız Ermenistan'ın önüne geçmekti.
Zira, Babıali, kabusla sonuçlanan Balkanların ikinci bir baskısını Doğu'da yaşamak istemiyordu.
Kürt aşiret reislerinin bağımsız Ermenistan korkusu vardı, yanı sıra Ermeni göçü onlara yeni topraklar sağlıyordu.
KAÇIRMA KÖLELEŞTİRME ASİMİLASYON
Ermeni kadınlarının kaçırılarak Müslümanlarla zorla evlendirilmeleri, 19. yüzyıl boyunca yaşansa da özellikle Berlin Anlaşması'ndan sonra devletin desteğini alan yaygın bir uygulamaya dönüştü.
1894-'96 katliam döneminde ise kitlesel bir hal aldı.
"1894-'96 katliamları boyunca kadınların ve genç kızların Müslüman evlere kapatılarak zorla Müslüman yapmak istenmesi, genç çocukların kaçırılarak Müslüman evlere alınması, basılan Ermeni köylerinde tüm halka Müslüman olmaları için baskı yapılması, erkekelrin toplu olarak zorla sünnet ettirilmeleri ve kiliselerin camiye  çevrilmesi ve bazı durumlarda onlara 'Hamidiye Camisi' isminin verilmesi yaygın pratiklerdi."
Din değiştirmeye zorlamalar Süryani, Keldani ve diğer Hristiyan halklarının da sorunuydu.
"Ermenilerin kiliseye doldurulmaları ve tek tek dışarıya alınarak Müslüman olmaları istenmesi bir başka yaygın uygulama idi.
Müslüman olmayı kabul etmeyen kişi hemen orada öldürülmekteydi.
Bu nedenle canlarını kurtarmak isteyen Ermeniler, Müslümanlığı kabul etmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi."
Bazı durumlarda Müslümanlığı kabul etmeleri, hayatlarını kurtarmaya yetmiyordu, "yalandan din değiştirdikleri" bahanesiyle öldürülenler az değildi.
Katliam döneminden sonra kendilerini güvende hissettikleri gelişmeler gördüklerinde Hristiyanlığa geri dönüşler oluyordu.
Ancak Osmanlı'ya güvenmeyip verilen güvencelere rağmen açıktan Müslüman görünüp, Hristiyanlığı gizli olarak yaşamaya devam etme örnekleri de bu dönem ortaya çıkıp yaygınlaştı.
Hristiyanlığa döndüklerinde öldürülecekleri tehditleri alıyorlardı.
Nitekim Hristiyanlığa döndükleri için öldürülenlerin sayısı az değil.
Kaçırılan kadın ve çocukların bazıları ise köle olarak satılmış, çalıştırılmış, tekrar tekrar el değiştirmiştir.
Birkaç kentte geçici olarak köle pazarı kurulmuştu.
Halep'deki Bab-Nera çarşısındaki esir pazarı, 1908 devrimine kadar varlığını korumuştur.
1890'LARDAN 1990'LARA TARİHSEL İRONİ VE PARALELLİKLER
1890'lar ile 1990'lar arasında öğretici ironiler ve paralellikler var.
1890'larda Anadolu ve Mezopotamya'nın Ermenileri ulusal demokratik haklar ve statü talebiyle bir uyanış ve mücadele içindeydiler.
1990'larda Kürtler ulusal direnişlerini devrim düzeyine sıçratabilmişlerdi.
1890'larda Osmanlı devleti Ermeni ulusal demokratik direnişini bastırmak için katliam, sürgün, asimilasyon, işkence, kontra vb. akla gelebilecek hemen her yola başvuruyordu.
1990'larda da Türkiye Cumhuriyeti Kürt ulusal devrimci direnişini bastırmak için Abdülhamid'den geride kalmayacağını ispata çalışıyordu.
Abdülhamid, Hamidiye Alaylarını ve hırsız, katil, tecavüzcü eşkiya çetelerine Ermenileri katletmesi için görev ve yol vermişti.
MGK'nın kumandasında Özal, Demirel, Çiller hükümetleri döneminde kontrgerilla, JİTEM, Hizbullah ve koruyucular, Kürt ulusal devrimci direnişini ezmek için her yola başvuruyorlardı.
Yüzyıl önce Ermenileri linç etmek için Kürtleri Türkleri ve Çerkesleri kışkırtıyorlardı.
1990'larda da linç saldırısının hedefi Kürtler, Aleviler ve devrimciler olmuştu.
1990'larda kent merkezlerinde devletin resmi ve gayri resmi silahlı güçleri, devrimci karargahlara infaz amacıyla baskın yaparken çevrede linç güruhları organize edilerek tempo tutuluyordu.
1896'da Ermeni devrimciler, Osmanlı Bankası'nı işgal ettiğinde asker kuşatması ve saldırısına linç güruhları aynı organizasyon ve aynı biçimde tempo tutuyorlardı.
Demek ki; Abdülhamit'ten Kemalist çömezlere ne gelenek değişmişti ne de zihniyet.
93 Harbi'nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın ağır yükümlülükleri ve Rusya'nın Balkanlar üzerindeki artan hakimiyeti üzerine 13 Haziran 1878 tarihinde İngiltere, Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşma.
Yakubiler, Batı Süryanileridir.
Hz. İsa'nın tek doğası olduğunu kabul ederler.
Edessa psikoposu Yakub'un adından dolayı Yakubiler olarak da anıldılar.
İTTİHATÇILIĞIN YÜKSELİŞİ
1908 DEVRİMİ VE ERMENİLER
İTTİHATÇILAR ŞAHSINDA DEVRİMCİ DÜŞÜNCELER. ERMENİ SORUNU GİBİ ULUSAL SORUNLARI OSMANLI SINIRLARI İÇİNDE ÇÖZMEYE ÇALIŞTI; TUTARLI DEMOKRATİK BİR PARADİGMAYA SAHİP OLMAYIŞI DAYANDIĞI TÜRK BURJUVA SINIFIN GÜDÜKLÜĞÜ OSMANLI'NIN BİRLİĞİNİ "KORUMA" VE "DEVLETİ KURTARMA" SAPLANTISI SEÇKİNCİ KABA MATERYALİST VE POZİTİVİST İLERLEMECİ ANLAYIŞI BÜROKRATİK VE GİDEREK DAHA FAZLA ORDUYA DAYANAN YAPISI İKTİDARA GELDİKTEN SONRA İTTİHATÇILARI HALKTAN KOPARTARAK EZİLENLERİN DÜŞMANINA DÖNÜŞTÜRDÜ.
Osmancılığın içinde 19. yüzyılın sonlarında örtük olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliği, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren görünür hale gelip 1908 Devrimi'nden hemen sonra ilerici niteliği yavaş yavaş gerileyerek, Balkan savaşlarından itibaren de bu sınırlı demokratik niteliğini tamamen tüketerek ezilen uluslara ve halklara düşman ırkçı yayılmacı Turancı bir karaktere büründü.
Bu noktaya gelmeden önce İttihatçılar şahsında devrimci düşünceler Osmanlının dört bir yanına yaydı.
1906-1907 vergi ayaklanmalarına 1908 Devrimine ve devrimi takip eden 4-5 yıllık politik özgürlüklerin görece genişçe kullanıldığı bir döneme öncülük etti.
Osmanlı sınırları içinde çözmeye çalıştı; tutarlı demokratik bir paradigmaya sahip olmayışı, dayandığı Türk burjuva sınıfın güdüklüğü Osmanlı'nın birliğini "koruma" ve "devleti kurtarma" saplantısı seçkinci kaba materyalist ve pozitivist ilerlemeci anlayışı bürokratik ve giderek daha fazla orduya dayanan yapısı iktidara geldikten sonra İttihatçıları halktan kopartarak ezilenlerin düşmanına dönüştürdü.
Ne Ermenilerin demokratik reform taleplerini tam olarak karşılayabilmiş ne de toprak sorunlarını çözebilmiştir.
Aksine giderek gericileşmiş Abdülhamit'i aratır duruma gelmiştir.
'İSTİBDADIN KANLI SULTANI'NA KARŞI MÜCADELE BİRLİĞİ
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) önceli olan "İttihadi Osmaniye" bir Ermeni'nin de içinde olduğu farklı uluslardan kadrolarla 1889'da Ahmet Cevdet öncülüğünde Tıbbiye-i Askeri mektebi öğrencileri arasında kuruldu.
"İttihadi Osmaniye de Osmanlı tebasının birliği anlamına geliyordu ve Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut tüm ulusların eşir haklara sahip olacağı bir siyasal düzenin özlemini ifade ediyordu...
1908 Devrimi'ne kadar örgüt önce Ahmet Rıza daha sonraları doktor Bahveddin Şakir tarafından Paris'teki merkezden yönetildi.
20. yüzyılın ilk yıllarında İttihatçılar içinde başlayan fikir ayrılığı 1906'da Prens Sabahattin'in önderliğindeki liberal kanadın ayrılıp ayrı bir örgütlenmeye gitmesiyle sonuçlandı.
Aynı yıl Selanik'te örgütlenme yeteneği gelişkin olan bir posta memuru olan Mehmet Talat'ın önderliğinde Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu.
Bu cemiyet, Binbaşı Enver'in de içinde olduğu Makedonya ve Edirne'de 2. ve 3. Ordu içindeki subaylar arasında etkindi.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Ahmet Rıza'nın önderliğindeki Paris grubuyla ilişkiye geçti.
Bu gelişmeler, İTC içinde Türkçü merkeziyetçi ve asker ağırlığının güçlenmesine yol açtı.
O dönem, İttihatçılar içinde Türkçü kavramı yaygın bir kullanıma sahip değildi.
Bunun yerine Osmanlı kavramı kullanılıyordu.
İttihatçıların literatüründe Osmanlı ifadesi önceleri bütün Osmanlı devlet sınırları içindeki uluslar için kullanılıyordu.
Zamanla, Osmanlı ile Türkler veya asimilasyonla Türkleştirilebileceği düşünülen Müslümanlar için de Balkan savaşlarından sonra Osmanlı/Osmancılık terk edilerek  Türk/Türkçülük/Turan önce çıkarılmaya başlandı.
Ermeni örgütleri, Narodinkler başta olmak üzere Rus devrimcilerinden güçlü biçimde etkilenirken İttihatçılar ise aynı şekilde kuruluşlarından itibaren Ermeni devriğmci örgütlerinden etkilendiler.
İttihatçılar hep Ermeni örgütleriyle ilişki içinde oldu.
Ermeni Anayasası'ndan açık ve gizli örgütlenmelerinden silahlı mücadele biçimlerinden öğrenip örnek aldılar.
Yer yer Ermeni örgütlerden yardım da aldılar.
İTC, ayrılıkçı eğilimin gelişmesini engelleyeceği öngörüsü ile Ermeni reformlarını savundu.
"Sovyet araştırmacıları, İttihatçıların Doğu'da Ermenilerden Kürt feodallerinin gasp ettikleri toprakların Ermeni köylerine iade edilmesini vaat ettiklerini açıkça kaydediyorlar."
"1907 yılında, Taşnaksuyun ile İttihat ve Terraki örgütü Abdülhamit'e karşı birlikte mücadele etme kararı aldı.
Bu, devrimci hareket için büyük bir ilerleme demekti."
BEKLENTİLERİ KARŞILAMAYAN DEVRİM
İttihatçıların girişimiyle patlak veren 1908 Devrimi, Ermeniler başta olmak üzere ezilen ulusların halkların ve onların öncü örgütleri tarafından desteklendi.
1908 Meclisi Türklerin yanı sıra Arap, Arnavut, Rum, Ermeni, Bulgar ve Yahudilerin de bulunduğu çok uluslu bir meclisti.
İlk meclis, aynı zamanda İttihatçılar, Türk/Müslüman liberaller Taşnak, Hınçak, Bulgar ulusal devrimcileri ve sosyalistleri ve bağımsızlardan oluşan politik çoğulculuğa da sahipti.
Oysa resmi ideoloji, cumhuriyetten önceki ilerlemeleri inkar ederek 1908'deki bu ulusal teslimiyetteki zenginliği ve politik çoğulculuğu yok sayar çok partili dönemi 1946'dan başlatır.
Soykırımdan kurtulan Sasunlu Yeğyazar Karapetyan (Doğum 1886) 1908 Devrimi'ni ve hissiyatını şöyle anlatıyor: "1908'de ilan edilen hürriyet, bütün siyasi mahkumları özgürlüklerine kavuşturdu, artık Ermeni, Kürt, Türk hepsi de eşit haklara sahip olacaklardı.
İttihat ve Terakki Partisi ve Taşnak Partisi'nin imzaladığı Kardeşlik Paktı'na göre, Ermeni kurtuluş mücadelesine son verilecekti ve Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün milletler güçlerini birleştirip vatanseverlik ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu'nun kabul ettiği anayasayı ve onun ilerci kanunlar koyan yeni hükümetini sadık bir şekilde koruyacaklardı.
Özel bir genelgeyle fedailer Muş'a davet edildiler.
Ruben öncülüğünde gerilla grubu silahsız olarak ortaya çıktı.
Her yerde sevinç çığlıkları duyuluyordu.
Hürriyet Yasası'yla Ermenilere karşı onur kırıcı davranışlarda bulunmaya, dayağa, küfürlere, yağmaya, hırsızlığa ve küçümsemeye son veriliyordu.
Benzer davranışlarda bulunanlar en sert cezalara, hatta ölüm cezasına çarptırılıyordu.
Her iki halka da tam güvence veriliyordu.
Ermenilere serbestçe oy verme kendi temsilcilerini seçme ve önerme hakkı veriliyordu.
Bu, batı Ermenilerin yaşamında bir yeniden doğuş idi.
Yeni seçilmiş parlamento ilk oturumunda bir dizi kanun kabul etti, bunlar arasında Ermenilerin Osmanlı ordusunda görev yapmak üzere askere alınmaları da vardı.
Ancak bu olumlu hava uzun sürmeyecekti.
İttihatçıların Ermeni örgütleriyle ilişkileri güvensiz ve temkinliydi.
Ermeni örgütlerin aynı derece politik uyanıklığa sahip oldukları söylenemez.
Devrimin daha ilk aylarında Ermeni devrimci ve demokratların artık mücadeleyi bırakmalarını, kaderlerini ittihatçıların ellerine bırakmayı salık veriyorlardı.
Devrimin ilk günlerinde kutlama için İstanbul'da kitle toplantısı yapan Ermeni kuruluşlarının davet ettikleri ittihatçı kadrolar yaptıkları konuşmalarda üstü örtük tehditler ve uyarılarda bulunmayı ihmal etmemişlerdi.
İttihatçıların dayanağı Türk burjuva sınıfın güdük oluşu "Osmanlı birliğini koruma" ve "devleti kurtarma" kaygıları iktidara geldikten sonra hızla halktan kopma ve ezilen uluslarla aralarına mesafe koymalarına yol açtı.
Onlar da "özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet" (hürriyet müsavat uhuvet adalet) şiarı, Osmanlı'yı ve devleti korumaya hizmet ettikleri oranda bir değeri vardı.
Gerektiğinde bu şiarları rafa kaldırabilecekelrini, kıyıcı zalim bir iktidara dönüşebilecekelrini devrimi takip eden üç-beş yılda göstediler.
Meclis-i Mebusan yeniden açıldığında, 1876'dan beri resmi dil olarak kabul edilip kullanılan Türkçenin yanı sıra Yunanca, Ermenice ve Arapça'nın da resmi dil olması önerileri oldu.
Bir dönem bu tartışmalar sürdü, İttihatçıların karşı çıkmasıyla bu öneriler kabul edilmedi.
Mecliste, Rumların ve Ermenilerin nüfus oranına paralel biçimde daha fazla temsil edilmelerinin önünün açılması önerileri de yine ittihatçılar tarafından reddedildi.
Bunları, İttihatçıların egemen Türkçü ve antidemokratik refleksleri  olarak da okumak gerekir.
İttihatçıların devrimin derinleşmesini engellemeye dönük yaptıkları ilk hamle aynı yılın Ekim'inde çıkardığı Tatil-i Eşgal Kanunu'yla grev hakkının sınırlandırılması oldu.
Sonrasında, gazeteci Hasan Fehmi Bey'in öldürülmesi ve Adana katliamındaki rolleriyle gericileşmesinin başkaca sinyallerini verdi.
Adana katliamı, İttihatçılarla Ermeniler arasındaki ilişki açısından dönemeç noktalarından biridirir.
1909 ADANA KATLİAMI
Adana'da, pamuk tarım ve ticareti Ermenilerin elindeydi.
Bölgenin varlıklı ailelerin önemli bir kısmı Ermeni'ydi.
Ağırlıkla zanaatçılıkla uğraşan Ermenilerin de iktisadi durumları görece iyidi.
Bu durum, geçmişten beri Türk-Müslüman burjuva feodal yerel egemenleri rahatsız ediyordu.
1908 Devrimi'yle birlikte Ermeni düşmanlığı daha da arttı.
Ermeniler ise devrimin getirdiği kazanımları yetersiz buluyor daha da genişletilmisini istiyordu.
Bu koşullar altında Türk/Müslüman burjuva feodal egemenler "Ermeni krallığını tekrar ihdas etme" amacı taşıdıkları propagandasına hız vermişlerdi.
"31 Mart 1909'da, Adana Valisi başkanlığında vilayet meclisi oturumu gerçekleşti burada Ermenilerin yok edilmesi kararı alındı.
Kırıma başlanması yönünde taşraya gizli yazılar yollandı.
Kırım öncesi iktidar çevreleri Müslüman ahaliye büyük ölçüde silah ve mühimmat dağıttılar, yüzlerce katili hapishanelerde serbest bıraktılar."
Ermenilerin Paskalya Haftası etkinlikleri yaptıkları 1-3 Nisan'da, Ermeni mahalleleri ve çevre köylerine saldırıyı kışkırtarak Ermeni/Müslüman çatışması yaratıldı.
12-14 Nisan'da yeniden başlayan çatışmalar çevre kasabalara da yayıldı.
Miss İncirlik Ceyhan (Hamidiye) Osmaniye Tarsus Sis'e de (Kozan) sıçrayan çatışmalarda, Ermeni mahalleleri ve köylerinde dükkanlar yağmalandı ve ateşe verildi.
Kadın çocuk demeden Ermeniler linç güruhları tarafından katledildi.
Muhtemelen o sırada İstanbul'da patlak veren karşı devrimci silahlı ayaklanmanın duyulması saldırganları daha da cesaretlendirmiştir.
Katliamının planlı ve organize olduğunun bir diğer kanıtı da İçişleri Danışmanı Adil Bey'in bölgedeki memurlara gönderdiği telgraftır.
Telgrafta "yabancı dini kuruluşlara ve konsolosluklara zarar gelmemesi için büyük bir özen gösterilsin" yazıyordu.
Böylece hedefin sadece Ermeniler olduğunun altını çizmişti.
"İki Ermeni gencin öldürüldüğü 13 Nisan'dan beri Müslümanların dükkanlarına bir zarar gelmemesi için beyaz tebeşirle işaretlenmesi, hükümet yetkilileri de dahil bütün Müslümanların fes yerine sarık giymeleri, Payas Hapishanesi'nden üç bin tutuklunun silahlandırarak salıverilmesi, Ermeni tarafından kasıtlı ve planlı olduğunun karinesi olarak görülüyordu.
Hareket Ordusu gelecek diye Ermenilerin elindeki silahlar toplanarak devlet yetkililerine teslim edildi.
Bu noktadan sonra Ermeni katliamı daha da boyutlandı.
23 Nisan'da Hareket Ordusu'nun bir bölüğü kentte girdiğinde olaylar devam etti.
Bu arada Musa Dağı, Dörtyol, Hacin, Sis, Zeytun (Süleymanlı), Şeyh Murat, Fındıcak gibi kazalarda katliamın daha da büyümemesinin nedeni, Ermenilerin güçlü ve etkili direniş ve savunma örgütleyebilmelerindendir.
Olayların tanıklarından Tonit Gabriyel Tonikyan (Doğum 1898) direnişi şöyle anlatıyor: "Biz Musa Dağı'nda, 7 köyünün Ermeni ahalisi tedbir aldık, geceleri nöbetçi yerleştirdik."
Hovhonnes Abelyan (Doğum 1903) ise "1909'da Adana katliamı yaşandığında Şayban Ağa Kırbin başıbozuk toplamış ve Kesab'ı yağmalamaya gelmişti. Orduya varmıştı. Biz, direniş göstermeye başladık Aşağı Es Güran Köyü'nde çatışma çıktı dört-beş  saat sürdü, direndik. Sonunda bizimkiler şöyle dediler: Devam etmek artık imkansız, silah yok haydi kaçalım, kıyıdaki Kesab'a gittik."
Ayrıca Müslümanların hepsinin katliama katılmadığı bazı yerlerde Ermenileri korumaya çalıştıkları ve bu yolla katliamı sınırladıkları kayda geçen veriler arasında yer almaktadır.
Bir başka Ermeni Tanık Mikail Kaşenyan (Doğum 1904) katliamın nasıl sonlandırıldığını anlatıyor; "O dehşetli geceye, Türkler Camış (Manda delirdi) adı verildi. Zira, gerçekten de Sultan çıldırmıştı. Onun emriyle insanları boğazladılar, 30.000'e yakın Ermeni'yi katlettiler, evleri yakıp yıktılar, küle çevirdiler. Herkesi toplayıp Adana Irmağına götürdüler Sultan Hamit'e haber gönderdiler, 'Bütün Ermenileri toplayıp Irmak kenarına getirdik, emri bekliyoruz' diye. Bir tarafta su, öbür tarafta ateş. Babam beni kucaklamıştı. Onları omzunun üzerinden seyrettiğimi hatırlıyorum. Annem de bizimleydi bizi ırmağın kenarına doldurmuşlardı. Sultan'dan emir geldi. At  emri. Bize de 'Padişahım çok yaşa' dedirttiler. Eve döndük ama öldürülenler öldürülmüştü.
Hükümet, resmi bir rapor hazırlayıp Meclise sunması için iki mebusu Yusuf Kemal Bey ve Hagop papikyan'ı Adana'ya yolladı.
Ancak bu iki mebus aralarında anlaşamadıkları için ortak bir rapor hazırlayamazlar.
Hagop Papikyan raporunu bitirdikten hemen sonra şüpheli bir biçimde ölür.
Bir çok kaynak zehirlenerek öldürüldüğü üzerinde durur.
Raporda, Papikyan "Katliamların yerel makamların bilgisi dahilinde ve emriyle düzenlendiği apaçık ortadadır" demektedir.
Tarihçi yazar Ayşe Hür, raporun 1992'de Kilikya gazetesinde yayınlanan Türkçe Metine dayanarak 21 bin Ermeni'nin öldürüldüğünün ifade edildiği belirtilmektedir.
Ermeni araştırmacı yazar Pr. Verine Svazlıan ise aynı raporun 1919'da Ermeniceye çevrilerek yayınlanmış metinden "Kurban sayısı 30.000'e ulaşmakla kalmıyor" alıntısını yaparak başka bir rakam veriyor.
Sonradan Adana Valisi olarak atanan Cemal Paşa ise aralarında 17 bin Ermeni ile 1850 Müslüman'ın ölümünden bahseder.
"Uzun bir süreçten sonra tutuklu bulunan 130'u Müslüman, 95'i gayrimüslim (çoğu Ermeni) 225 kişiden 9 müslüman, 6 Ermeni suçlu bulunarak 10 Haziran 1909'da idam edildi.
İdamdan sonra olaylar devam etmiş, ortalık ancak Ağustos ortalarında Adana'ya Vali olarak atanan Cemal Paşa'nın 47 Müslüman ile bir Ermeni'yi daha idam ettirmesinden sonra durulmuştu.
13 Nisan 1909'da İstanbul'da patlak veren karşıdevrimci silahlı ayaklanma sonrası ittihatçıların yaptığı ortak cephe çağrısına Taşnak da katılır.
Adana katliamından sonra Taşnak içinde İttihatçılara güvensizlik belirten bir grup oluşur.
Bu grup, katliamda İTV'nin rolü olduğunu savunur.
Taşnak'ın çoğunluğu ise Adana katliamında Abdulhamit, dincileri ve liberalleri sorumlu tutar.
Ama yine de İttihatçı ve Taşnak ilişkisi 1909 sonrasında stratejik işbirliği düzeyine çıkmış her iki parti olarak yayımladıkları deklarasyon ile meşrutiyeti koruyacaklarını ilan etmişlerdir.
İki parti arasındaki ilişki 1911 Taşnak Kongresi'ne kadar devam etmiş, 1912 yazı ile birlikte ilişkiler tümüyle bozulmuştur.
Sosyalist Hınçak ise Taşnak'ı, İttihatçılarla girdiği ilişkilerden ve onun politikalarına fazla bel bağlamasından dolayı eleştirdi.
Bu duruşundan dolayı Hınçak'ın Ermeniler arasında örgütlülüğü ve siyasi etkisi arttı.
Adana katliamının Abdülhamit yanlıları başta olmak üzere Türk/Müslüman burjuva feodal yerel egemenler ve İttihatçıların ortak organizasyonu olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İttihatçıların katliamla ilgili merkezi kararı olmayabilir.
Zira bu dönem, Osmanlı Balkanlarında Bulgarları göçe zorlamak için çeteci saldırgan bir politika izlemekle birlikte henüz Anadolu'nun homojenleştirilmesi gündemde değildi.
Adana ve çevresindeki İttihatçı kadroların  merkezden bağımsız olarak katliamlara ortak olduklarını düşünmek akla yatkın olanıdır.
KÜRDİSTAN'DA
ÇÖZÜLEMEYEN ÇELİŞKİLER
İttihatçılar, 20. yüzyılın ilk yıllarında Kürdistan'da da örgütlenmeye başlamışlardı.
1908 Devrimi'ne kadar esas olarak kentlerde olmak üzere okumuş aydın, yarı aydınlar ve esnaf üzerinde belli bir örgütlülüğe ve siyasi etkiye ulaştılar.
İttihatçı kadrolar Ermeni örgütleriyle de temas içindeydi.
Kürt ağalarına ve Hamidiye ağalarına mesafeli duruyor, yer yer de tepki koyuyordu.
1905 Temmuz'unda ve 1907 Kasım'ında Ermenilerin de şikayetçi olduğu İbrahim Paşa'nın Diyarbakır'da yaptığı eşkıyalıkları protesto etmek için telgrafhane işgali yaparlar.
Ziya Gökalp'ın da içinde bulunduğu ikinci işgal, 11 gün sürer ve bu eylem sonucu Abdülhamit, İbrahim Paşa'yı sürgün etmek ve talan ettiklerini iade edilmesi kararı almak zorunda kaldı.
Devrimi takip eden bir kaç yıl içinde İttihatçıları meşgul eden bir mesele de toprak sorunlarıydı.
Ermeniler, son 20-30 yılda zorla gasp edilmiş topraklarını geri istiyorlardı.
Yurtdışına ve kentlere göç etmek zorunda kalmış Ermeniler de devrimin yarattığı umudun etkisiyle köylerine dönerek gasp edilmiş araziğlerini geri almak için mücadeleye giriştiler.
1908-1910 arasında Osmanlı hükümeti ve yerel yöneticiler, toprak meselesine adil bir çözüm getirmek niyetindeydiler.
Komisyonlar kuruldu, davalar açıldı, talimatlar başladı.
Toprakların sınırlı bir kısmı asıl sahiplerine iade edildi.
Hüseyin Paşa gibi önde gelen toprak yağmacılarına tutuklama çıkarılması vb. önlemler, Kürt ağalarıyla İttihatçılar karşı karşya getirdi.
Birçok yerde gerginlikler ortaya çıktı.
Kısa sürede İttihatçılar toprak meselesinin kolay çözülebilir olmadıklarını anladılar.
"Gergin olan sadece Ermeniler ile toprak talep ettikleri ağalar arasındaki ilişkiler değildi.
Hükümet ve toprakları topun ağzında olan Kürt reisleri arasında da büyüyen bir husumet oluşmaktaydı. (Aşiret) reislerinin hoşnutsuzluğu hükümette ciddi bir isyanla karşı karşıya kalma korkusunu uyandıracak kadar büyüdü.
Bu koşullarda hükümet, Kürt aşiret reislerinin Rus Hükümet görevlileriyle görüştüklerine dair duyumlar alınca Kürtleri kaybetme riskiyle karşı karşıya olduklarını düşünmeye başladılar.
Zira önemli Müslüman nüfusa sahip ve jeostratejik bir bölgeyi tutan Kürtleri kaybetmeyi göze alamazlardı.
Politikalarından geri adım atarak toprak meselesinde İttihatçı hükümet Kürt toprak ağaları 1910'da eski statükoda anlaştılar.
Toprak meselesinde İttihatçılar 2. Abdülhamit çizgisine geri dönerken yine mağdur olan toprakları gasp edilmiş Ermeni köyleri oldu.
Bekelnti içinde olan Ermeni köylülerde tepki ve hoşnutsuzluk arttı.
Bu sefer Ermenilerle İttihatçıların arası açılmaya başladı.
Balkan savaşlarından sonra Ermeni karşıtı politika, İttihatçılar için bilinçli bir tercihe dönüştü.
Diğer gelişmelerle de birleşerek daha fazla Türkçülüğe kaydılar.
Ermenilerin 19. yüzyılın ikinci yarısında Babıali'ye kadar taşınan can ve mal güvenliğinin yanı sıra zorla el konulan toprakların geri verilmesi ve toprak reformu vergilerin azaltılması ve genel af talepleri, 1890'lardan beri somut eylemin ve isyanların konusu haline gelmişlerdi.
Bu talepler, Hınçak ve Taşnak partilerinin de programlarında yer alıyordu.
1908 Devrimi'yle birlikte çifte vergi uygulamalarına son verildi ve devlet yöneticilerin keyfi biçimde kendileri ve hayvanları için karşılıksız yiyecek tahıl vb. ürümlere el koyması uygulamaları da uzun sürmeyen bir iyileşmeden söz edebiliriz.
Genel afla birlikte tutsaklar serbest bırakıldı.
Fedailer dağlardan indi. (Ermenilerin silah bulundurmaları ve taşımaları yasak olduğundan güvenlikleri için kendini halka ve ulusal devrimci/demokratik mücadeleye adamış fedailer olarak adlandırılan gençler silahlıydı.
Bunlar, köylere yakın dağlarda ve devlet güçlerinin olmadığı zamanda köylerinde konumlanıyor, saldırılara karşı köylüleri koruyorlar ve isyan ve direnişlerde öne çıkıyorlardı.
Devrimci örgütlerle de ilişkiliydiler.
Bu fedailer, afla birlikte kutlamalar eşliğinde köylerine indi.) Hamidiye Alayları kaldırıldı, devlet yöneticileri can ve mal güvenliğin sağlamak için iki-üç yıllık bir çabaları oldu.
Ancak bu durum da uzun sürmedi.
İttihatçılar yüzünü Kürt ağalarına ve beylerine dönünce, Hamidiye Alayları, Hafif Süvari Alayları adı altında yeniden kuruldu.
İttihatçıların değişmeye başlayan politikalarına paralel olarak devlet yöneticilerin Ermenilere yaklaşımı da değişmeye başladı.
"Kürtlerin konumu ve Ermeni hareketliliği İttihat ve Terakkiye hem bazı yöntemleri getiriyor hem de uygulamalarındaki zigzagları açıklamaya yardımcı bir rol oynuyor.
1906'da yeniden ve asıl kuruluşunda hem Kürtler hem de Ermeniler, İttihat ve Terakki'ye büyük umutlar bağlıyorlar ve bu umutları 1908 Devrimi ile daha da artıyor.
Fakat devrimden hemen sonra, Sovyet araştırmacı yazar Lazorev'e göre devrimden hiç bir iz kalmıyor.
Bunu Jön Türklerin dayandıkları burjuvazinin zayıflığına bağlayan profesör Lazarev bir de şunları yazıyor: "Ulusal politika alanında İttihatçılar, Abdulhamit'in gerçek mirasçıları ordularını gösterdiler ve ondan merkezileştirici ve asimilasyoncu eğilimleri devraldılar." Gerçekten de Kürtler ve Ermeniler Hamit karşıtlığı ve JönTürk yandaşlığıyla yağmurdan kaçarken doluya yakalandılar.
İttihatçılar ulusal alanda Hamit çizgisini daha cüretle ve şiddetle uygulamaya koydular."
1910-1912 yılları arasında Ermeni köylülerin durumu yavaş yavaş yeniden kötüleşmeye başladı.
Balkan savaşlarından sonra ise bütün Osmanlı Ermenilerinin durumu tamamen değişecekti.
İttihatçılar, hemen hemen  bütün temel unsurlarıyla Ermeni sorununda Abdülhamit'in politikalarına geri dönecekti.
Zaman içinde daha da ileri giderek Abdülhamit'i de geride bırakacaktı.
Abdülhamit döneminde 1890'larda Babıali'de 6 Doğu ilinde yaşayan Ermenilerin güneye sürülmesi tartışılmış, ancak o günkü uluslararası koşullarda bunun gerçekçi olmayacağı düşünülerek rafa kaldırılmıştı.
Abdülhamit, topyekün bir sürgünü gerçekleştirecek uluslararası koşullarıyakalayamamıştı.
İttihatçılar ise emperyalist paylaşım savaşının yarattığı kargaşadan yararlanarak topyekün bir kırıma/soykırıma cesaret edebildiler. (Atılım 164. sayı).

İTTİHATÇILARIN     SOYKIRIM PROVASI
BALKAN SAVAŞLARI DAHA BİTMEDEN 1913 OCAK'INDA "BABIALİ BASKINI" DENİLEN DARBE BİLE OSMANLI YÖNETİMİNİN TALAT, ENVER VE CEMAL PAŞALARIN TEKELİNE GİRMESİYLE DENGELER DEĞİŞTİ. BU YÖNETİM TOPYEKÜN YOK ETME DE (SOYKIRIM) DAHİL OLMAK ÜZERE HER YOLA BAŞVURMAYLA HRİSTİYAN HALKLARDAN KURTULMAKTA KARARLIDIR.
Ermeni soykırımının iki temel 'provası' yapıldı.
Bunlardan ilki, 1894-1896 yıllarında 200 binden fazla Ermeni'nin katledilmesiyle doruğuna varan on binlercesinin zorla Müslümanlaştırıldığı, binlerce kadın ve çocuğun kaçırılarak asimile edildiği ya da köle pazarlarında satıldığı, toprakları malları ve mülklerine el konulduğu, on binlercesinin göç etme zorunda bırakıldığı "istibdadın kanlı sultanı" II. Abdülhamit döneminde yaşanmıştır.
Günümüze kadar süren katliamcı, soykırımcı geleneğin miladı olarak da alabiliriz bu dönemi.
Soykırımın ikinci "provası" ittihatçıların kurdukları ama henüz yasal bir statüye sahip olmayan Teşkiları Mahsusa (Özel Özgür) çeteleri aracılığıyla 1910'da Trakya ve Batı Anadolu'da, Bulgarları ve Rumları sürekli biçimde gözaltına alarak işkence ederek tehdit, şantaj, hırsızlık, öldürme, yağmalama, linç ve katliam tehdidiyle göçe zorlamlarıyla başlamıştır.
1913 yılından itibaren bu yönteme bir de Yunan, Bulgar ve Sırp devletleriyle yapılan anlaşmalarla karşılıklı sürgün (mübadele) eklenmiştir.
Teşkilatı Mahsusa çetesinin üyesi Celal Bayar, anılarında bu yöntemlerle bir buçuk milyon Hristiyan'ın kovulmasında oynadığı rolden dolayı kendine övünç payesi çıkarmaktadır.
Bu saldırganlık, 1913'te daha sistematik hale getirilerek devam ettirilmiştir.
Bu iki soykırım 'provası' arasında devrimci yükseliş ve 1908 Devrimi dönemleri diyebileceğimiz bir 'mola' dönemi yaşanmıştır.
Balkan savaşları daha bitmeden 1913 Ocak'ında "Babıali baskını" denilen darbe ile Osmanlı yönetiminin Talat, Enver ve Cemal Paşaların tekeline girmesiyle dengeler değişti.
Bu yönetim topyekün yok etme de (soykırım) dahil olmak üzere her yola başvurmayla Hristiyan halklardan kurtulmakta kararlıdır.
Artık soykırım için fırsat kollanmaktadır.
Çok geçmeden emperyalist paylaşım savaşı patlak verince aradıkları "fırsat"ı yakalamış oldular. "Tehcir" ise soykırımı yapmanın aracı ve örtüsü oldu.
OSMANLICILIĞIN İFLASI VE
PANTÜRKİZM (TURAN) YÖNELİMİ
Balkan savaşı yenilgisi, Osmanlı devleti ve ittihatçılar kadar Ermeniler başta olmak üzere Osmanlı devlet sınırları içindeki ezilen ulusları ve halkları için de yeni bir dönemeç noktasıdır.
Osmanlı işgal altında tuttuğu ülkeleri, ya ulusal bağımsızlık mücadeleleri ya da emperyalist işgal ve dayatmalarda teker teker kaybetmeye devam etmektedir.
1911'de Trablusgarp'a İtalya'nın dayatttığı savaştan yenilgiyle çıkan Osmanlı Afrika'dan atılır.
Sıranın Balkanlar ve Ortadoğu'ya geldiği ortadadır.
Osmanlı İmparatorluğu Balkan Savaşlarıyla Avrupa'daki topraklarını tamamına yakınını kaybeder.
Elde bir tek Doğu Trakya kalır.
Sadece Hristiyan uluslar değil; Boşnaklar, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman uluslar da bağımsızlık kervanına katılmışlardır.
Makedonya, Arnavutluk ve Batı Trakya'nın kaybı Osmanlı'yı ve ittihatçı yönetimi derinden etkiler.
Çünkü bu bölge imparatorluğun kalbi kabul edilir.
Osmanlının beş yüz yıllık bir geçmişi vardır bu topraklarda.
İktisadi gelişmişlik ve ticaret bakımından da en önemli bölgedir.
Modern düşünce ve politikanın da merkezi olduğu için, Osmanlı yöneticilerinin çoğu burada doğup büyümüştür.
Selanik, ittihatçıların ikinci kuruluşu sayılan 1906'dan beri en önemli merkezleridir.
Toplantılarını yaptıkları, güç toplandıkları ve 1909 Nisan'ında İstanbul'daki karşı devrimci ayaklanma sonrası kaçıp sığındıkları ve karşı saldırıya hazırlandıkları karargahlardır.
1978'de olduğu gibi Balkanlardan İstanbul'a ve Batı Anadolu'ya büyük Müslüman göçü başladı.
Bu göç sürecinde kolera ve tifo salgınında muhacirlerin ölüm oranı oldukça yüksekti.
Kısa sürede yeme, içme, barınma ve sağlık sorunları çözülmedi, yıllarca baraka tipi yerlerde sersefil yaşadılar.
Bu insani trajediyi yaşayanlar ve tanık olanlarda bilinç geriliği, çarpık önyargılar ve ittihatçı yöneticiler başta olmak üzere egemenlerin propagandaları sonucu Hristiyanlara karşı düşmanca duygular besleme gelişip yaygınlaştı.
El attıkları her bölgenin teker teker elden çıkması ittihatçıları şaşkınlığa ve çaresizliğe sürükledi.
"İttihat ve Terakki, artık yaralı bir hayvandır; acılı ve saldırgan...
Müslüman kardeşleri bile onu arkasından "hançerler"ken diğerleri durur mu?
Bu yüzden İttihat ve Terakki dümeni hızla Pantürkizme doğru çevirir.
Ancak bir yandan da Panislamizmi elden bırakmaz.
Geniş Arap Ortadoğu toprakları Osmanlı mülkünde kalmaya devam etmektedir.
İmparatorluk hala halifeliği elinde tutmaktadır.
Ancak ittihatçı kadronun çıkış programı 'Turan İmparatorluğu' hedefi olarak giderek belirginleşir.
"Bu iki 'tarz-ı siyaset' bakımından da Ermeniler dışlanan bir pozisyondadırlar.
Ne Türk ne de Müslüman olan Ermenilere karşı ittihatçıları, Anadolu'nun Müslüman halklarını kışkırtırlar."
Gündeme getirilip yer yer tartışılan, ısıtılıp ısıtılıp yeniden servis edilen bir konu da Balkan Savaş'nda Ermenilerin özellikle de Hınçak ve Taşnak militanı ve taraftarlarının ordudan firarları ve Sırp ve Bulgar saflarına katılmalarıdır.
Birincisi bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.
Kendisi de ulusal demokratik bir mücadele veren bir ezilen ulus olan Ermenilerin aynı durumda olan başka uluslarla empati kurmasından daha doğru ne olabilir ki?
Kaldı ki "...Cepheden kaçanların büyük bir bölümü Türk askerleriydi.
Öyle ki Şevket Süreyya, Kırklareli kaybedildiğinde 'Türk piyadesinin kaçışı, Bulgar süvarisinin ilerleyişinden dahi hızlıydı!' diye yazacaktı."
Asker fırarları Ermenilere has bir olgu değildi.
Öncesini bir kenara bırakırsak, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı neredeyse sürekli bir savaş halindedir.
Bitmeyen savaşlar, Türk ve Müslüman halklar üzerinde de bezdirici bir etki yaratmıştı.
Birçok aile bu yüzden dağılmış, neredeyse her aileden en az bir kişi savaşta hayatını kaybetmemiştir.
En az dört-beş yıl süren zorunlu askerlik kimi durumlarda yirmi yıla kadar uzamaktadır.
Yemen türküsünde belirtildiği gibi gidenin geri gelmediği bir dönemdir.
Osmanlı'da tam bir savaş yorgunluğu hakimdir.
Anadolu ve Rumeli dağları asker kaçaklarıyla dolup taşmaktadır.
Kaldı ki madalyonun bir başka yüzü vardır.
Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Balkan Savaşı'nda Ermenileri cesareti ve özverisiyle övmüştür.
Irkçı-şoven propagandanın aksine, sonradan Çanakkale Savaşı'nda da madalya alan Ermenilerin varlığı bilinmektedir.
Bir ikili durumda bahsedebiliriz.
1908 devriminden sonra Hristiyanların da askere alınmaları kararı, Ermenilerde eşit yurttaşlar olma hakkının bir gereği olarak olumlayan bir damarın yanı sıra ilk andan itibaren Osmanlı saflarında asker olmayı kabullenemeyen, bin bir yolla askere gitmemeye çalışan bir damar da vardı.
Ermeniler söz konusu olduğunda bu özgünlüğü ve yarılmayı göz önünde bulundurarak değerlendirmekte yarar var.
Bu yarılma, uluslaşma sürecinin henüz tamamlanmasıyla izah edilebilinir.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı'da iktidar klikleri arasındaki mücadele de yeni bir düzeye sıçradı.
İttihatçılar, iktidarlarını 1908'den beri Meclis-i Mebusu'ndaki çoğunluğu ellerinde bulundurmalarındanve ordudaki rütbelilerin içindeki ağırlıkları sayesinde koruyabiliyorlardı.
Yıllar içinde orduda Abdülhamit yanlılarını temizliyebilmişlerdi.
Ancak meclis çoğunluğu garanti değildi.
Şiddetlenen muhalefet, ittihatçıların iktidarını sarsıyordu.
Bunun üzerine meclis çoğunluğunu koruyabilmek için 'Sopalı Seçim' olarak anılan 1912 seçimlerinde her türlü zorbalık, baskı, şantaj ve şiddetle mecliste ezici bir üstünlük sağladılar.
1913 başında da Enver Paşa'nın başında bulunduğu yüz kadar subay ve çeteci Babıali'ye baskın yaparak, Kamil Paşa hükümetini devirdiler.
Böylece ittihatçılar, iktidar tekellerini güçlendirirken iktidarın karekteri de yarı askeri nitelik kazandı.
Balkan yenilgisiyle iç içe gelişen bu süreç, Osmanlı için yeni bir dönemeçti.
Bu yarı askeri karakter cumhuriyet dönemine de taşınarak tek parti diktatörlüğünden günümüze iktidarın değişmez niteliklerinden biri haline gelecektir.
İttihatçılar iktidarlarını güçlendirerek sıkıyönetim ilan ettiler.
İstanbul Muhafızlığı Hafiye Teşkilatı'na dönüştürüldü.
Muhalifler hapsedildi ya da idama gönderildi.
Diş geçiremediklerini de yurtdışına sürgün ettiler.
ANADOLU VE MEZOPOTAMYA'NIN HOMOJENLEŞTİRİLMESİ PROJESİ
İttihatçılar, iktidarlarını güçlendirdikten sonra ezilen Hristiyan uluslardan Balkanların intikamını almaya yöneldi.
1910-'11 yıllarında Bulgarlar ve Rumlar şahsında Rumeli ve Batı Anadolu'daki Hristiyanlardan kurtulma yöntemi üzerinden İttihatçılar içinde bir fikir ayrılığı oluşur.
Bir kısmı tüm Bulgarları katletmeyi savunurken, diğer bir kesim katliamları sınırlı tutmayı ve esas olarak her türlü baskı ile göç ettirme yöntemini savunurlar.
Sonuçta katliamları sınırlı tutup baskı ve zorbalıkla göçe zorlamakta karar kılınır.
Makedonya ve Trakya'da yaşayan Bulgarlara dönük saldırıların amacı, yıldırıp Bulgaristan'a göçe zorlamaktı.
Bu yolla Bulgar nüfusunu seyreltip Bulgar devletinin Makedonya ve Doğu Trakya'ya kadar sınırlarını genişletmesinin önüne geçebilmeyi tasarlıyorlardı.
Benzer amaçlarla ve aynı biçimde Ege'nin Rumlarına saldırdılar.
Rumlara yönelik saldırıların Balkan savaşlarından önceki asıl amacı servet transferiydi.
İTC yöneticisi Kara Kemal bu amacı "Avrupa'da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanıyorlar.
Güç anlarında güvenecekelri toplumsal desteğe sahiptirler.
Biz, hangi sınıfa dayanacağız.(...) Böyle güçlü bir sınıf Türkiye'de var mı?
Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım?" şeklinde özetlemişti.
İttihatçıların mirasını devralan Mustafa Kemal de bir konuşmasında "milyonerler yaratmalıyız" diyerek aynı amaca işaret etmişti.
"Milli İktisat" yaratma amacıyla zorla Rumların mallarına ve mülklerine el koyma saldırısı Balkan Savaşı'ndan sonra daha da sistematik hale geldi, soykırım döneminde ise doruğa ulaşacaktı.
Bu uygulamalar Kemalist iktidar dönemine de taşınacak, yağmalanan Ermeni ve Rumların mülkleri hiçbir zaman iade edilmeyecekti.
Cumhuriyet döneminde yasal/yasadışı her yolla gayrimüslimlere karşı sürdürülecek; 1934'te Trakya olayları, 1942'de Varlık Vergisi ve 1955'te 6-7 Eylül olaylarıyla katliamlar, eşliğinde bu politika uygulanmaya devam edecekti.
Balkan savaşlarından sonra ise İttihat ve Terakki tamamen saldırgan bir pozisyona geçmiş, her türlü ölçüsüzce saldırıyı kural haline getirmişti.
Çekindikleri tek şey uluslararası baskı ve topyekün bir direnişti.
Her ikisini de devre dışı bırakacak her türlü hile oyun ve taktik ittihatçıların uzmanlık alanıydı.
Ezilen ulusların ve halkların mücadele birliğini örgütleyecek bir önderliğin olmaması ittihatçıların işini kolaylaştıracaktı.
Madem Osmancılık iflas etmişti Panislamcılık da istenilen sonucu vermemişti, o zaman Türkçülüğe ağırlık verip Turan'a uzanılmalıydı.
Müslüman ulusların Türkçülüğe asimile edebileceği düşünülüyordu.
Ama Hristiyan ulusların artık asimile edilmeleri mümkün görünmüyordu.
O zaman Hristiyanlardan kurtulunmalıydı.
Şimdi sıra, Doğu Trakya'daki Bulgarlarla birlikte Batı Anadolu'daki Rumları da kaçırmaya gelmişti.
Ermenilere sıra sonra gelecekti.
Pozitivist ilerlemecilik bu kadar kaba formüllerle her yönüyle insanlık dışı içeriğe dönüşmüştü.
Anadolu'yu bütün Hristiyan halkları kökünden söküp atarak homojenleştirme politikası netleşmişti.
Plan dahilinde adım adım hayata geçiriliyordu.
Bulgarların ve Rumların gönderilecekleri devletler vardı.
Oysa Ermenilerin gönderilecek bir devletleri yoktu.
O yüzden onlar için başka bir yol bulmak gerekiyordu.
Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe, anılarında planı en yalın biçimde şöyle özetlemişti.
"Talat Bey, Balkan harbindeki hıyanetleri teberruz eden anasırdan (unsurlardan) memleketi temizlemeyi ön safha almıştı.
İstanbul Muhades ile Edirne, Kırkkilise (Kırıkkale) ve civarındaki Bulgarlar Bulgaristan'a sevk edilmişti.
Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti.
Zira, yeni harbi doğurabilirdi.
Alınan tedbir şu oldu: Valiler ve diğer memurlar resmen işe müdahale eder görünmeyecek.
Bir vak'a ihdas edilmeyecek, yalnız Rumlar ürkütülecek.
Balkan harbindeki ihanetlerinin tepkisiyle maneviyatı bozulmuş Rum halkı gitme üzerine ayaklandı.
Bunlardan sonra aynı tarzda İzmir, Bergama, Dikili ve Menemen Rumları da ayaklandılar.
İzmir'in civarında 200.000'e yakın Rum Yunanistan'a gitti."
"Ürkütme'nin yolu da katliam, işkence, yağmalama, malını ve barkını yakma, hırsızlık, tecavüz ve akla gelebilecek her türlü kirli çeteci faaliyettir.
Kuşçubaşı Eşref'in yönetimindeki çeteler, Rum köylerine baskınlara başladılar.
24 Haziran 1914 tarihli bir belgeye göre o güne  kadar İzmir ve çevresinde katledilen Rum sayısı 500-600 civarındadır.
Bu kıyıcılık, baskı ve zorluk karşısında Rumlar Yunanistan'a göçe başlarlar.
Emperyalist savaş başlamadan önce 200 bine yakın Rum, göç etmek zorunda kalıyor.
Eğer bölgesindeki Teşkilatı Mahsusa çetelerin başı Celal Bayar anılarında bu bölgenin  toplamda bir buçuk milyon gayrimüslimden temizlendiğini belirtmektedir.
Değişik kaynaklar bu rakamın yarısının Yunanista^'a ya da dünyanın değişik yerlerine göç etmek zorunda kaldığını, diğer yarısının bir biçimde katledildiğini belirtmektedirler.
Gayrimüslimleri Anadolu ve Trakya'dan kovmanın bir diğer yolu da devletler eliyle nüfusunun karışıklı sürgün edilmesidir.
1912-'13-'14 yıllarında Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan'da birden çok karşılıklı sürgün (mübadele) anlaşması yapıldı.
Her seferinde on binlerce gayrimüslime karşı aynı oranda Türk ve Müslüman karşılıklı sürgün edildi.
Karşılıklı sürgünler daha az trajik değildi.
Yüz binlerce insan doğduğu, bütüdüğü toprakları terk etmek zorunda kaldı, malını, mülkünü ve bütün yaşanmışlıkları geride bırakıp gittiği yerde sıfırdan yeni bir hayat kurmak zorunda kaldı.
Bu politika büyük bir travma yaratmıştır, öyle ki kimi etkileri günümüze kadar sürmektedir.
SOYKIRIMA DOĞRU
Batı Anadolu ve Doğu Trakya'da Rumların zorla göçe zorlanması belli bir başarı sağlar.
Gerek emperyalist devletlerden gerekse Yunanistan'dan, Osmanlı'yı bu politikadan vazgeçirecek caydırıcı bir tepki gelmez.
Emperyalist güçler arası rekabet çok keskinleşmiş ve kritik dengeler oluşmuştur.
Şimdilik kimse bu dengeleri bozacak taraf olmak istemiyor.
İttihatçılar 1913'te Ermenileri Der Zor Çölü'ne 'tehcir' etme kararı alırlar.
Bu kararın anlamı en başından beri topyekün bir katliamdır.
Zira Talat Paşa, Der Zor ile ilgili araştırma yaptırarak "bu çölde yaşama imkanı yoktur" sözü üzerine Ermenileri oraya sürmeyi planlamıştır.
Öncesinden katledilmeseler bile Der Zor'da zamanla yok olacakları düşünülmüş olmalı.
Her halükarda bu bir topyekün yok etme soykırım kararıdır.
Ancak insanın yaşama azmini, gücünü ve Ermenilerin zanaatçılıklarını, üretkinliklerini yeterince hesaba katmamışlardı.
Nitekim soykırımın başlamasından bir yıl sonra Der Zor'a ulaşmayı başarmış Ermenilerin yeni bir yaşam kurdukları, bölgeyi zanaatçılığın ve ticaretin merkezi haline getirdikleri görülünce yeni bir katliam saldırısı başlatılıyor.
Yüz binlerce Ermeni daha yaşamını yitiriyor bu çölde.
İttihatçılar soykırım hazırlıkları yaparken, Ermeniler de yeniden tırmanışa geçen devletin zorbalığı ve baskısı karşısında 1912'nin sonlarından itibaren özerklik talebini yükseltirler.
Rusya'nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp 8 Şubat 1914'te Yeşilköy Anlaşması'yla Osmanlı hükümetine kabul ettirilir.
Ermenilerin yoğun olduğu altı doğu ili, iki yönetim bölgesine ayrılır ve yönetmek üzere iki vali atanır.
Norveçli müfettiş Haff ve Hollandalı Westenen, Ağustos 1914'te yönetimi devralmak için gelirler.
Bu anlaşma, tıpkı öncekilerde olduğu gibi Türk burjuva-feodal egemenleri ve sözcüleri ittihatçıları daha da kışkırtır.
Berlin Anlaşması'ndan sonra Abdülhamid'in misillemesi 1894-'96 katliamlarıdır.
1908 Devrimi'nden sonra Adana katliamı gelir.
1914 Yeşilköy Anlaşması'nın misillemesi de soykırımın olacaktır.
Osmanlı yönetimi, Alman emperyalizmiyle birlikte savaşa girmek için hazırlık yapmaktadır.
"6 Ağustos 1914 günü Türk-Alman anlaşması imzalanır.
Alman Büyükelçi Wangeheim, İTF Hükümetine verdiği notada şöyle diyordu: "Eğer Osmanlı hükümeti sorumluluklarına sadık kalarak üçlü ittifak'a karşı harbe girerse Almanya ona şu avantajları sağlar."
İmzalanan anlaşmanın 6 maddesinden biri de şöyleydi: "Almanya, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu sınırlarının Rusya'da yaşayan Müslüman nüfusla Türkiye'nin direk teması sağlanacak şekilde düzenlenmesini şart koşacaktır."
"Osmanlı hükümeti savaşa girdiğinde artık Ermeniler köşeye sıkışmış ve neredeyse gidecek yeri kalmamıştır.
Türk milliyetçiliğinin Batılı büyük devletlere duyulan kin başta gelmek üzere, tüm nefretini kusacağı bir kesim olarak topun ağzındadır."
Eğer Osmanlı savaştan yenilgiyle çıkarsa, soykırım altı doğu ilinde bağımsız Ermenistan'ın kurulmasının engellenmesinin tedbiri olarak görülmüştür.
16 Aralık'ta Yeşilköy Anlaşması iptal edilerek özerk Ermenistan yönetimi için gelen valiler anlaşmaları feshederek memleketlerine geri gönderilirler.
Artık soykırım planı yürürlüktedir.
Ermenilerin gönderilebilecekleri bir dış ülke yoktu.
Osmanlı devlet sınırları içerisinde nereye sürgün ediseler ileride orada 'sorun' olacaklardır.
Onları topyekün yok etmek ya da önemsiz bir azınlık düzeyine indirmek gerekiyordu.
Bunun için uygun uluslararası koşullar gerekliydi.
Uygun 'fırsat'ı emperyalist paylaşım savaşı yarattı.
İttihatçılar, Türk ulusunu bu yolla yaratacaklarına ikna olmuşlardı.
ALMAN EMPERYALİZMİNİN YOLU
Ermeni soykırım projesi Türk-Alman ortak yapımıdır.
İttihatçılar egemen bir ulus olarak kalabilmek için Anadolu ve Mezopotamya'da Türk olmayanların oranını %25'in altına indirmek fikrini Alman generallerden almışlardı.
Alman devlet yöneticileri, 1913 yılında Ermeni meselesi ile ilgili tartışmalar yürüttüler.
Aralarında Ermenileri kazanacak bir strateji izlemek gerektiğini savunanlar var.
Bunun için Ermeni reformlarını  sahiplenmeleri  gerekiyor, bunu yaptıklarında da Osmanlı ile yönetimiyle karşı karşıya gelecekelr.
Osmanlı ile Ermeniler arasında tercih yapmaları gerekiyor.
Burada, tercihlerini Osmanlı'dan yana yapıyorlar.
Zira Osmanlı, Alman emperyalizminin yarı sömürgesidir.
Alman devleti ile birkaç yıl içinde Ortadoğu ve Kafkasya'yı sömürgeleştirme planları yapmaktadır.
Bunun için Osmanlı devleti uygun bir araçtır.
En azından rakiplerini alt edip sömürgeci işgali tamamlayana kadar Osmanlı'yla iyi geçinmek zorundalar.
Diğer yandan, Ortadoğu için İngiltere ile Kafkasya için Rusya ile rekabet halindeydi.
İngiltere ve Rusya ile ilişkileri olan Ermenilerin ülkesi Ermenistan, hem Ortadoğu hem de Kafkasya'ya köprü durumda.
Ermenilerin İngiltere ve Rusya ile ilişkileri ileride Almanya'nın emperyalist planlarını bızabilirdi.
Bu koşulda Ermenileri kısa sürede kazanmak mümkün olmadığına göre onlardan kurtulmak Alman emperyalizminin de çıkarınaydı.
Almanlar soykırıma doğrudan iştirak etmeseler de suç ortaklığı yaparak destek sağladılar.
Ayrıca, Ermeni kiliselerden, evlerinden, işyerlerinden cam başta olmak üzere toplananmateller eritilerek Almanya'ya yollanıyordu.
Bunlar silah yapımında kullanılıyordu.
Alman yöneticilerinin önemli bir kısmı bu metallerin kaynağını çok iyi biliyorlardı.
Yine de seslerini çıkarmıyorlardı.
İttihatçılar için Ermenilerden kurtulmanın şartları oluşmuştu.
Emperyalist savaş bunun için en uygun 'fırsat'tır.
İttihat'ın İcra Komitesi üyesi Bahaeddin Şakir, bu fırsatı "savaştayız" diyerek şöyle devam eder: "Avrupa büyük devletlerinin müdahale etmesi gibi bir korku yoktur, dünya basını da protesto sesini yükseltemez.
Protesto etse bile hiç bir sonuç vermez, ileride sorun bir oldu bitti haline gelir." Savaş hızla dünyaya yayılırken, Anadolu ve Mezopotamya halklarının üzerine de kara bulutlar çökmeye başladı.
Soykırım Ermeni, Süryani, Keldani ve Rumlar için nasıl ki büyük bir felaket ve trajedi getirdiyse; Türk, Kürt, Çerkes ve Müslüman halklar için de bu büyük suçun sanığı yapmasa da sorumlusu yaptı.
Toplumumuzda ırkçı şoven yabancılaşma güçlü kökler saldı.
Ermeni soykırımını inceledikçe bunun evrimini izlemek mümkün.

DİPNOTLAR
1 - Talat Göçmen, Kanlı Bir Miras Öyküsü ya da Ermeni Soykırımı, T. Doğrultu sayı 21
2 - Ayşe Hür, Öteki Tarih, 1. cilt sayfa 179
3 - Aktaran Ayşe Hür, age sayfa 189
4 - Aktaran Talat Göçmen, age
5 - G. Lazyan'dan aktaran Prof Dr. Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı s. 78
6 - Işık Kutlu, Ermeni Sorunu Üzerine, T. Doğrultusu sayı 26

SOYKIRIM NASIL VE NEDEN BAŞLADI VE RESMİ TARİHİN YALANLARI
ŞUBAT 1915'TE İTTİHAT ÖNDERLİĞİ, HEM KAFKAS CEPHESİNDE ÇETECİ FAALİYETİ YOĞUNLAŞTIRMAK HEM DE ERMENİ SOYKIRIMI İÇİN HAZIRLIK YAPMAK VE KİMİ ÖN ADIMLARINI ATMAK AMACIYLA TEŞKİLATI MAHSUSA'YI (ÖZEL ÖRGÜT) YENİDEN ORGANİZE ETMEK İÇİN ÇEŞİTLİ KARARLAR ALDI VE PLANLAR YAPTI. "ÜÇLÜ İCRA KOMİTESİ" ADINDA ÖZEL BİR KOMİSYON KURULARAK TEŞKİLATI MAHSUSA'NIN BAŞINA GEÇİRİLDİ. TEŞKİLATI MAHSUSA'NIN ÇETELERİ, NİSAN'A KADAR ESAS OLARAK KAFKASYA VE VAN GÖLÜ ÇEVRESİNDE KULLANILDI. KAFKAS YENİLGİSİNDEN SONRA İTTİHATÇILARIN BİRİNCİ HEDEFİ ERMENİLERİN TASFİYESİ OLDU. TEŞKİLATI MAHSUSA'NIN DA ASIL İŞİ ERMENİ KATLİAMLARI OLDU.
Emperyalist payalaşım savaşına Osmanlı devleti daha fiilen girmeden, 3 Ağustos 1994'te seferberlik ilan etti.
Seferberlik özellikle Ermeni halkı derinden etkilendi.
Önce 20-45 yaş aralığı erkekler askere alındı.
Sonra askerlik yaş limiti 15'e indirildi, son olarak da askeri donanımın nakledilmesi ve yüklemesinde çalıştırılmak üzere 45 ile 60 yaş grubunda olanlar toplandı.
1915 Mart sonuna kadar Ermeniler de ön cephede savaşlara katılıyorlardı.
Çanakkale ve Sarıkamış cepheleri başta olmak üzere hemen her cephede yer aldıkları biliniyor.
Bazı kaynaklara göre Sarıkamış'ta donarak ölen askerlerin 10-15 bininin Ermeni olduğu belirtiliyor.
1915 Mart sonunda hükümetin Ermenilerin silahsızlandırılması kararı doğrultusunda Enver Paşa'nın talimatıyla ellerindeki silahlar toplanarak yaklaşık 300 bin Ermeni önce Amele Taburları'na kaydırıldılar; kademeli olarak da katledildiler.
Henüz askere alınmamışlar ve asker kaçakları ise köy köy, kasaba kasaba yapılan baskınlarla toplanıyor ve genellikle yerleşim yerlerinden çıkarıldıktan hemen sonra katlediliyordu.
Yozgatlı soykırım tanığı Vernioka Berberyan (Doğum 1907) yaşadıklarını  şöyle anlatıyor: "Akşama doğru bütün erkekleri Osmanlı ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri diğerlerinden ayırmışlar... Ertesi gün (Değirmenci Artin Ağa) değirmenin yanında bir sürü insan kafası, ayak ve eller görmüş."
Askere gitmemek için aylarca direnenler de olur.
Bunlardan biri Diyarbekir'de 2 bin Ermeni gencin silah kuşanıp beş ay boyunca evlerinin damlarında direnmesi, diğeri de Zeytun'da 300 gencin Manastır'a girip aylarca direnmesidir.
Benzer örneklerin daha çok yaşanmış olduğunu düşünmemizin pek çok yaşanmış olduğunu düşünmemizin pek çok nedeni var.
Osmanlı savaşa girince seferberliğin kapsamı daha da genişletildi.
Ordunun ikmali ve iaşe kategorisine giren hemen hemen her şey toplanıyordu.
El koymalarda Ermeniler özel olarak hedef alınıyordu.
Yanı sıra, devlet görevlilerinin ve askerlerin bu işleri yaparken Ermenilere karşı kışkırtıcı, onur kırıcı aşağılayıcı davranışları eksik olmuyordu.
Palulu soykırım tanığı Hazakhan Torosyan (Doğum 1902) aramaların nasıl yapıldığını şöyle anlatıyordu.
"Şehirde aramalar başladı; sözde silah arıyorlarda; para bulduklarında kendilerinin oluyordu, soğan ayıklamak için kullanılan bıçağı bile topladılar.
Sialahlarını teslim etmeyenlerin tırnaklarını çekiyorlardı; dövüyor ya da silah satın almak için para istiyorlardı."
Askere gitmeyi reddedenlerin ve malının mülkünün yağlanmasına karşı çıkanların yer yer sergiledikleri direnişler, Osmanlı yönetimini daha da saldırgan hale getirmişti.
11 Kasım 1914'te, cihad ilan edilerek savaşa kutsal bir görünüm verilmeye çalışıldı.
Osmanlı savaşa dahil olurken Anadolu'nun birçok yerinde Ermenilerin toptan sürgün edilecekelri ya da yok edilecekleri söylentileri dolaşıyordu.
Daha Ocak 1914'te Rus basınında Alman ve Türk devletlerinin Ermeni sürgünü planında anlaştıkları yazılıyordu.
"Türk gazetelerinden İktam, 17 Ocak 1914 tarihli sayısında 'Golos Moskoy'daki haberi beceriksizce yalanlamayı deniyordu."
Benzer söylentileri okuyup kayda geçiren birçok tanık var.
Bu veriler, soykırımın çok öncesinden planlandığının farklı kanıtlarıdır.
İTTİHATÇILARIN JİTEM'İ TEŞKİLATI MAHSUSA'NIN
DEVREYE SOKULMASI
Şubat 1915'te İttihat önderliği, hem Kafkas cephesinde çeteci faaliyeti yoğunlaştırmak hem de Ermeni soykırımı için hazırlık yapmak ve kimi ön adımlarını atmak amacıyla Teşkilatı Mahsusa'yı (Özel Örgüt) yeniden organize etmek için çeşitli kararlar aldı ve planlar yaptı.
"Üçlü İcra Komitesi" adında özel bir komisyon kurularak Teşkilatı Mahsusa'nın başına geçirildi.
Çetelerin amacını ve çalışma tarzını belirledi.
Komisyonda, Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım, Mithat Şükrü yer aldı.
Teşkilatı Mahsusa'ya katmak için hapishanelerden, özel bir afla 30 bin hırsız, katil ve tecavüzcü salıverildi.
Abdullah Çatlı ve Haluk Kırca gibi faşist katillerin hapishanelerinden kaçırılarak 1980'lerde ASALA'ya karşı kullanılmasında da benzer bir yol izlendiği göze çarpıyor.
Keza JİTEM'in itirafçılardan oluşturulması da bu gelenekten geliyor olmalı.
Teşkilatı Mahsusa'nın çeteleri, Nisan'a kadar esas olarak Kafkasya ve Van gölü çevresinde kullanıldı.
Bu dönem Ermenilerin tasfiyesi ittihatçıların öncelikli hedefi değildi, en fazlasından ikinci ya da üçüncü hedefleri arasındaydı.
Kafkas yenilgisinden sonra ise İĞttihatçıların birinci hedefi Ermenilerin tasfiyesi oldu.
Dolayısıyla Teşkilatı Mahsusa'nın da asıl işi Ermeni katliamları oldu.
Öncesinden İttihatçılar içinde siyasi cinayetler işleyen provokasyonlar yapan küçük bir ekip olarak ortaya çıktı.
1910-'11'den itibaren de Trakya ve Batı Anadolu'da Bulgar ve Rumlara karşı çeteci saldırılarda bulunan örgüt 1913'den sonra kendilerini fedai ya da komiteci olarak adlandırıken, bu tarihten sonra Teşkilatı Mahsusa olarak adlandırılmaya başlarlar.
1914 yılında resmi statü kazanarak bahaeddin Şakir tarafından yönetilmeye başlandı.
Üniformalı kontracı özel bir birliktir artık.
Teşkilatı Mahsusa'nın çeteci geleneği Kemalist iktidara aktarılacak günümüze kadar kontrgerilla JİTEM, MİT; Hizbullah vb. adlarla yaşatılıyor.
Nerede ilerici halktan yana bir gelişme olsa orada devletin bu çeteler aracılığıyla  gayri resmi ya da resmi saldırıları eksik olmaz.
ZEYTUN DİRENİŞİ VAN AYAKLANMASI VE
İLK SÜRGÜNLER
Ermenilere dönük genel sürgün ve katliamlar 24 Nisan 1915'te başlasa da, işkence lokal tutuklamalar, sürgünler ve katliamlar Şubat 1915'ten itibaren ivme kazanmaya başladı.
Van ayaklanması ve Zeytun direnişi, resmi Türk tarihçileri tarafından "tehcir"in gerekçelerinden biri olarak öne sürülüyor.
Zeytun 300 kişilik direnişçi ile 'ayaklanma' yapıyorlar, Van ayaklanmasından önceki devlet saldırganlığını ve katliamlarını da görmemezlikten geliyorlar.
Zeytun'daki olaylar, Şubat ayında 20-25 kişinin askere gitmek istememesiyle başlamıştır.
Askere gitmek istemeyen gençler, Aziz Astavatsatsin (Tekye) Manasırı'na sığındı, onlara destek verenlerle sayıları 300'e ulaşarak, direnmeye başladılar.
Osmanlı yerel yöneticileri orantısız bir askeri yığınakla direnişi kırmaya çalıştır.
İkisi, dağ topu 6 bin askerle 25 Mart'ta manastırdaki direnişçilere saldırdı.
Sabahtan akşama kadar süren çatışmalarda Ermeni direnişçiler 37 ölü 100 kadar yaralı, askerlerde ise biri binbaşı olmak üzere 8 ölü 26 yaralı verildi.
Olayın ayaklanmaların uzaktan yakından bir alakası yoktur.
Aksine Ermeni önde gelenleri araya girerek, olayın daha fazla kayıp vermeden sonuçlanmasını sağlamışlardır.
Halrp valisi Celal Bey, olayların büyümesinde Maraş mutasarrıfının kışkırtıcı davranışlarının rol oynadığını belirtmiştir.
Hükümet Dörtyol'da bazı Ermeni gençlerin İngilizlerle yazışmalarını ele geçirmiş, bu veriyi Zeytun'daki asker kaçakçılarının direnişiyle birleştirerek, bunları İngiliz emperyalizminin denizden bölgeye çıkarma yapma ve eşgüdümlü bir Ermeni ayaklanması hazırlığı olarak değerlendirmiştir.
Önlem olarak da Zeytun Ermenilerini Konya ovasındaki Sultaniye ve Karapınar'a, Dörtyol Ermenilerini de Osmaniye, Ceyhan ve Adana'ya sürgün etmiştir.
Zeytun'lu Ermenilerin evlerine çok değil 20 Nisan'da Makedon muhacirlerin yerleştirilmesi, İttihatçıların bu planı çok önceden hazırladıklarının göstergesidir.
"İstanbul'daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinin Çankırı ve Ayaş'a doğru yoloa çıkarıldığı 24 Nisan günü, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa, Cemal Paşa'ya bir yazı göndererek, Zeytunluların Konya'ya sevklerinin güvenlik gerekçeleri nedeniyle artık mümkün olmayacağını, belirtmiş, yeni kafilelerin Urfa ve Halep'e yönlendirilmesini istemişti.
Çünkü İttihatçıların imparatorluğunun tüm Ermeni tebası için başka planları vardı."
Van'daki olaylar ise Cevdet Bey'in vali olarak atanmasının ardından başladı.
Cevdet bey öne çıkan bir Ermeni olan Taşnak lideri Işıkhan Bey'i görüşme bahanesiyle çağırarak, kurduğu pusuda öldürtür.
Bununla da yetinmeyerek iki çocuğunu diri diri kuyuya attırır.
Ardından da Kasap Taburu'nu Ermeni köylerine saldırtarak katliam ve yağmayı başlatır.
Katlimın tanığı Van Narek Köyü'nden Simbat Davti Davityan'ın (Doğum 1905) anlattıkları  tam bir vahşettir.
"Köylere girdiler.
Bizimkiler dağa çıktılar.
Kadınlar ve biz çocuklar köyde kaldık.
Onlar kilisenin kapısını kırarak içeri girdiler.
Süt emen erkek çocukları dahi kesme emri vardı.
25 erkek çocuk öldürdüler.
kızları toplayıpğ götürdüler.
Anneler çığlık atmaya başladı.
Avlunun kapısı açık kalmıştı.
Yaklaşık 20-30 erkek gördük; ayağı kesikleri içinde olan dayım da onların arasındaydı.
Onların hepsini manastırın ahırına doldurup üzerlerine gaz dökerek diri diri yaktılar."
Köylerde bunlar yaşanırken, Van'da Ermeni halkının öfkesi patlamaya hazır bir bombaya dönüşmüştü.
Bombanın fitilini ateşleyen ise 20 Nisan 1915'te bir askerin Ermeni kadını dövmesi, bunu gören Ermeni gençlerin de askere silahla cevap vermesi oldu.
Kentte çatışmalar yaşanırken, 24 Nisan'da İstanbul'da Ermeni toplumun önde gelen aydın, sanatçı ve politikacısı Ayaş ve Çankırı'ya sürgünleri başlar.
Bir dizi başkaca karar uygulanmaya konur.
Van daha Ermenilerin konrolüne geçmeden, ayaklanma daha bir kaç günlükken bu adımlar atılıyor.
Resmi tarihçilerin iddia ettiğinin aksine belli ki İttihat hükümeti bu planı çok önceden hazırlamıştı.
Van'daki katliam ve kışkırtmalar da bu planın parçasıydı.
Hesap etmedikleri şey Ermenilerin ayaklanmayla kentin kontrolünü ele geçirebilecekleri olgusu ve Rus ordusunun kısa süre içinde Van'a kadar ilerleyebileceğiydi.
"Rus istihbaratı, 15 Mart ve 3 Nisan 1915 tarihli Türkiye raporlarında, bütün  ülkede Ermenilere yönelik tutuklamalar yapıldığını, Erzurum, Dörtyol, Zeytun ve çevre bölgelerde sistematik katliamlar gerçekleştirildiğini, Van, Bitlis ve Muş'ta kanlı çarpışmaların cereyan ettiğini, Eğin'de (Kemaliye) ve bütün Ermenistan'da şiddet ve yağmalama olaylarıyla cinayetler olduğunu, iktisadi çöküntü yaşandığını ve genel bir kıyım gerçekleştirdiğini belirtmiştir.."
CEPHELERDE ALINAN YENİLGİLER
VE İTTİHATÇI YÖNETİCİLERİN MAZERETİ
"Ermenilere yönelik politikalarda önemli değişiklik, 1915 Mart ve Nisanaylarıyla birlikte gözlenir.
Bu değişiklikte Kafkaslar ve Van gölü civarındaki Teşkilatı Mahsusa yenilgiler, Sarıkamış bozgunu ile Çanakkale savaşı nedeniyle İstanbul'un her an düşme tehlikesiyle karşı karşıya olmasının etkin olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Özellikle Rusya cephesinde bir biri ardı sıra alınan yenilgilerden Rusya yanında savaşan Ermeni çeteleri sorumlu tutuldu.
İttihatçı yöneticiler "Ermeni eylemleri"ne onların gerçekten oynadığı rolün çok ötesinde bir anlam biçti ve bunu tüm ülke sathında Ermenilerin sürgün ve imha edilmesinin en önemli bir argüman olarak kullandı."
Döneminde sürgün ve katliamların gerekçelerinden biri olarak öne sürülen Rus ordusundaki Ermeni gönüllü klişesi bugün de resmi Türk tarihçileri tarafından sıklıkla kullanılmaktadır.
Oysa somut veriler aksini gösteriyor.
Rusya'nın teşvikiyle Kafkas Ermenilerin önderliğinde Avrupa, Amerika ve Anadolu'dan gelen bazı Ermenilerin katılımıyla savaş başlamadan Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmuştur.
Başlangıçta 2.500 gönüllüden oluşan birlik 1914 Ekim'inde tamamlandığında 7.000 rakamına ancak ulaşmıştı.
Bunların içindeki Anadolu Ermenilerin sayısı bir kaç yüz en fazlasından bini geçmiştir.
Çok açık ki bu rakamlar Kafkas cephesindeki yüz binlerce Osmanlı ordusunun yenilgisinin mazereti olarak gösterilmesi akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir durum değildir.
Trajikomik bir durumdur.
Oysa, Ermenilerin Kafkasya'ya/Batı Ermenistan'a kitlesel kaçışları ve Rus ordusuna kitlesel katılımları, katliamların başlamasından sonra olmuştur.
Aynı şekilde Erzurum, Bitlis ve Van hattında Ermenilerin posta yollarına saldırıları, karakol baskınları ve telgraf tellerinin kesilmesi gibi eylemler, Eremeni devrimcileri ve eşkiyaları tarafından önceden de yapılıyor olmasına rağmen esas olarak devletin baskıları ve katliamlardan sonra yaygınlık kazanmıştır.
Aksine, Ermeni devrimci önderleri katliam hazırlıkları göstere göstere yapılıyor olmasına rağmen yeterli politik uyanıklık göstermedikleri ve gerekli tedbirleri almadıkları için eleştirilmelidir.
Taşnak'ın savaş karşısında izlediği 'tarafsızlık politikası' katliamlar başladıktan sonra da bir süre politik kararsızlık ve bekleme şeklinde devam etmiştir.
Ermenilerin Kafkasya'ya geçmekte alıkoymuş, kaçıp kurtulma şansı heba edilmiştir.
İkinci katliam dalgası başladığında çoğu için iş işten geçmişti.
İttihatçılar savaşlarda üst üste aldıkları yenilgilerin nedenini kendi hata ve yetmezliklerinde görme yerine en kolay ve ucuz yolu seçtiler; başarısızlığı 'Ermenilerin ihanetine' bağlayıp, hem hata ve yetmezliklerin üstünü örttüler hem de Ermenilere karşı kin ve nefreti yayarak soykırıma meşru bir zemin yaratmaya çalıştılar.
Ermeni sürgünü ve katliamlarına doğu illerinden başlayarak yapılan bir savaş tedbiri olduğu görüntüsü vermeye çalıştılar.
Bu paslanmış gerekçe soykırım zihniyetini yaşatan devletin resmi burjuva tarihçilerin ve ırkçı faşist kesimlerin popüler argümanı olmaya devam ediyor.
Osmanlı devletinin Kafkas yenilgisi, Ermenilerin genel sürgün ve katliamlarını yoğunlaştırarak yaymanın zamanlamasını belirleyen önemli olgulardan biridir.
Kafkas yenilgisi iki temel sonuç doğurmuştur.
İlki; ittihatçılar, böyle giderse topraklarının bir bölümünü daha, Anadolu'nun doğusunu kaybedecekleri korkusuna kapılmışlardır.
İkincisi; Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin Kafkasya'da artık ciddi bir rol oynama imkanı kalmamıştır.
Bu çeteleri içte tamamen Ermeni katliam ve tasfiyelerinde kullanma imkanı ortaya çıkmıştır.
Mart sonunda çetelerin baş reisi Bahaeddin Şakir'in İstanbul'a gelmesiyle ittihat yönetimi Ermenilere karşı hareket planını güncellemiştir.
Nisan sonuna kadar Doğu illerinde katliam ve katliam girişimleri devam ettirilmiş, Ermenilerin refleksleri ölçülmüş neler yapabileceklerini görmüşlerdir.
Mart ve Nisan'da Van, Bitlis, Muş ve Şatakh'daki (çatak) katliam ve katliam girişimleri, soykırım için ön prova işlevi görmüştür.
Ermenilere dönük genel saldırıya geçmeden önce alınması gereken önlemler ve öncelikleri; bu sayede belirlemiş oldular.
1916 Şubat'ında Çankırı-Kayseri hattında yaklaşık 40 bin Ermeni'nin katledilmesinde rol oynamış Şükrü yüzbaşı nasıl düşündüklerini şöyle itiraf etmişti; "Zira, Ermenileri padihın yaptığı gibi katletmek isteseydik biz de çok kayıp verirdik...
Ermeniler kolay teslim olmazdı.
Sokaklara ve taş evlerine barikatlar kurup silahlarıyla direnirlerdi.
Nesela Şebinkarahisar ve Urfalı Ermeniler aylarca devleti uğraştırdı."
Yerleşim yerlerinde katliam yapmanın Ermenilere savunma imkanı verdiğini, Van'da olduğu gibi ayaklanan Ermeniler çatışmaları bütün kente yayılabilecekelrini bu durumda da Osmanlı'nın kayıplarının artacağını düşündüler.
O yüzden Osmanlının uzmanlık alanı olan sistematik hileleri devreye sokmaya karar verdiler.
'Tehcir' veya soysürüm hem katliamları örtmenin hem de Ermeni halkı aldatarak sadece geçici bir sürgünle karşı karşıya olduklarına inandırmanın bir aracıydı.
Bu planlar büyük bir iki yüzlülükle ve disiplinle uygulandı, birçok sürgün konvoyu katliamla karşı karşıya kalana kadar katledebileceklerine inanmadılar.
O yüzden de çoğunlukla bir savunma veya direniş imkanı yaratmak için uğraşmadılar.
Sürgün yolunda defalarca aramalardan geçirilen Ermeniler, katliam ve yağma anı gelip çattığında kendilerini savunacak bir bıçak bile üzerlerinde kalmıyordu.
Tarihçi yazar Ayşe Hür, tehcir öncesi atılan adımların maddeler halinde özetledi;
"1) Savaş vergisi, asker toplama ve asker kaçağı adı altında köylere sistematik baskılar yapılmıştır.
2) Teşkilat Mahsusa birlikleri Kafkas ve İran sınırlarına sızarak buralardaki Ermeni köylerinde katliamlar yapmıştı,
3) 1908'den itibaren kendi öz savunması için silah bulundurma hakkı olan Ermeni halkı silahsızlandırmaya başlanmıştı,
4) Bazı sorumlu bölgelerden idari ve askeri gerekçelerle sürgünler yapılmıştı."
DİPNOTLAR
1 - Prof. Dr. V. Svazlian, Ermeni Soykırımı, Belge yayınları
2 - Age.
3 - Hrant Dink, Sanat ve Hayat, sayı 27
4 - Ayşe Hür,
5 - Prof. Dr. V. Svazlian, Ermeni Soykırımı, Belge Yayınları
6 - Age.
7 - Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolmuştur, İletişim Yayınları
8 - Krikor Balakyan, Ermeni Golgotası, Belge Yayınları
9 - Ayşe Hür, Öteki Tarih 1, Profil Yayınları.
24 NİSAN 1915:
TOPYEKUN SÜRGÜN
VE KATLİAMIN STARTI
MART, NİSAN SALDIRI DENEYİMLERİYLE DONANMIŞ İTTİHAYÇI ÖNDERLİK SOYKIRIM SALDIRISININ İLK HAMLESİNDE DİRENİŞ POTANSİYELİNİ ORTADAN KALDIRMAYI HEDEFLEMİŞTİR. VAN, MUŞ, BİTLİS, SASUN VE ŞATAKH KATLİAM VE KATLİAM GİRİŞİMLERİNE KARŞI ERMENİLERİN SERGİLEDİKLERİ DİRENİŞ, İTTİHATÇI ÖNDERLİĞE GÖSTERMİŞTİR Kİ AYNI HATTAN YÜRÜNDÜĞÜNDE ERMENİ DİRENİŞİ ANADOLU'NUN DÖRT BİR YANINA YAYILACAKTIR.
1913'te kararlaştırılan Ermeni soykırımı, fırsatlar kollanarak iki yıllık hazırlıkları tamamlanmış, Mart, Nisan 1915'te de birkaç yerde lokal ön provaları ya da pilot uygulamaları diyebileceğimiz bir süreç yaşanmıştır.
Sıra, Anadolu ve Mezopotamya'da soykırım startını vermeye gelmişti.
24 Nisan'da İstanbul'da 220 aydının tutukalnarak Ayaş ve Çankırı'ya sürgün edilmeleri yeni aşamanın ilk adımıdır.
Bu aydınların 129'u katledilmiş, geride kalanları bir biçimde kurtulmayı başarmıştır.
Bu tutuklama ve aydın katliamıyla amaçlanan, Ermenileri önderliksiz bırakmaktı.
24 Nisan tutuklamaları ve sürgünüyle başlayan ve  akabindeki bir kaç gün içinde atılan adımlara baktığımızda Ermenilere karşı lokal ve tedrici saldırılardan topyekun bir saldırıya ve imhaya geçildiği anlaşılmaktadır.
O yüzden 24 Nisan yer yer vurgulandığı gibi sembolik bir gün değildir.
O gün atılan adımlar İstanbul'daki tutuklamalarla da sınırlı değildir.
Ortaya koyacağımız veriler de gösteriyor ki soykırım startı tam olarak 24 Nisan'da verilmiştir.
Şubat'ın sonlarından itibaren başlayan 24 Nisan'a kadar devam eden saldırılar sonrasıyla karşılaştırıldığında en fazlasından soykırım ön provası olarak adlandırılabilir.
Mart, Nisan saldırı deneyimleriyle donanmış ittihatçı önderlik soykırım saldırısının ilk hamlesinde direniş potansiyelini ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
Van, Muş, Bitlis, Sasun ve Şatakh katliam ve katliam girişimlerine karşı Ermenilerin sergiledikleri direniş, ittihatçı önderliğe göstermiştir ki aynı hattan yüründüğünde Ermeni direnişi Anadolu'nun dört bir yanına yayılacaktır ve bir iş savaşa dönüşme potansiyeli taşımaktadır.
En azından bu aşamada başka imkanları vardır, yoksa gerektiğinde halkları birbirine kırdırtmaktan çekinmeyeceklerdir.
24 Nisan'da İstanbul'daki Ermeni toplumunun aydın, yazar ve önderlerinin sürgün yapıldığı gün; Dahiliye Nazırı (içişleri bakanı) Talat Paşa tarafından bütün vilayet ve mutasarrıflıklara "Ermeni önde gelenleri"ne seyahat yasağı getirildiğini telgrafla bildirir.
Sonraki aylarda seyahat yasağının kapsamı genişletilerek; önce 17-55 yaş arası Ermeni erkekleri, 21 Ağustos'ta da tüm Ermenilere bulunduğu yeri terk etme yasağı getirildi.
Böylece, Ermeniler öndersiz kaldıkları gibi bölgeler arası iletişimleri de tamamen kesilmiştir.
Bu iletişimsizlik, Ermeni halkının yaşananları öğrenmesi, savunmaya geçmesi ya da direniş örgütlemelerini engellemiş, sürgünler ve katliamlar karşısında tam bir felç hali yaratmıştır.
Bir çok bölge, sıra kendilerine gelene kadar, devlet görevlerinin hğilelerine, yalan ve aldatmalarına kanmış, "tehcir"e boyun eğmiştir.
Sürgün konvoyları, yerleşim yerlerinden uzaklaştıklarında katledilmişlerdir.
Katliamı önceden haber alan ancak kıyımdan şans eseri kurtulmayı başaran tanıkların anlatımları sayesinde haberdar olmuşlardır.
24 Nisan'da tüm vilayet ve mutasarrıflıklara ulaştırılan bir talimat  da şüpheli görülen tüm Ermenilerin gözaltına alınıp tutuklanması olmuştur.
Keyfi tutuklamalar art arda gelmiştir.
24 Mayıs'a kadar 2.345 kişi tutukalnacaktır.
Bunların tamamına yakını hapishanelerde işkence altında ya da sürgün yollarında katledilmişlerdir.
Yine tüm Taşnak ve Hınçak örgütlerinin kapatılması, yöneticilerinin tutuklanarak oluşturulacak Divan-ı Harb-ı Örf-i İdare Mahkemelerine sevk edilmeleri talimatı da 24 Nisan'da verildi.
Aynı gün ilgili vilayetlere gönderilen bir diğer talimat da; daha önce Zeytun, Maraş civarında Konya'ya sürgün edilenlerin rotası değiştirilerek; İskenderun, Dörtyol, Adana, Hacin, Sis'den "ihracına lüzum görülecekelr"le birlikte Der Zor'a sürgün edilmelerinin istenmesi olur.
Bu, önceki sürgünlere benzememektedir.
Gerçekte bir katliam talimatıdır.
Çünkü aynı paralelde Teşkilat-ı Mahsusa çetelerine sürgün güzergaları iletilerek katliam talimatı verilmiştir.
Çok değil, iki gün sonra, 26 Nisan'da Harbiye Nazırı (savaş bakanı) Enver Paşa, hükümetin Ermeni örgütlerini kapatma, evrak ve belgelerine el koyma, tutuklama ve silah arama kararlarını özel bir yazı ile tüm ordu kumandanlarına iletir.
Enver Paşa, Müslümanların silahlarına el konulmayacağını özel olarak vurgular.
Genel arama ve silah toplama işi tam bir talana, sistematik ve vahşi işkencelere dönüşür.
Yozgat'lı Berberyan böyle bir tanıklığını da anlatmaktadır: "Katliamdan önce zaptiyeler gelip silahı topladılar. Zengin Karapet Efendi'nin oğlu demiki;'silahımız yok' zaptiyeler arama yapmış, silah bulmuş ve onun tırnaklarını çekmiş, kollarının altına da haşlanmış yumurta koyarak bağlamışlardı."
Harputlu Hakob Holobikyan'ın (Doğum 1902) babasının gördüğü işkenceler ayrı bir  vahşetin göstergesidir.
"Asık suratlı birisi olan Ahmet onbaşı işkence etmek için babamı hapishane hücresinden işkence odasına getiriyor; yüzüstü yatırıyor, her iki yanında duran polisler palamut ağacından yapılmış coplarla emir bekliyorlar.
Babamdan tekrar mauser, mossin tüfekleri, revolver vermesini istiyor.
"Ver!
ya da yat!
Başlayın vurmaya!" diye emir veriyor onbaşı, kırk darbeden sonra oturtuyorlar.
Ahmet onbaşı diyor ki; "Silahlarını getirmek istemiyor musun?"
Babamın anlattığına göre Ahmet onbaşı yanına kilise ve okulun müzik öğretmenini, Armenak Petrosyan'ı oturtmuştu; yani kendisindensonra sıra ona gelecekti "Muallim Efendi, silahım yok".
Yeniden kırk darbe indirirler ve aynı soruyu yöneltirler.
Cevap yine aynı olur.
Üçüncü defa yatırmadan evvel sorar: "Söyle kimin silahı var?"
Babam, ispiyoncu olamazdı.
Bilse bile söylemezdi.
Yüz yirmi darbeden sonra yarı ölü halde tutukevine sürüklerler".
Bölgede katliam ve sürgünler Nisanda başlamış olmasına rağmen; Van ve civarı Erzurum, Bitlis ve kazaları Muş ve Tabri'nin "tehcir" talimatı 9 Mayıs'ta ulaşır yerel yöneticilere.
Dikkat edilirse sürgüne ilk uğrayan yerler, güneyde İngiliz devletinin çıkarma yapabileceği düşünülen bölgeler, doğuda ise Rus devletinin ilerleme güzergahında olan bölgeler.
Resmi tezlere göre tehcirin amacı "bağımsız Ermenistan kurma düşüncesiyle savaş içindeki kendi devletlerini arkadan vuran Ermenilerin verdikleri zararı önlemek gayesiyle zorunlu olarak alınmıştır".
Çünkü "Ermeni tehdiş (terör) hareketleri bir türlü durmak bilmeyince,  hükümet ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır".
İflah olmaz şovenist aydınların da sıklıkla kullandığı bu tezin hiçbir tutar yanı olmadığından, her tarafından yama yapıyorlar, ama açık yamayla kapanacak gibi değil.
Ankara, Yozgat, Eskişehir, İzmit, Adapazarı... Ve daha sayamayacağımız onlarca yerin hangi savaşın cephe gerisi olduğunu izah edemiyorlar.
Ankara gibi uzun yıllardır Ermenilerle Türkler arasında hiçbir ciddi olayın olmadığı ve kentin eşrafının ve valinin karşı çıkmasına rağmen "tehcir"in başlatılmasını görmemezlikten geliyorlar.
Katliamları çete saldırılarına ve hastalıktan ölümlere indirgeyince her şey halloldu sanıyorlar.
Binlerce Ermeni, Kürt ve Türk tanığın anlatımları, 1919'da İstanbul'da başlayan mahkeme tutanaklarını yok sayıyorlar.
Osmanlı arşivlerinin bir kısmını yok edip kalanına da erişimini engelelyince her şeyin üstünü örttüklerini sanıyorlar.
Bu yamanın dikiş tutmayacağı çoktan belli oldu.
En iyisi gelin günahlarınızla yüzleşin.
Ne kadar erken yüzleşirseniz, sizin için o kadar hayırlı olur.

DİPNOTLAR
1 - Prof. Dr. V. Svazlian, Ermeni Soykırımı, Belge Yayınları
2 - a.g.e.
3 - Genelkurmay Arşivi. Teoride Doğrultu, sayı 21.
                                          ATILIM - 3 nisan 1915 - sayı 167
ÇİFTE MEKANİZMA:
   SÜRGÜN VE KATLİAMLAR
TEHCİR, 1915 İLKBAHARINDA BAŞLAMIŞ YAZ KIŞ DEMEDEN 1917 SONBAHARINA KADAR DEVAM ETMİŞTİR. BİNLERCE KİLOMETRELİK UZUN YOLCULUKLARI ÇOĞUNLUKLA YÜRÜYEREK KATEDİLMİŞTİR. BU DÖNEM YOLLAR, DERELER, NEHİRLER İNSAN CESETLERİYLE DOLUP TAŞMIŞTIR. BU MANZARALARIN ULUSLARARASI BASINA YANSIMASI ÜZERİNE İTTİHAT ÖNDERLİĞİNİN TALİMATIYLA YOL KENARLARINDAKİ CENAZELER TOPLANMIŞ TOPLU MEZARLARA GÖMÜLMÜŞTÜR.
Ermeni soykırımında çifte bir mekanizma yürürlükteydi: Sürgün ve katliam.
Sürgün, hem katletmenin bir aracıydı hem de katliamları kamufle etmenin bir yoluydu.
Doğrudan katliamları ise başta Teşkilatı Mahsusa çeteleri olmak üzere askerler ve kışkırtılmış linç güruhları yapıyordu.
Her ne kadar sürgünler Anadolu'nun doğusunda ve bazı güney kasabalarında Nisan ayında başlasa da 24 Nisan'a kadar bu sürgünlerin bazıları Anadolu'nun iç bölgelerine, bazılarının ise yönü belirsizdir.
Bir diğer nokta ise doğu illerinde Mart-Nisan 1915 sürecinde sürgün yollarında katletmekten ziyade yerinde katletme politikası ön plandadır.
Van, Muş, Bitlis, Sansun  köylerinde bu açıkça görülmektedir.
Bu dönemde Doğu cephesinde bulunan 3. Ordu komutanı Mahmut Kamil Paşa ile Dahiliye Nazırı Talat Paşa arasındaki yazışmalar gösteriyor ki, 24 Nisan'a kadar merkezi bir genel sürgün ve katliam talimatı yoktur.
Mahmut Kemal Paşa, sürekli biçimde Ermeni eylemlerini abartan telgraflar çekmektedir merkeze; bir an önce bölgedeki Ermenilerin sürgün edilmelerini istemektedir.
Bu dönemdeki saldırganlık ve katliamların ağırlıkla Mahmut Kamil Paşa'nın inisiyatifiyle yapıldığını düşünmemizi sağlayan veriler var.
24 Nisan'dan itibaren saldırılar merkezi ve geneldir; amacı çok açık ve nettir.
Doğu ve Güney illerinden başlayarak Anadolu'da Ermenilerin bulunduğu her yerde sürgünler başlatılmıştır.
İstanbul, İzmir ve Halep'te sürgünler sınırlı kalmıştır.
Ermeniler dağ yollarından geçirilmiş, dolambaçlı bir seyir izlemiştir.
Öyle ki dairesel bir döngü söz konusudur.
Uzun ve eziyetli bu yolculuklara, kasıtlı aç ve susuz bırakmalara, yazın kavurucu sıcakalrı ve kışın dondurucu soğukları eklenince kitlesel ölümler başlar.
Bu koşullarda bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere bir dizi hastalığın ortaya çıkması kaçınılmaz olur.
Sürgün kervanları yola çıkarıldığında, aynı anda güzergahtaki çetelere de haber salınır.
Aralıklarla konvoylara yapılan saldırılarda yağmalamalar eşliğinde gerçekleştirilen katliamlarla konvoylar eritilir.
Kimi konvoylarda Güney'e ya da Der Zor'a bir tek kişi bile varamamıştır.
Özellikle Diyarbakır'dan ve Yozgat-Boğazlıyan güzergahında geçen kafilelerin önemli bir kısmı tamamen yok edilmiştir.
Diyarbakır Valisi Dr. Reşid ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal  (1999 seçimlerini kazanan MHP'li Ceyhan belediye başkanı heykelini dikti)kıyıcıklarıyla ün salmışlardır.
Teşkilatı Mahsusa çeteleri özel olarak görevlendirilmişlerdi.
Katliam, vahşet ve yağmada başı çekiyorlardı.
Katliamlara sadece çeteler katılmıyordu.
Valisinden mutasarrıfına, komutanından askerine kadar devlet yönetiminin her kademesinden görevliler katliamlarda rol alıyorlardı.
Yer yer halkı da kışkırtıp bu yağma ve katliamlara dahil ediliyorlardı.
Türk ve Kürt halkının büyük bir çoğunluğu katliamlara katılmıyor ama korkudan sesini de çıkartamıyordu.
Bunun yanında hemen her yerde yasak olmasına ve idam dahil her türlü ceza olasılığına rağmen açıktan tepkisini koyan Ermenilerin kaçmasına yardım eden ya da evlerinde aylarca ve yıllarca saklayan  Türk ve Kürtlerin sayısı hiç de az değildi.
Osmanlı belgelerinde Ermenilere yardım ettikleri için cezalandırılan, idam edilenlerin varlığını görebiliyoruz.
Ayrıca ister Ermeni olsun istern Türk olsun soykırım tanıklarının anlatımlarından buna yüzlerce örnek sayabiliriz.
TEHCİR YA DA SOYSÜRÜM
Dahiliye Nazırı Talat Paşa imzalı güneye ilk tehcir talimatı, 25 Nisan 1915 tarihli ve Zeytunluların sürgünüyle ilgili Telgrafla Konya'ya sürgün edilmeye başlanan Zeytunlu Ermenilerin artık Halep ve Der Zor'a yönlendirilmeleri talimatı iletilmektedir.
5 ve 9 Mayıs tarihli telgraflarda da sürgünün Zeytun'daki tüm Ermenileri kapsayacak tarzda genişletilmesi talimatı iletilmektedir.
9 Mayıs tarihli bir başka telgrafta Van, Erzurum, Bitlia, Muş, Sasun, Talori Ermenilerinin sürgününün başlatılması istenir.
Harput'un sürgün kararının kente ulaştığı tarih ise 12 Mayıs'tır.
Sürgün ve katliam haberlerinin yayılmasıyla Rusya, Fransa ve İngiltere hükümetleri, 24 Mayıs 1915 tarihli ortak bildiriyle Osmanlı hükümetini protesto ederler.
Katliamlardan hükümeti sorumlu tutacaklarını eklerler.
Bunun üzerine Talat-Enver-Cemal üçlüsü tehciri yasallaştırma arayışına girerler.
İlk olarak, Ermeni meselesinin kökten çözüleceğinin ifade edildiği bir tezkereyi 26 Mayıs'ta çıkarırlar.
Tezkerede Erzurum, Van, Bitlis vilayetlerindeki tüm Ermenilerin Anadolu güneyinde ise hariç bırakılması gereken yerler sayılarak geriye kalan kazalardaki Ermenilerin sürgün edilecekelri belirtilmiştir.
Doğu illerindeki Ermenilerin Musul civarında, Anadolu'nun güneyindekilerinin de Halep vilayetinin güneyi ve doğusuna gönderileceklerinin altı çizilmiştir.
Bir gün sonra 27 Mayıs'ta ise Meclisi Vükela (Bakanlar Kurulu) "Tehcir metni şöyledir:
"1 - Vakti seferde ordu ve kolordu ve fıkra komutanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükümete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görürlerse, derekap, kuvayı askeriye ile şiddetli sürette tahribat yapmaya ve tecavüz ve mukavemeti esasında imha etmeye mezun ve mecburdur. 2. Ordu, müstakil kolordu tümen komutanları, askeri icaplara mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskan ettirilebilir."
Kanun, dört maddeden oluşmaktadır.
Son iki maddesi işin bürokrasisi ile ilgilidir.
Tehcir Kanunu'nda dikkat çeken iki nokta var.
Birincisi; Ermeni, Rum, Süryani vb. vurgusunun olmamasıdır.
Esas olarak büyük devletlerin baskısına ve uluslararası kamuoyunun tepkisini azaltmaya dönük alınmış bir önlemdir.
Sürgüne yasal bir kılıf uydurulmaya çalışılıyor.
Çıkarılan kanunda Ermeniler özel olarak hedef alınmıyor görüntüsü vermek için yapılmış bir hiledir.
Vilayetlere, mutasarrıflıklara ve ordu kumandanlarına gönderilen talimatlar ve telgraflarda tehcirin asıl hedefinin Ermeniler olduğu açıkça belirtilmiştir.
Kanunda dikakt çeken diğer nokta ise "casuzluk ve hıyanetlerini hissettikleri" ifadesidir.
"Hissetmek" gibi yoruma açık, subjektif uygulamaların önünü açan bir ifadeyle, keyfi olarak herkes hedef haline getirilebilir.
Bu keyfi yorumdan hareketle 1915'in ortalarına kadar. Anadolu'nun savaşla uzaktan yakından alakası olmayan her tarafındaki Ermeniler tehcir  saldırısının hedefi haline gelmiştir.
Resmi ideoloji, bu tutarsızlıklara rağmen bu kanuna dayanarak sürgünü "savaş tedbiri" olarak savunmaktadır.
Dönemin anayasasına göre hükümetin aldığı kararın yürütmesi devam eder ve meclisin ilk oturumunda kanunu görüşmesi gerekir.
Meclis savaş bahanesiyle tatil edildiği için ancak 4 Kasım 1918'de kanunu görüşüp, Ermeni katliamları, kurbanların sayısı ve hükümetin sorumluluğu tartışılarak iptal edilecekti.
Yaklaşık 6 ayda 70 kent ve yüzlerce köye Ermeniler, büyük oranda yerlerinden yurtlarından koparılarak sürgün yollarına çıkarıldılar.
1917 Kasım'ına kadar yaklaşık 18 ay "tehcir" katliamlar eşliğinde devam etti.
Ermenilerin trajedisi burada bitmedi.
1922 Eylül'üne kadar katliamlar aralıklarla devam etti.
Katliam ve sürgün tehdidi, inkar ve asimilasyon günümüze kadar devam etti/etmeye devam ediyor.
Çok değil, 4-5 yıl  önce dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan Ermeni devletini Türkiye'deki tüm Ermenileri kovmakla tehdit etmedi mi?
İstanbul ve İzmir'de 1915-'17 arasında sürgünlerin yaşanmadığı iddia ediliyordu.
Taner Akçam'ın "Ermeni Meselesi Halolmuştur" kitabında ortaya koyduğu belge ve olgular gösteriyor ki; bu illerde de sürgünler aralıksız sürmüş, ancak kamuoyunun ve Avrupa devletlerinin dikaktini çekmemek için tanınmayan, bilinmeyen kişilerden başlayarak küçük kafileler halinde nispeten uzun zamana yayılı olarak sürgünler yapıldı.
Bu iki kentten on binlerce Ermeni'nin katliamlardan kurtulmak için yasal olmayan yollardan Avrupa başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinde "gönüllü" sürgünlüğe gittiğini bir kenara bırakacak olursak, on binlercesi de küçük gruplar halinde ölüm yolculuğuna çıkarıldı.
KATLİAM VE VAHŞET
Bir yerleşim yerinde soykırım uygulaması, genellikle "tehcir" adı altında kafileler halinde yola çıkarılıp yerleşim yerlerinden uzaklaştıktan sonra katledilmeye başlanmıştır.
Eğer daha önce askere alınmamışlarsa asker kaçaklarının toplanması adı altında tek tek köy ve kentler kuşatılarak sıkı aramalarla 15-60 yaş arası erkekler Amele Taburları'na katma bahanesiyle toplanıp yollarda katledilmişlerdi.
Kimi durumlarda toplu mezarları yine kendilerinin kazması istenmiştir.
Son olarak da kadın, çocuk ve 60 yaş üstü ihtiyarlar sürülüyordu.
Köy ve kasabalardaki Ermeni kadın ve çocuklar tek bir konvoyla yola çıkarılıyorlardı, Ermeni nüfusun on binleri bulduğu ya da yüz bini aştığı şehir merkezlerinde belli aralıklarla birden çok sürgün konvoyu oluşturulmuştur.
Erzurum ovası ve Pasinler de Ermenilerin tamamına yakını 1915 Mayıs'ında 1'den 15'ine kadar sürülmüşlerdi.
Resmi rakamlara göre, 128 bin Ermeni'nin yaşandığı (Ermeni kaynaklarında 200 bin civarındadır) Erzurum merkezde sürgünler 3 Haziran'da başlamış, 16 Temmuz'da son kafilenin ayrılmasıyla toplam 6 kafile olarak yola çıkarılmıştır.
Şehirde sadece 10 zanaatkar Ermeni ailesi kaldı.
Kimi durumlarda daha sonra kendilerine geri verileceği söylenerek değerli eşyaları ve paraları toplanarak kaydediliyordu.
Bu uygulama, sorunsuz mal varlıklarını yağmalamanın yollarından biriydi.
Yerleşim yerlerinden Ermeni halk çıkartıldıktan sonra devlet yöneticileri, askeri kumandanlar ve çeteler eşgüdümlü hareket ederek katliamlara başlıyorlardı.
Sıkı bir koordinasyon ve görev bölüşümüyle sürgün ve katliamlar yaparlardı.
Dahiliye Nazırlığından vilayetlere ve mutasarrıflıklara telgrafla sürgün ve katliam kararı ve güzergahları iletilirdi.
Tehcir kararları resmi devlet yazışmaları şeklinde iletilirken katliam talimatları İTF sekreterliği aracılığıyla kurye gönderilerek iletilirdi.
Kimi durumlarda yazılı, kimi durumda talimatlar sözü iletilirdi.
Katliam kararı yazılı iletildiğinde, karar metni geri getirilerek imha edilirdi.
Buradan, İttihat Terakki merkezinin katliamlar konusunda yazılı bir belge bırakmamak konusunda sıkı bir disiplin uyguladıkları anlaşılıyor.
Kimi devlet yöneticileri, kumandanlar ve Türk, Kürt eşraf veya ağaları, halktan bazı kesimler, daha sürgün konvoyları toplanırken Ermeni kadın ve çocukları toplanırken Ermeni kadın ve çocukları "ailelerine katma" adı altında el koyarak ya da kaçırarak götürmeye çalışırlar.
Aynı durum, katliamdan hemen önce de yaşanırdı.
Katliamlar yerleşim yerlerinden uzakta da yapılsa, yakın yerleşim yerlerinde devlet yöneticileri ve çeteler tarafından kışkırtarak katliama ve  yağmaya katılmak isteyen "gönüllüler" toplanır.
Katliam başlamadan önce Türk, Kürt, Müslüman ahalinde istediği kadın ve çocuğu almasına izin verilirdi.
Özellikle uyarılar çekilir  "katliamdan kurtarmak için değil, evlenmek veya ailesine katma" koşuluyla istediği Ermeni kadın ve çocuğu almalarına izin verilir.
Genellikle katliamdan önce bütün Ermeni kadın ve çocuklar defalarca aranır, üzerindeki para ve her türlü değerli eşya ve elbiseleri alınır.
Katliam ondan sonra başlatılır "Savaştayız" deyip nadiren kurşun harcarlar.
Her türlü kesici alet, sopa ve süngüyle katliamlar gerçekleştirilir.
Yozgatlı Yüzbaşı Şükrü şunları itiraf ediyor: "Ermenilere tehcir edileceklerini söyleyerek önce silahsızlandırdık. Tehcir ettikten sonra da en küçük bir direnişle karşılaşmadan yok ettik. Yozgatlı kadınlara gelince: Onlardan şehirde kurtulmak isteseydik bütün altın ve gümüş mücevherlerini ve değerli taşlarını elimize geçmesinler diye tuvaletlere atıp yok ederlerdi. Bu yol çok daha etkiliydi. Onları kocalarına gönderdiğimizi düşünmelerini sağlayarak kandırdığımızda, yanlarına halı ve kilimleri ile beraber bütün mücevherlerini de aldılar.
Böylece, birkaç gün içinde onları bir araya toplayıp çırılçıplak soymamız çok kolay oldu. Bu arada aramalar sırasında çok sayıda elmas mücevherleri yuttuklarını sen de biliyorsun. Ama Türk köylüler, özellikle de kadınlar bu çürüyen cesetlerin yanında günlerce dolaştılar, bağırsaklarını yarıp çok miktarda mücevher topladılar."
Seçilen genç kadınlara, askerler ve çeteler defalarca tecavüz eder.
Tecavüze uğramamak için ya da tecavüzden sonra intihar eden kadınların sayısı hiç de az değildir.
Kimi durumlarda da köprülerden, uçurumlardan toplu olarak atlayarak intihar ederler. Erzurumlu Loris Papikyan (Doğum 1903) böyle bir tanıklığını anlatmaktadır.
"Jandarmalar köprü yakınlarında kendi çadırlarının etrafında bir şölen düzenlemişlerdi; zorla bir kız ve gelin kaçırmalar ve sapık tutkularını tatmin edecek çeşitli oyunlar düzenleyerek Ermeni kızlar ve gelinlerle mutlu oluyorlardı. Ben, görevlilerin Ermeni kızların en güzellerini, yaklaşık 30 kişiyi nasıl ayırdıklarına onları birbirlerine bağlayıp nöbetçilerin eşliğinde iğrenç niyetlerini gerçekleştirmek için kendi daimi mekanlarına  götürmeye çalıştıklarına şahit oldum. Ancak o kızlar grubu, Fırat Nehri üzerindeki köprünün yakınlarına ulaştığında bir şimşek hızıyla tek bir vücut gibi hareket ederek korkunç bir  yükseklikten Fırat Nehrine atladı ve gelecekte çekeceği eziyetlerden ve maruz kalacağı işkencelerden ebeddiyen kurtuldu."
Bütün kıyımlara rağmen Der Zor'a 500 bin civarında Ermeni ulaşır.
İttihat önderliği bu kadar çok Ermeni'nin katliamlarından kurtularak Der Zor'a ulaşabileceğini beklememektedirler.
Ermeni nüfusu Der Zor'da %10'u geçmeyecek tarzda yerleştirme politikası yürürlüktedir.
Der Zor'a ulaşan Ermeni nüfusunun oranı, yerli Müslüman Arap halkının yarısına yakındır.
1916 yılının yaz sonunda yeni bir katliam tertiplenerek 200 bin Ermeni katledilir.
Tehcir, 1915 ilkbaharında başlamış yaz kış demeden 1917 sonbaharına kadar devam etmiştir.
Binlerce kilometrelik uzun yolculukları çoğunlukla yürüyerek katedebilmiştir.
Zorlu doğa koşullarının da etkisiyle Ermeniler yorgun ve bitkin düşmüş, kasıtlı olarak aç ve susuz bırakılmış, yürümekten ayakları parçalanmış, vücutları yara bere içinde, ölümcül hastalıklar ve kitlesel ölümler baş göstermiştir.
Bu dönem yollar, dereler, nehirler insan cesetleriyle dolup taşmıştır.
Bu manzaraların uluslararası basına yansıması üzerine İttihat önderliğinin talimatıyla yol kenarlarındaki cenazeler toplanmış toplu mezarlara gömülmüştür.
Öyle ki, daha önce düz olan yerlerde toplu mezarların yer aldığı büyük tepeler oluşmuştur.
Kimi durumlarda artık yürüyemeyecek duruma düşerek yollara yığılan insanlar daha ölmeden boyunlarına ip geçirilerek toplu mezarlar için kazılmış çukurlara kadar sürükleyerek götürüp diri diri gömülmüşlerdir.
Soykırım tanığı Harputlu Aram Köseyan (Doğum 1908) başından geçenleri şöyle anlatıyor:
"Biz  küçükleri  geceleyin tepecik gibi bir yerde topladılar. Yorgunduk. Meğer o tepecik insan kafataslarından oluşuyormuş! Sabah gün ağardığında üst üste dizili kesik başlar gördük; bunlar bir tepecik oluşturmuştu."
Bir başka soykırım tanığı Sivaslı Süren Sargasyan (Doğum 1902) gördüklerini Dante'nin cehennemine benzetiyordu:
"Ertesi gün Kürtler geldi, beraberinde meşhur Zeynel Bey ve serseri cellat kardeşleri vardı. Onlar kervanın içinde ne kadar küçük oğlan buldularsa toplayıp, kollarını bağlayarak uzak bir dağın tepesine odun yığınlarının yandığı bir yere götürdüler. Orada onların kafalarını baltayla keserek, vadiye fırlattılar. Bizden önceki kervanlarda bulunan çocuklara da aynısını yapmışlardı. O yüzden de o vadiye 'Kanlı Dere' adı verildi. Mevcudu yarı yarına azalan kervanımız Samasat'ın (Samsat) güneyinde Fırat Nehri kıyısında konakaldı.
Her taraf cesetlerle kaplıydı; ölü kadınlar her tarafa yayılmış yerde yatan çocuklar, tarlalarda kumların üstünde her yerde yarı ölü, hastaların iniltileri yalvarırcasına yardım dileyen bakışlar ve onların yanında kokuşmuş, çürümüş, şişmiş büyük bir kısmı kadınlara ait cesetler. Dante'nin Cehennemi Fırat'ın kıyısındaydı. Sonra beyaz giysili kızlar getirip hepsini gecenin karanlığında kazığa oturttular. Anaların ve yakınlarının feryatlarından ağlama sızlama ve gürültüsünden kulaklarımız sağırlaşıyordu. Kürtler ellerinde iplerle halkın arasına daldılar; hastaları ezerek, ölü ya da diri kim yere yatmış ise boynuna ip geçirip çeke çeke götürerek çukura atıyor sonra da geri dönüyorlardı. Hatta canlı olanların bile boynuna ip geçiriyor götürüp çukura atıyorlardı. O insanların yakınlarının feryatlarına ve çığlıklarına kulak asmıyorlardı. Tifoya yakalanmış kadınlar 'su verin' diye yalvarıyorlardı."

DİPNOTLAR
1 - Krikor Balakyan - Ermeni Golgotası
2 - Prof. Dr. Verjine Srazlıyan - Ermeni Soykırımı
3 - Age.
4 - Age.
                                                  ATILIM - 10 NİSAN 2015 - SAYI 168


 ERMENİ SOYKIRIMININ İKİNCİ SAFHASI
SÖMÜRGECİ DEVLETİN TARİHİ KAN VE KATLİAMLARLA DOLUDUR. ERMENİLERE, RUMLARA, KÜRTLERE, ALEVİLERE KARŞI SUÇ DOSYASI HAYLİ KABARIKTIR. YÜZ YIL ÖNCE KARDEŞ HALKLARINDAN ERMENİLER, BİR DEVLET POLİTİKASI İLE SOYKIRIMA UĞRATILDI. BURJUVA DEVLET, BU KATLİAMLARI HER DÖNEM SAHİPLENDİ VE SAVUNDU.
24 Nisan 2015 tarihinde, Ermeni soykırımın üzerinden 100 yıl geçti.
Yani, soykırımın 100. yıl dönümüne giildi.
Soykırım ve sürgünün üzerinden bir asır geçti, yine de bu soykırım unutulmadı.
Ermeni halkımıza karşı bu suçu işleyenler hala hesap vermediler.
Üstelik devletin Ermeni düşmanlığı bugün de sürüyor.
Bugün, Suriye Kessab'da yaşayan Ermeniler, Türk burjuva devletinin desteklediği El Kaide'ci çeteler eliyle yeni bir katliam ve sürgünle yüzyüzeler.
Binlerce Ermeni yerinden yurdundan ediliyor yine.
Ermeni soykırımı ise hala kapanmamış, sürekli kanatılan bir yaradır.
İttihat ve Terakki'nin gerçekleştirdiği bu insanlık suçu, iki safhada uygulanır. Birinci safhası, 24 Nisan 1915'te başlatılır.
Kürdistan ve Karadeniz'de yaşayan Ermeniler; Nisan, Mayıs ve Haziran'da organize bir şekilde sürgüne gönderilir.
Diğer bölgelerden gönderilenler de var, ama ağırlıklı olarak Kürdistan'dan gönderildiler.
Uygulanan bu soykırım ve katliamın bir de ikinci safhası var.
Temmuz 1915'te başlayan bu safhada Trakya, Batı Anadolu ve Kilikya'da yaşayan Ermeniler, Suriye'deki kamplara gönderilir.
Sürgüne yollanan yüz binlerce Ermeni, yollarda, toplama kamplarında açlıktan ve hastalıktan ölürler.
Örgütlenmiş çetelerin saldırılarına uğrarlar.
Pozantı-Suriye arası yollar cesetlerle dolar, taşar.
Büyük bir insanlık dramı yaşanır.
Ermeni soykırımı üzerine bugüne değin yazılanlar, okunanlar, Kürdistan ve Karadeniz'e ilişkindir.
Batı'da yaşayan Ermeni halkımıza yapılanlar yeterince verilmedi.
Soykırımın ikinci safhası eksik kaldı.
Genel söylemlerle verilmeye çalışıldı.
Bu da, o gün orada yaşananları anlatmaya yetmez.
Belge Yayınları'ndan Şubat 2011'de çıkan "Soykırımın İkinci Safhası" adlı kitap, bu konuda ayrıntılı bilgiler vermektedir.
Araştırmacı Raymond H. Kevorkian'ın arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı bu çalışma, soykırımın batı ayağını aydınlatıyor.
Hangi bölgeden kaç Ermeni sürüldü, hangi kapmta kaç kişi toplandı, bu kamplarda kaç kişi öldürüldü, bu zulümden kaç insan sağ çıkmayı başardı; kitapta belge ve tanıklıklara dayanılarak verildi.
"Tarihçi Raymond H. Koverkian, bu çalışmasıyla Ermeni Diasporası'nın köklerini sürüyor.
Suriye ve Mezepotamya'daki çöllerde hayattta kalanların çocuklarının doğum kütüğünü sergiliyor sanki.
Yaptığı çalışmasında İttihat ve Terakki Partisi'nin, Teşkilat-ı Mahsusa'nın ve ordunun 1915 trajedisinde oynadığı rol, İTF Merkez-i Umumisi tarafından uygulanmaya konulangenel işleyiş düzeni ve mekanizma daha iyi sergilendi.
Bu çalışmada ise Halep'te bulunan Şükrü Kaya'nın yönetimindeki İskan ve Muhacirin Dairesi tarafından yönetilen toplama kampları ağı ortaya çıkarılıyor..." (Belge Yayınları)
ÖNCE ERMENİLER, SONRA RUMLAR
Soykırımın ikinci safhası, Dahiliye Nazırı Mehmet Talat tarafından 27.05.1915'te hazırlanan talimat ve resmi olarak yayınlanan geçici sürgün yasası ile başlatılır.
Osmanlı tebaaları olan Ermenileri imha etme programına bu şekilde yasallık kazandırılır.
Bu doğrultuda, Ermenileri toplayarak sürgüne yollayacak örgütlenmeler hazırlanır.
"Bütün Ermenilerin Mezopotamya'ya doğru gönderilmeleri görevini üstlenecek Halep'te, Göçmen Genel Müdürlüğü kuruldu (...) Türkiye'nin bütün noktalarından Ermeniler Zor sancağına ve Mezopotamya'ya doğru yönlendirilmek zorundalar.
Bu, İttihat ve Terakki Komitesi'nin geri alınamaz, bozulamaz kararıdır.
Bitirdikten sonra kitle halinde Rumların dışarı atılmasına başlayacağız.
Fakat şu an için bu noktaya dokunmayacağız." (s. 22)
Açıkça görülüyor ki, Ermenilerin katline karar verenlerin hedefinde Rumlar da bulunuyor.
Rumlardan sonra sıranın Kürtlere gelmesi uzak değil.
Türk burjuva egemenleri, Anadolu'da kendilerinden başka kimseyi istemiyorlar.
ALMANYA'NIN ONAYI ALINIR
Soykırımı yapanlar bu planlarını ittifak yaptıkları Alman ve Avusturya devletlerine de sunarlar.
Onlardan da onay alırlar.
Türk burjuvazisi, kendi çıkarları için Anadolu'nun kadim halklarından Ermenilere görülmemiş bir katliam uygular.
Kürdistan ve Karadeniz'deki soykırım tamamlanır.
Artık sıra Batı'daki ve Akdeniz'deki Ermenilerin sürülmesine gelmiştir.
Bu amaçla harekete geçen katiller, İzmit'in 42 yerleşim yerinden ve Bursa'nın 58 topluluğundan oluşan 180.667 kişiyi sürgüne yollarlar.
Trakya'da yaşayan ve 27-28 Ekim 1915'te, Edirne ve Tekirdağ'dan toplanan Ermeniler, bilinmez bir yolculuğa çıkartılırlar.
Bu bölgelerden 30.316 Ermeni toplanır.
Bunların 17 bini Suriye'ye yollanır.
Kalan 13 bin Ermeni, Bulgar yetkililerin çabaları sonucu sürgünden kurtarılır.
İstanbul ve Çanakkale'den 40 bin; Konya, Niğde ve Antalya'dan 20.738, Kastamonu'dan 13.462, Ankara'dan 60 bin Ermeni sürgüne yollanır.
Buralardan toplanan Ermeniler aç, susuz, yaya ve güvenliksiz olarak Pozantı Transit Kampı'nda toplanır.
Geride kalan Ermeniler ise bölgede katledilir.
Adana'dan 119.414; Zeytun, Albach, Elbistan, Dörtyol ve Hasan Bey bölgesinden 30 bin insan sürgüne yollanır, bu bölgedeki Ermeni nüfus, temmuz boyunca tamamen boşaltılır.
ÖLENLER TOPRAĞA GÖMÜLEMEZ
Batı ve Güney'den getirilen Ermeniler toplama kamplarından tutulurlar.
"Türk yetkililerin genel stratejisi, o zaman sürgünleri geçici kamplarda birkaç hafta 'çürümeye' bırakmak.
Sonra onları başka bir kampa götürmek için yeniden yola çıakrmak ve bu şekilde kafilelerin sayısını can çekişen, ölmek üzere olan birkaç kişiye indirgemeye kadar böyle aralıksız devam etmektedir." (s. 44)
İttihatçılar, bu mantıkla sürgünlerin yerlerini sürekli değiştirirler.
Kar, yağmur, çamur demezler.
Açlık, hastalık demeden, işkence amacıyla bunu uygularlar.
Bir süre sonra kamplardan, yolalrdan ceset kokuları yükselir.
Kamplar, ölüm kampına dönüşür.
Ölen insanları toprağa gömmeye yetişemezler.
'AH MAMA, SEN DE BENİ PİŞİRECEK MİSİN?'
Hiçbir ihtiyaçları karşılanmayan insanlar açlığa, hastalığa terk edilir.
İnsanlar beslenmek için at ve eşekleri yerler.
Bir süre sonra bunlar da kalmaz.
Yaşayanlar, hayatta kalmak için yeni ölmüş çocuklarını ve ölümle yüz yüze kalanları pşirip yemeye başlarlar.
Bu, Ermenilere yapılanları anlamak açısından sözün bittiği noktadır.
"... Ahh... Mama, sen burada yokken, bu kadın kendi çocuğunu öldürdü ve şu an onu yemeleri için pişiriyor. Sen de bana aynı şeyi mi yapacaksın?" (s. 12)
Aç küçük kız, annesine böyle sormaktadır.
Buna benzer birçok tanığın anlamı var.
KAMPLAR: ÖLÜM MERKEZLERİ
Sürgüne gönderilen Ermeniler için onlarca kamp oluşturulur.
Bu kamplarda on binlerce Ermeni tutulur.
Bu kamplar:
1) Pozantı (Bozantı): Batı'dan getirilen sürgünlerin toplanma yeridir. Sürgünler önce buraya getirilir, buradan diğer kamplara dağıtırlar.
2) Mamura Kampı: Ağustos-Ekim 1915'te Osmaniye Kanlıgeçit'te faaliyet yapar. Buraya, toplam 80 bin sürgün getirilir. Açlık, hastalık, işkence eksik olmaz. Tanıklıkların anlatımlarına göre, vallılar, barınaksız, giysisiz, ekmeksiz, kurumuş ölü dallar gibi düşüyorlardı... Ölüler gömülmeden üst üste yığılıyordu. Alan ölülerle dolmuş, örtünmüştü..." (s. 44) Nir süre hayatta kalanlar zorla başka kamplara taşınırlar.
3) İslahiye Kampı: Halep'te önceki ilk toplama kampıdır. Birçok sürgünburaya toplanır. Zor koşullarda yaşarlar. Her gün yüzlerce insan ölür. Ölüleri toprağa gömmeye yetişemezler. Bir günde ancak 580 insan gömülebilir. Kampın açık kaldığı 10 ayda 60 bin Ermeni yaşamını yitirir.
4) Raco, Katma ve Azaz Kampları: Bu kamplarda 40 bin sürgün tutulur. Teşkilat-ı Mahsusa çetelerince sürekli sirkülasyon yapılır. Zaman zaman sayısının 200 bine çıktığı olur. Buradan on binlerce insan ölür.
5) Amanus Kampı: Mayıs-Haziran 1916'da 30 bin Ermeni burada tutulur. Teşkilat-ı Mahsusa çetelerince 2 bin kişilik kafileler halinde Maraş tarafından katledilirler. Bu kıyımlardan kurtulan sınırlı insan vardır.
6) Rab ve Akhterim Kampları: Burası hem transit, hem de toplama kampı olarak kullanılır. Sürekli sürgünler getirilir. Sabit bir sayısı  bulunamaz. Ama Kasım 1915'le Şubat 1916 arasında 50 bin insan burada yaşamını yitirir. Buradan getirilen insan sayısının fazla olduğu görülüyor.
7) Lale ve Tefrice Kampları: Kitapta, bu kamplar için şöyle deniliyor: "... Gerçek bir mezarlıktırlar. Başka bir şey değil" Burada oluşturulan sürgün kamplarına genellikle 'ancak birkaç gün yaşama ümidi bulunanlar' konulmaktaydı. Bu, binlerce ölümün merkezlerden uzak gerçekleşmesi için oluşturulmuştur. Aralık 1915'ten Mart 1916'ya kadar açık kalır.
8) Munbuç Kampı: Diğer kamplara göre özel bir kamp özelliği taşır. Kuruluşundan itibaren bu kampta piskoposluğun yüksek görevlileri, köy papazları, kilise adamları tutulur. Cemal Paşa'nın özel isteği üzerine papazlar halktan ayrı tutulur. Daha sonra Meskene'ye taşınır.
'MERHABA' DENECEK ERMENİ BIRAKILMAZ
Ermenilerin toplandığı kamplar bunlarla sınırlı değil.
Bu kamplar dışında Halep, Morra ve Res'ul Ayn kampları da bulunur.
Buralarda acımasız uygulamalar hüküm sürmektedir.
Ayrıca Kürdistan ve Karadeniz'den sürülen Ermenilerin konulduğu kamplar var.
 Fırat yolu üzerinde 6-7 kamp oluşturulur.
Bu kampların hepsi ölüm kampı işlevi görür.
Kamp yöneticilerinden ve Teşkilat-ı Mahsusa adamlarından Salih Zeki şunları söylemektedir: "Artık merhaba demeye (muktedir) hiçbir Ermeni kalmamalıdır.
Herhangi bir adamın Ermenilere karşı acıma duygusu ihtiva ettiğini öğrendiğim zaman onu keserim ve dışarı çekip çıkarırım."
Kamp sorumlusunun bu saldırgan açıklaması şu sonuçlara neden olmuştur:
Pozantı Transit kapmında, 1915 yaz-sonbahar döneminde açlık ve hastalıktan 10 bin insan;
Mamunat Toplama Kampı'nda 40 bin;
İslahiye Kampı'nda Ağustos 1915 ile 1916 başları arasında 60 bin;
Amanus tünelleri çalışma kampında Mayıs-Haziran 1916'da 30 bin;
Raco, Katma ve Azaz kamplarında 1915 sonbaharı ile 1916 ilkbaharı arasında 60 bin;
Rab ve Akhterim kamplarında Ekim 1915 ile 1916 ilkbaharı arasında 50 bin;
Lale ve Tefrica kamplarında Aralık 1915'le Şubat 1916 arasında 5 bin;
Halep Kampı'nda 1915 yazı ile 1916 sonbaharı arasında 10 bin;
Res'ul Ayn Kampı'nda yaz 1915'le Nisan 1916 arasında 13 bin insan hastalık ve açlıktan katledilir.
40 bin insan da çeteler tarafından öldürülür.
Meskene Toplama Kampı'nda Kasım 1915 ile  Nisan 1916 arasında 60 bin;
Dispi Kampı'nda Kasım 1915 Nisan 1916 arasında 30 bin;
Sebka Kampı'nda Kasım 1915-Haziran 1916'da 5 bin;
Der-Zor, Marat kamplarında Kasım 1915-Aralık 1916'da 192 bin 750 insan (bunlardan 40 bini açlık ve hastalıktan, 150 bini çeteler tarafından) katledilir.
Musul'da sonbahar 1915-Ocak 1916 döneminde 15 bin insan General Halil tarafından katledilir.
Hama, Humus, Amman, Hawran ve Maan kamplarında, sonbahar 1915 ile yaz 1916 arasında 20 bin insan öldürülür.
Bu kıyımlardan 240 bin insan sağ çıkar.
Bunlardan 20 bini (kadın ve çocuklar) yerlilere satılır.
120 bini zorla İslamlaştırılır.
10 bine yakın Ermeni şehir ve köylerde gizlenir.
Sürgüne götürülen 100 binlerce Ermeni'den hayatta kalan çok azdır.
Geriye dönen ise hiç yoktur.
İNKARCILIK DEVLET SİYASETİ
Sömürgeci devletin tarihi kan ve katliamlarla doludur.
Ermenilere, Rumlara, Kürtlere, Alevilere karşı suç dosyası kabarıktır.
100 yıl önce kardeş halklardan Ermeniler, bir devlet politikası ile soykırıma uğratıldı.
Burjuva devlet, bu katliamları her dönem sahiplendi ve savundu.
En yetkili ağızlardan, "Biz yapmasak onlar bize yapacaktı" şeklinde açıklamalar yapıldı.
O gün Ermenilere uygulanan ırkçı politikalar, daha sonra Rumlara'da uygulandı.
Rum ve Ermeni düşmanlığı, Kürtlerin ve Alevilerin inkarı, burjuva devletin kuruluş siyaseti haline getirildi.
Bugün de bu siyaset aynı içerikle sürdürülüyor.
Burjuva devlet bu suçların hesabını vermedi.
Üstelik bu suçlarına yenilerini ekliyor.
Aradan 100 yıl geçtiği halde soykırımın izlerini ve acılarını hala yaşayan, Suriye Kessab'daki Ermeniler, Mart ayından beri katliam ve sürgün tehditleri altındalar.
Bu insanlık suçu yine burjuva devletin desteği ile El Kaide'ci çetelere yaptırılıyor.
Ermeni soykırımının hesabını sormak, mevcut saldırıların önünde barikat olmak; cağrafyamız halklarının yüzleşmesi ve hesaplaşmasıyla mümkündür.
Hrant'ın cenazesinde "Hepimiz Ermeni'yiz" diye yürüyen yüz binler, soykırımın yüzüncü yılında geçmişiyle yüzleşebilmelidir.
Kessab için de sesini yükseltebilmelidir.
Ve elbette bu konuda en büyük görev sosyalistlere, devrimcilere düşüyor.

KANLI BİR MİRAS ÖYKÜSÜ YA DA
ERMENİ SOYKIRI MI
“Babam şimdi 90, annem ise 82 yaşında.
Büyükbabamı idam etmişler, babaannem ise ırzına geçilerek öldürülmüş.
Dokuz çocuklu aileden bir tek babam ve 5 yaşındaki kardeşim kurtulmuşlar.
Anne tarafımın hikayesi ise farklı, biraz anormal ama bu yüzden ihmal edilmesi gerekmiyor.
Annemin babası, ailesi önünde, hamile karısı ve yaşları 2 ile 8 arasındaki dört çocuğun gözleri önünde idam edilmiş.
Dedemin bir iş arkadaşı varmış Hacı Halil.
Dedeme, başına gelebilecek kötü bir durumda tüm aileye bakacağını, gözünün arkada kalmaması sözünü vermiş.
Tahmin edilebilecek felaketlerin en kötüsünden bile daha dehşetli olan bu felaket meydana geldiğinde ise Hacı Halil sözünü tutmuş ve evinin çatısında bizim aileyi tam bir yıl boyunca saklamış.
Ailenin saklandığı yer lojistik bakımdan oldukça tehlikeliymiş.
Anneannemin yeğeni de dahil toplam yedi kişi imişler çatı katında. Kimsenin dikkatini çekmeden yedi kişi için alış veriş yapmayı, her gün, bir sonraki geceye yetecek kadar yemek hazırlamayı Hacı Halil aylarca yapmış.
Arada bir, iki karısını ve hizmetçilerini akrabalarına yollayarak saklananların aşağıya inmesini, elbiselerini yıkamalarını ve banyo yapmalarını da sağlamış.
Çocuklardan ikisi öldüğünde onları da gizlice gömmüş.
Tüm bunları yaparken çok büyük riske girdiğini biliyordu Hacı Halil.
Üstelik hizmetçileri ne yaptığından haberdardılar ve eğer yakalansaydı, onun da kaderi Ermenileri bekleyen kaderle aynı olacaktı.
Ben kendi kuşağımın, amca ve teyzeleriyle birlikte büyüyebilen çok az çocuğundan birisiyim.
Tüm bunlar bana hep Hacı Halil’i hatırlatıyor.
Tanrının rahmeti onunla olsun.
Daha sonra Halep ve Beyrut’ta Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde yaşadım, okula gittim, Zavarian hareketi gibi örgütlere katıldım. Özgür ve bağımsız Ermenistan rüyası  ve Türkler tarafından yapılan kabus, gördüğüm eğitimin iki temel direği idi.
Hem Ermeni örgütlerden, hem de hayatta kalanlardan Türklerin insanlık dışı yaratıklar olduklarını öğrendim...
Ama Hacı Halil’in anısı benim bilincimin bir parçası idi ve ben insancıl Türkün, onun ailesinin varlığının bende yarattığı ikilemi bilerek büyüdüm. Bende içselleşmiş olan bu ikiliğin bana öğrettiği bir gerçek var: Gerçeklik ve adalet o kadar kolay değil, bu mutlaka araştırılmalıdır...
Elimi buradan, Türkiye’nin insanlarına uzatmak istiyorum.
Hatırlamaları için rica ediyorum; bir zamanlar devletleri belki katiller tarafından yönetilmişti, ama onların Hacı Halil’leri de vardı.
Jenosit gerçeğini kabul etmek, üzüntüyü dile getirmek, bu sonuncuların anısına yakışan şey olacaktır.
Bizler arasındaki iyileşme süreci de belki böyle başlayacaktır...”
KARDEŞLİK ELİ
“Elimi buradan, Türkiye’nin insanlarına uzatmak istiyorum.”
Bu sözler, Zoryan Enstitüsü Başkanı Greg Sarkisyan’a ait.
Sarkisyan, Soykırımın 80. yılı dolayısıyla düzenlenen bir sempozyumda, Türk halkına işte böyle sesleniyor.
Sarkisyan, aradaki soykırım duvarına rağmen, Türk işçi ve emekçilerine kardeşlik elini uzatmakta tereddüt etmiyor.
O’nun ve halkının tek bir isteği var: Türk halkının, Ermeni Soykırımı’nı kabul ederek, İttihat ve Terraki’nin kanlı mirasını red ve mahküm etmesi.
Bu yüzden Hacı Halil’de ve benzerlerinde cisimleşen Türk halkı onuruna sesleniyor Sarkisyan, “Acımıza ortak olun!” diye.
Ermeni halkı; tam 100 yıldır bu çağrıyı yükseltiyor.
Ancak Türk halkının bu çağrıyı duyduğunu, duyabildiğini söylemek mümkün değil.
İttihat ve Terakki’nin mirasçıları, yıllarca bu sesin duyulabilmesini, soykırımın red ve mahküm edilmesini engelledi.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, Ermeni soykırımı derin bir sessizliğe boğuldu, unutturuldu ve yok sayıldı.
Ama, sessizlik artık hükmünü yitiriyor.
Ermeni Soykırımı, iç politikanın da en önemli gündemlerinden biri haline geldi.
Soykırım, aylardır TV’lerin ve gazetelerin manşetlerinden inmiyor.
Hakim ses, hala soykırımın mirasçılarına ait, ama aykırı fikirler de duyuluyor artık.
Bu değişim, Türk emekçileri için büyük bir fırsattır.
Soykırımın vebalini üzerinden atmak, Türk burjuvazisinin emekçilerin boynuna doladığı şoven zincirden kurtulmak için... Uzun yıllardan sonra Ermeni Soykırımını masaya yatırabilmişken, zaten asıl mesele de bu değil mi?
Devletin tutumundan çok, halklarımızın bu sorun karşısında alacağı tutum önemli.
Türk işçi ve emekçileri, Ermeni halkının uzattığı kardeşlik elini tutabilecek mi?
İşte bugün yanıtı aranan soru bu!
TEHCİR YA DA SOYSÜRÜM
Soykırım vahşeti, dönemin içişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Eğitim Bakanı Dr. Nazım’ın gizli genelgesiyle başlar.
Ermenilerin tehcir edilmesini buyuran 15 Nisan 1915 tarihli genelgede açıkça şöyle denilmektedir: “Ermenileri yok etmek lazım.
Osmanlı bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaktır... Türk topraklarında Ermenilerin yaşama ve çalışma hakkı tamamen iptal edilmiştir.
Buna göre, Hükümet, beşikteki bebeklere bile acınmamasını emrediyor.
Açık bir soykırım ilanı olan bu genelgenin hemen ardından seferberlik ilan edilir ve 18 ile 45 yaşları arasında bütün Ermeni erkekler silah altına alınır.
1915’ten 1918’a uzanan zaman diliminde, yaklaşık 300 bin Ermeni zorla askere çağırılır.
Bunlardan “Amele Taburları” oluşturulur.
Değişik bölgelere sürülen ve zorla çalıştırılan bu taburlara bağlı askerler, daha sonra Enver Paşa’nın özel emri ile katledilir.
Seferberliğe, Ermeni bölgelerinin silahsızlandırılması ve aydınların tutuklanması eşlik eder.
“Silah toplama” gerekçesiyle Ermenileri yağmalayan, evlerini harabeye dönüştüren ve katleden Osmanlı, Soykırımın başlangıcı olarak kabul edilen 24 Nisan 1915’de ise, İstanbul’da yaşayan 273 Ermeni aydınını tutuklar.
Sonra da gönderdiği sürgünde katleder.
Ermeni okullarını kapatır ve Ermeni kiliseleriyle birlikte kullanılamaz hale getirir.
Soykırım saldırıları, Ermeni ulusal kurtuluş mücadelesinin güçlü olduğu Van’da start alır.
Ermenilerin yaşadığı ilçe ve köyler, İttihat ve Terakki’nin örgütlediği Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin baskınına maruz kalır.
Kan gövdeyi götürür.
Birkaç ay içinde onbinlerce Ermeni kılıçtan geçirilir.
Bir o kadarı da yerinden yurdundan edilir.
Bu insanlık vahşeti, Van’la da sınırlı kalmaz; hızla Bitlis, Ağrı, Antep, Maraş ve Malatya’ya doğru yayılır.
Din adamları, “Kim 7 gâvur öldürürse cennete gider".
"Gavurların katli vaciptir” şeklinde vaazlarla bu katliama çanak tutarken, işbirlikçi Kürt aşiret reisleri de bu katliamın suç ortaklığında yer alır.
Kürt feodal ağalarının inisiyatifinde oluşturulan Hamidiye Alayları, Ermenilerin üzerine atılır.
Bu saldırılara, yer yer Muş Ovası’nda iskan edilmiş Kafkas kökenli obaların silahlı çeteleri de katılır.
Tüm bu katliam saldırıları karşısında “tarafsız”mış gibi bir görüntü çizmeye özen gösteren İttihat ve Terakki Hükümeti, ortaya çıkan Ermeni direnişlerini de fırsat bilerek, “tehcir” (yer değiştirme) politikasını gündeme getirir.
İşgalcilerin ve sömürgecilerin klasik yöntemlerinden biri olan yer değiştirme ya da sürgünün amacı, ulusal direnişi etkisiz hale getirmek, ulusal bilinci parçalamaktır.
Tıpkı Kürt halkının 3 bin köyünün boşaltılarak yakılması, yüzbinlerce Kürdün Batı’ya göç ettirilmesinde olduğu gibi.
Resmi tezlere göre; tehcirin amacı, “Bağımsız Ermenistan kurma düşüncesiyle, savaş içindeki kendi devletlerini arkadan vuran Ermenilerin verdikleri zararı önlemek gayesiyle zorunlu olarak alınmıştır.”
Çünkü, “Ermeni tedhiş (terör) hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır.”
Özcesi Osmanlı masumdur!
Kendisini, “sözde vatandaş”ların mezalimi karşısında korumaya çalışmaktadır sadece!
“Sözde vatandaş”ların provokasyonları!..
Egemenler, Ermeni Soykırımı’ndan bu yana oldum olası bu yalana sarılıyor.
Bu politik argüman tam 100 yıldır hiç eskimedi.
Örneğin, yakın zaman önce Mersin’den Trabzon’a uzanan linç girişimi, ‘sözde vatandaşlar’ karşısında bayrağı savunmak için yapılmadı  mı?
Ulusal haklarını talep eden Kürt halkı ve devrimciler, ‘sözde vatandaş’ ilan edilip, hedef gösterilmedi mi?
Türkiye Cumhuriyeti’nde “özde vatandaşlar”, her daim tetiktedir. “Sözde vatandaşlar”a karşı uyanıklığı, bir an için bile elden bırakmazlar bunun için.
Tehlike anında hemen harekete geçilir ve “bölücüler” etkisiz hale getirilir.
Ama bu politika, her daim çok bilinçli bir şekilde açıktan gündeme sokulmuyor.
Öncelikle, tarafsızlık görünümü altında komplolar ve kışkırtmalar tertipleniyor.
Bunun için genellikle düzenin besleyip el altında tuttuğu paramiliter güçler kullanılıyor.
Bu güruh, zincirlerinden boşandırılıyor ve tepki hareketi örgütleniyor.
Devlet, ancak bundan sonra olaylara müdahaleyi kendisine görev biliyor.
Tabii ‘olayları yatıştırmak’ ve ‘asayişi sağlamak’ için güçlü ve şefkatli kollarını da göstermemezlik etmiyor.
Bu komplolar zinciri, 100 yıldır özünde hiç değişlmedi: Çorum’da, 12 Eylül’de, Sivas’ta ve tabii ki Gazi’de hep aynı senaryo tertiplendi.
‘SÖZDE VATANDAŞLAR'
BU ERMENİLERDİR
Tarih, 27 Mayıs 1915’e işaret ederken, devlet yine “sözde vatandaş”lara “büyüklüğünü” gösterir.
İttihat ve Terakki’nin gelişmeler karşısındaki “tarafsız”lığı bozulur. “Tehcir Kanunu” ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan genelgelerle, Anadolu’daki 70 yerleşim biriminde Ermeniler yerinden yurdundan sürülmeye başlanır.
Bu zulme karşı yer yer direnişler patlak verir.
Zeytun isyanı, örneğin bunlardan en bilinenidir.
Konya istikametinde zorunlu göçe tabi tutulan Ermenilerden 32’si, kendilerini manastıra kapatarak bir direniş gerçekleştirir.
Bu “sözde vatandaşlar” da tabii ki direnme haklarını yaşamlarıyla ödemek zorunda bırakılır.
Ermeni Soykırımı, büyük oranda 9 Haziran 1915 ile 8 Şubat 1916 tarihleri arasında süren tehcir sırasında meydana gelir.
Tehcir Kanunu nedeniyle evlerinden yurtlarından zorla kopartılan Ermeniler, büyük kafileler halinde yola koyulur.
Yolda ise, onları ölüm beklemektedir.
Osmanlı’nın örgütlediği Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri, çoktan yollara pusu kurmuş, kan dökmek için beklemektedir.
Tehciri, “Dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır” şeklinde öven resmi teze göre; tehcir sırasında Osmanlı askerleri Ermenileri katletmemiştir.
Çetelerin “öngörülemeyen” saldırıları dışında, ölen Ermeniler tabii ki olmuştur, ama onlar da, olsa olsa açlık ve hastalık gibi önlenemeyen felaketler nedeniyle yaşamlarını yitirmiştir.
Bu ölümlerden Osmanlı ve İttihat ve Terakki Hükümeti sorumlu olamaz ki!
Resmi tez, aynen böyle diyor!
Ne ala?
Yüzbinlerce insanın yaşam hakkı, resmi tezlerin soğukluğunda kolayca yitip gidebiliyor!
Oysa tehcir kararını aldıktan sonra, bu göçün güvenli bir şekilde gerçekleşmesi, her durumda İttihat ve Terakki’nin sorumluğu altındadır. İttihat ve Terakki ile mirasçıları bugün de olsa bu sorumluluktan kaçamaz.
Çünkü tarih ve gerçekler onların peşini bırakmıyor, bırakmayacaktır.
Gerçekler, İttihadçıların yalan perdesini yırtmakta inatçı.
Binlerce Ermeni’nin 20 kişilik asker kafileleriyle göç yollarına salınması, katliamlara davet çıkarmak değilse nedir?
Ya da, Osmanlı arşivlerinde yer alan Der Zor Çölü’ne ilişkin bilgiler, planlı bir katliamdan başka neyi anlatabilir?
Osmanlı arşivlerine göre; Talat Paşa, 1913’te Der Zor ile ilgili bir soruşturmada bulunur ve “Bu çölde yaşama imkanı yoktur” yanıtını  alır. Buna rağmen bundan iki yıl sonra, Der Zor’a tehcir kararı almakta tereddüt etmediği görülecektir.
Hatta, tehcirin sürdüğü 1915 Ağustos’unda, daha da ileri gidecek ve “Ermenilerin yeni vatanı  Der Zor’dur”, “Ermeni meselesi çözülmüştür” sözleriyle, bu ölüm sürgününü savunacaktır.
Resmi tezin savunucularına soruyoruz: Sonuçları  öngörülebilir olduğuna göre Der Zor’a tehcir kararı, planlı bir katliama, etnik bir temizliğe işaret etmemekte midir?
Ermenileri, yaşama şansı dahi olmadığı bilinen bir yere göndermek, soykırım değilse nedir?
Resmi tezlere bakılırsa, tehcir sırasında 50 bin Ermeni çete saldırıları, açlık ve hastalık nedeniyle ölmüştür.
Oysa, soykırımın mimarlarından Talat Paşa’nın günlüğü bile 800 bin rakamına işaret etmektedir.
Bu sayı, Ermeni tarihçilerinin 1.5 milyon önermesine daha yakındır.
Yine de yer değiştirme sırasında ne kadar Ermeni’nin yaşamını yitirdiği hala tam olarak bilinmemektedir.
Çünkü devlet, tüm Osmanlı arşivlerini incelemeye açmamış, diğer kanıtları ise büyük ihtimalle yok etmiştir.
Araştırmacıların ortaya koydukları rakamlardaki farklılıklar, matematiğin diliyle söylenenlerin soğuk özünü değiştirmiyor.
Her iki Ermeni’den biri, ya da her üç Ermeni’den biri, ya da her dört Ermeni’den biri... öldürülmüştür.
Özcesi, bağımsızlık uğruna mücadele ettiği için bir halk yerinden, yurdundan sürülmüş, katledilmiş ve yok edilmiştir.
Asıl önemliside bu değil mi?
Ermeni halkı, 1918’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yardımıyla kazandığı ulusal haklarına kadar, Osmanlı’nın baskılarına ve katliamlarına maruzkalır.
Örneğin, Ermenilere yönelik saldırılar, tehcirin ardından da sürer.
Ocak 1920’den itibaren Türk orduları, Maraş ve civarındaki Ermeni yerleşim yerlerine yeni saldırılar gerçekleştirir.
22 gün süren bu saldrılarda, 11 binden fazla Ermeni katledilir.
1922’de, İzmir’in Ermeni ve Rum mahalleleride yerle bir edilir, binlerce Ermeni katledilir.
Yani Cumhuriyet, Ermenilerin cesetleri üzerine inşa edilir.
Bunu ilerde açacağız.
SOYKIRIMI ÖNCELEYEN KOŞULLAR
Soykırımı önceleyen tarihsel koşullar, 1895’e kadar uzansa da asıl dönüm noktası, 1912 Balkan Savaşı’dır.
Çünkü Abdülhamid’in baskıcı iktidarını yıkan ve 1908 Anayasası’nı yürürlüğe koyan İttihat ve Terakki.
Cemal Paşa Partisi, 1912’ye gelindiğinde hızla ilericilik barutunu tüketir.
Ermeni örgütlerle işbirliği dahilinde 1908 devrimini gerçekleştiren İttihatçılar ya da diğer  adıyla Jön Türkler, giderek Abdülhamid’in zulüm rejimini aratmayacak baskı araçlarını devreye sokar.
İlginçtir; Ermenilerin siyasi temsilcileri olan Hınçaklar ve Taşnaklar, buna rağmen 1914’e kadar İttihat ve Terakki ile ittifak içinde olmayı sürdürür.
Ancak bu, Ermenilerin İttihatçılar tarafından katledilmesini engelleyemedi.
Dönemi şöyle bir gözümüzün önüne getirelim: Osmanlı işgali altındaki Balkanlar ve Ortadoğu’da hızla ulus devletler kurulmaktadır.
Osmanlı’nın ezilen halkları başkaldırmış, ulusal isyanlar dört bir yanı sarmıştır.
İttihat ve Terakki çaresizdir.
Osmanlı’nın bu çöküşünü önce “Osmanlıcılık” ideolojisiyle durdurmaya yönelir, ancak ağır Balkan yenilgisi ve Rumeli’yi kaybetme şoku, bu çabanın iflas belgesi olur.
Müslüman Boşnaklar bile, o koşullar altında ulusal bağımsızlıklarını ilan ederek, Osmanlı’yı, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in ifadesiyle, arkasından“hançer”leyiverir.
Hatırlanacaktır; Çiçek, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni Konferansı düzenlemek isteyen aydınları bununla itham edip, tehdit etmişti.
Boşnakların bağımsızlıkçı girişimini, Müslüman Arnavut ve Arap halkları da izlemekte gecikmeyecektir.
İttihat ve Terakki için, Müslüman kardeşlerinden yediği bu darbeler, bardağı taşıran son damlalar olur.
Osmanlıcılık, artık açık ki hükmünü yitirmiştir.
Hatta Libya’nın ve Mısır’ın elden gitmesi ve Balkanlar’daki Müslümanların ayrılığı, Panislamizm’in de iflasının habercisi olur.
İttihat ve Terakki, artık yaralı bir hayvan gibidir; acılı ve saldırgan... Müslüman kardeşleri bile onu arkasından “hançerler”ken, diğerleri durur mu?
Bu yüzden İttihat ve Terakki, dümeni hızla Pantürkizm’e doğru çevirir. Ancak bir yandan da Panislamizm elden bırakılmaz.
Geniş Arap Ortadoğusu toprakları Osmanlı mülkünde kalmaya devam etmektedir.
İmparatorluk hala Halifeliği elinde tutmaktadır.
Ancak İttihatçı kadronun çkış programı, “Turan İmparatorluğu” hedefi olarak giderek belirginleşir.
Bu iki “tarz-ı siyaset” bakımından da Ermeniler dışlanan bir pozisyondadırlar.
Ne Türk ne de Müslüman olan Ermenilere karşı İttihatçılar Anadolu’nun Müslüman halklarını kışkırtırlar.
Aslında aynısını Abdülhamid de Adana katliamıyla yapmıştır.
Senaryo, önceden de işaret ettiğimiz gibi, zaten hazırdır: “Sözde vatandaşlara” karşı “özde vatandaşlar”ın öfkesi... Bu amaçla “özde vatandaşlar” önce “sözde vatandaşlar”a karşı kışkırtılır.
Katiller, tecavüzcüler ve hırsızlar zindanlardan salıverilir.
Onlardan Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri oluşturulur.
Anlayacağınız, soykırım için artık her şey hazırdır.
İlk provokasyonların startı verilir.
İlk hedef Bulgarlar ve Rumlar olur.
Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe, bakın anılarında bu durumunu nasıl anlatıyor: “Talat Bey, Balkan Harbi’ndeki hıyanetleri tebarüz eden anâsırdan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı.
İstanbul Muahedesile Edirne, Kırkkilise ve civarındaki Bulgarlar, Bulgaristan’a sevk edilmişlerdi.
Sıra Trakya’daki Rumlara gelmişti.
Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti.
Zira yeni harbi doğurabilirdi.
Alınan tedbir şu oldu: Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek, Cemiyet’in teşkilâtı işi idare edecek.
Bir vak’a ihdas edilmeyecek, yalnız Rumlar ürkütülecek.
Balkan Harbi’ndeki hıyanetlerinin tepkisi ile maneviyatı bozulmuş Rum halkı gitmek üzere ayaklandı.
Bundan sonra aynı tarzda İzmir, Bergama, Dikili ve Menemen Rumları da ayaklandılar... İzmir’in civarında 200.000’e yakın Rum Yunanistan’a gitti.”
“Hiyanetleri tebarûz eden anâsırdan memleketi temizlemek”, yani tehcir, etnik temizlik ve soykırım... Bunlar, İttihat ve Terakki’nin devlet politikası haline getirilir.
Homojenleştirme operasyonuyla, elde kalan topraklardan Müslüman ve Türk olmayan nüfusun temizlenmesi, devşirilmesi ya da bu nüfusun tehlikeli görülen coğrafi yoğunluğunun dağıtılması amaçlanır.
İttihat ve Terakki’ciler, Anadolu’yu Türkleştirerek, Akdeniz’den Orta Asya’nın Talat Paşa içlerine ve Altay’lara kadar uzanacak olan bölgede “Turan Devleti” kurma emelini beslemeye koyulur.
İttihat ve Terakkiciler, tehcir kararını 1913’te alır.
Ancak planlama ve uygun koşullarının oluşması için, 1915’e kadar bekleyeceklerdir.
1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı, bu soykırım operasyonu için bulunmaz fırsat olur.
Bu yüzden etnik temizlik operasyonunun startı, savaşın ilanıyla verilir. Osmanlı, Almanya’nın yanında emperyalist paylaşım savaşına katılır. Amaç çok nettir: Orta Asya’ya doğru yayılmak, başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan azınlıkları Anadolu topraklarından tehcir etmek.
Önce Rumlar, Bulgarlar ve Süryaniler Anadolu topraklarından sürülür. Hemen ardından sıra Ermenilere gelir.
Ama Ermeniler sözkonusu olduğunda durum Bulgarlar ve Rumlardan çok farklıdır.
Ermenilerin, Bulgarlar ve Rumlar gibi gönderilecekleri ya da kaçırtılacakları yerleri, ulusal toprakları yoktur.
Bu yüzden Ermeni sorunu, “ılımlı” yöntemlerle çözülemeyecektir. Benzer bir durum, daha sonra Kürtler için de geçerli olacaktır.
Ermenileri hedef alan homojenleştirme ya da soysürüm operasyonu, bu yüzden daha kanlı olmak zorundadır.
Öyle de olur!
Ermeni tehciri, öncekilerden farklı olarak bir soykırıma dönüşür.
Yüzbinlerce Ermeni tehcir yollarında katledilir.
1915’ten önce de Ermenilere dönük katliamlar meydana gelir, ama hiçbiri, soykırım olarak nitelendirilmeyi hak etmemişti.
Örneğin, 1910’daki Adana Katliamı da bunlardan biridir.
On binlerce Ermeni’nin öldürüldüğü bu katliam, bir soykırım değildir. 1915’e kadar, Osmanlı yöneticilerinin bazen doğrudan sorumlu oldukları, bazen ise olayların kontrolünü bütünüyle ellerinden kaçırdıkları etnik çatışmalar söz konusunudur.
Ama bunların programlı bir etnik temizliğe dönüştüğünü iddia etmek mümkün değildir.
Çünkü, “Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: Grup üyelerinin öldürülmesi, Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, Grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, Grup içinde doğumları  engelleyecek önlemler alınması, Grup içindeki çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulması”dır.
Bir ulus böyle yaratıldı Egemenlerin yüzleşmekten korktukları asıl şey, kendi başına Ermeni Soykırımı değildir.
Rejimin sahiplerini asıl korkutan, İttihat ve Terrakki ile Cumhuriyet arasındaki tarihsel sürekliliğinin sergilenmesidir.
Onlar, Ermeni Soykırımı’nın, günümüze ışık tutmasından, Susurluk Kontgerilla devletinin köşe başlarını tutan “özde vatandaş”ları, yani neo-ittihatçıları deşifre etmesinden çekiniyorlar asıl.
Onlar, “Ne mozayiği ulan; mermer, mermer!” söylemi ile “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatının Ermenilerin kanıyla sulandığını tarihsel gerçeğini yadsımak amacını taşıyorlar.
Tahammülsüzlükleri bundandır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi; Türkiye Cumhuriyet’nin harcında yüzbinlerce Ermeni’nin kanı var.
Türk uluslaşması, önemli oranda Anadolu’da yaşayan diğer ulus ve azınlıkların, özellikle de Ermenilerin ve Kürtlerin inkar ve imhası üzerine oturmuştur.
Böyle olduğu için de, Ermeni Soykırımı, Türk ulusal kimliğini, onun üzerinde yükselen devleti ve onun algılanış biçimini ciddi bir şekilde sarsacak, hatta tuzla buz edebilecek bir sorun niteliğindedir.
Türk devleti, tarihi ile yüzleşmek zorunda kalırsa, kurumlar, zihniyetler, alışkanlıklar, kültür ve hatta dil de dahil olmak üzere her şey sorgulanmaya başlanacaktır.
Egemenler, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından bazılarını, kahramanlar olarak değil de, hırsız ya da katil olarak tanımlamak zorunda kalacaktır.
NEO-İTTİHATÇILIK
Neo-İttihatçılık, bu tarihsel sürekliliğe işaret eden en uygun nitelemedir.
Ermeni Soykırımı’na imza atan İttihatçılık ile Cumhuriyet’i kuran ve yöneten Neo-İttihatçılar arasındaki tarihsel sürekliliğin dökümü şöyle yapılabilir:
* Her şeyden önce Cumhuriyet’le taçlanan ulusal kurtuluş hareketi İttihatçılar tarafından planlanmıştır.
Mondros Mütarekesi'nden sonra, ilk savunma ve direniş örgütleri İttihat ve Terakki kadroları tarafından kurulmuştur.
Örneğin, bu direniş örgütlerinden Karakol adıyla bilineni, doğrudan İttihat ve Terakki liderleri Enver ve Talat Paşalar tarafından kurulmuş ve yönetilmiştir.
Karakol örgütünün birincil görevi, direnişi örgütlemek olduğu kadar, Ermenilere karşı işlenmiş suçlardan dolayı aranan İttihat ve Terakki kadrosunun yurtdışına gizlice kaçırılmasını örgütlemektir.
Hatta, Mustafa Kemal bile İttihat ve Terakki Partisi üyesidir, ancak bu parti içinde sivrilmiş biri değildir.
Ya da ulusal kurtuluş hareketinin dönüm noktalarından Erzurum Kongresi’ni oluşturan tüm delegeler İttihatçıdır.
Keza, 1920’deki Meclis’in en az beşte biri de İttihatçıdır.
Bu bilgi açıkça Meclis kataloğuna geçmiştir.
Anlayacağınız, yeni rejimin sahipleri, bu gerçeği gizleme ihtiyacı bile duymamıştır.
* İttihatçılar sadece ulusal kurtuluş hareketinin ana gövdesini oluşturmakla kalmamış, Cumhuriyet önemli ölçüde bu kadroların omuzları  üzerinde yükselmektedir.
Ermeni tehciri konusunda aktif görev alan Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Abdülhaik Renda gibi şahsiyetler, Cumhuriyet’in önemli bakanlıklarını işgal etmişlerdir.
Daha da önemlisi, bu zatlar, aynı zamanda yeni vatandaş tipolojisinin oluşturulması sürecinde devletin belkemiği, şoven politikasının mimarları  da olmuşlardır.
Örneğin, Ermeni Tehciri'nin İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü (Sevkiyat Reis-i Umumusi) Şükrü Kaya, İçişleri Bakanlığı ve CHP'nin Genel Sekreterliğini yapmıştır.
Şükrü Paşa Malta'ya sürgün edilmiş ancak 6 Eylül 1921'de firar etmişti.
Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep Valisi olan Abdülhalik Renda, Malta'dan döndükten sonra önce Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulunmuş, ardından TBMM Başkanlığı yapmıştır.
Soykırım yıllarında Diyarbakır milletvekili olan Arif Fevzi (Pirinççizade) bir süre Malta'da gözetim altında tutulduktan sonra dönmüş, Mayıs 1922 Ekim 1923 arasında Nafıa Vekilliği yapmıştır.
Yine, Malta'da 2805 no'lu tutuklu olarak bulunan İttihat Terakki'nin Antep milletvekili Ali Cenani Bey Kasım 1924-Mayıs 1926 arasında Ticaret Bakanı olurken, Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras 1925-1938 arasında bir çok önemli görevinin yanı sıra ikinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığı’nı da yürütmüştür.
Bu simaların en dikkat çekeni ise, kuşkusuz ki Celal Bayar’dır.
Siyasi yaşamına İttihat ve Terakki’de başlayan Bayar, devamında bu partinin kurdurduğu gizli istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir üyesi olarak faaliyet yürütmüştür.
1911’de Batı Anadolu Rumları’nı tehdit edip kaçırtarak, kanlı siyasi kariyerine önemli halkalardan birini eklemiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en uzun süreli üyelerinden biri olmuş ve Lozan’a Türk heyetini temsilen katılmıştır.
Üstüne üstlük bir de Maliye Bakanlığı yapmıştır.
Garip bir tesadüf mü bilinmez, ama Celal Bayar 6-7 Eylül olayları sırasında da Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmaktadır.
Bu yüzden Türk burjuvazisinin katliamcı geleneğinin bir sembolü olarak da pekala nitelendirilebilir.
Celal Bayar bu olaylar nedeniyle hakim karşısına çıkarılır çıkarılmasına, ama yaş haddi nedeniyle beraat ettirilir.
Devletin, böylece sadık hizmetkarına teşekkür etmeyi bir görev bildiği göstermektedir.
Tıpkı fiili burjuvazisinin, yüzbinlerce insanın katili cunta şefi Pinochet’e sahip çıkması gibi.
* Anadolu’da, kapitalist ilk birikimin ilk kurbanı, Ermeniler olmuştur. Türk burjuvazisi, sermayesini, Ermenilerden, Rumlardan, Yahudilerden gasp edilen sermaye üzerine inşa etmiştir.
Örneğin devletin ekonomi politikasının belirlendiği 1923’teki İzmir iktisat Kongresi’ne tek bir gayrimüslim bile çağırılmamıştır.
* Cumhuriyet, bu kanlı mirası yadsıyarak, yani savunarak İttihatçıların ayak izlerine basarak geleceğe yürüme kararlılığında olduğunu göstermiştir. Bu reddi miras, tarihsel sürekliliğin en önemli göstergelerinden biridir.
* Ama bunların belki de en önemlisi, Cumhuriyet’ten sonra da süren katliam geleneğidir.
Soykırım vahşeti, Türk burjuva devletini iliklerine kadar işlemiştir. Çünkü soysürüm politikası, boyutları değişse de, Cumhuriyet’ten sonra da azınlıklara karşı kullanıla gelmiştir.
1920’li yıllarda Ermeni tüccarların kent sınırları dışına çıkmasını engelleyen veya Ermenileri evlerini göçmenlerle paylaşmak zorunda bırakan uygulamalar; 1942 Varlık Vergisi ve 1955’teki 6-7 Eylül Olayları bunun kanıtlarıdır.
1934'de Trakya'da yaşayan Yahudilerin birçok saldırıya maruz kalması ve bu saldırılar sonucu yaklaşık 15 bin Yahudi’nin yerlerinden edilmesi; 1963'te Rumların İstanbul'dan kaçırtılması ve Süryanilerin Avrupa ve ABD'ye göçertilmesi de aynı kanlı mirasın tarihsel izdüşümleridir.
Ama etnik temizlik dehşeti bunlarla da sınırlı değildir.
Çünkü soykırım mirasının en çıplak göstergelerinden biri, Kürt halkına dayatılan inkar ve imha siyasetidir.
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte, diğer halklar gibi Kürtler de Türk burjuvazisi tarafından asimilasyona tabi tutulmak istenir.
Ancak Kürt ulusu da, bu dayatmaya baş kaldırır.
Rejimin yanıtı ise alışıla geldiği üzere yine imha olur.
Şeyh Sait ve Dersim isyanları kanlı bir şekilde bastırılır.
1990’larla birlikte vahşet operasyonları daha da hız kazanır.
Tehcirin bir biçimi olan kirli savaş devreye sokulur.
Böylece Teşkilat-ı Mahsusa, bu kez kontrgerilla olup karşımıza çıkar. Kürt köyleri boşaltılır, üç milyona yaklaşan bir köylü Kürt nüfusu kentlere sürülür.
Bu katliamlar zincirinde Alevileri de unutmamak lazım.
Ya da darbeler tarihi de pekala, bu neo-İttihatçı şebekenin bir “Teşkilatı Mahsusa” operasyonu olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.
Özcesi, neo-İttihatçılık ile Susurluk Devleti, Türk burjuvazinin aynı fosseptik çukurundan besleniyor.
MAVİ KİTAP YA DA
PROPAGANDA KİTAPLARI
Mavi kitap ya da propaganda kitapları Neo-İttihatçıların bugün dillerinden düşürmediği propaganda kitapları meselesine de değinmekte yarar var.
Egemenlerin, Ermeni Soykırımı’nı belgeleyen Mavi Kitap ile ilgili yürüttükleri traji-komik kampanya, bunu zorunlu kılıyor.
Neredeyse her konuda anlaşmazlığa düşen AKP ile CHP’nin, Mavi Kitap konusunda bir araya gelmesi ve ortak bir deklarasyon yayınlaması ibret vericidir.
Bu ortaklık bile, Neo-İttihatçılığın burjuvazinin tüm bölükleri açısından geçerli bir niteleme olduğunu göstermektedir.
Propaganda kitapları; emperyalist güçlerin, rakibini dize getirmek için kullana geldiği araçlardan biridir.
Savaşın, savaş alanlarının dışına da taşırılması ve bütünsel bir karakter kazanmasının unsurlarıdır.
Psikolojik muharebe diye bilenen savaş yöntemi, bu tarz araçların sistemli bir şekilde kullanımına dayanır ve artık kitapların kullanımıyla da sınırlı değildir.
Medyanın tüm unsurları, bu savaşın günümüzdeki araçlarıdır.
Soğuk Savaş dönemi, bu harbe ilişkin çarpıcı verilerle doludur.
Hatta Soğuk Savaş diye nitelenen dönemin en temel savaş biçimidir, psikolojik savaş yöntemi.
Girişte de ifade ettiğimiz gibi, bu kitaplar emperyalist güçlerin, rakibini dize getirmek için kullana geldiği araçlardan biridir.
Ancak böyle oldukları için, bu kitaplar aynı zamanda emperyalistler arası rekabetin de dışavurumudur.
Çeşitli katliamların belgelenmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Dönemin propaganda kitapları, Ermeni Soykırımı’nın yanı sıra, örneğin Alman emperyalizminin 1904’te Namibya’daki katliamını da belgelemiştir.
İngiltere’nin savaş boyunca propaganda amacıyla bir çok kitap yazdığı bilinmektedir.
Bu sadece İngiltere’ye has bir uygulama da değildir.
Tüm emperyalist güçlerin, bu yöntemi benimsediği ve bu doğrultuda birçok kitap bastığı bilinmektedir.
Ne de olsa dönemin psikolojik savaşı, kitap savaşları olarak da tanımlanabilir.
Ancak psikolojik savaş amaçlı yazılmış olsalar da bu, propaganda kitaplarının, illa ki tarihi çarpıttıkları anlamına gelmemektedir.
Hatta gerçeklere dayanan propaganda kitapları her zaman daha makbul olmuştur emperyalistler için.
Mesela Mavi Kitap’ın yazarı İngiltere, bu konuda her zaman çok hassas olmuştur.
O dönem İngiltere’nin bastığı tüm propaganda kitapları belgelere ve gerçeklere dayanmaktadır.
Sorun bu gerçeklerin İngiliz amaçları için derlenmiş olmasıdır, yoksa gerçek olmaması değil.
Türk egemenleri, şimdi Mavi Kitap’ın bilimsel olmadığı fikrini kabul ettirmeye çalışıyor.
Hatta bu amaçla İngiltere parlamentosuna mektup bile gönderdiler geçenlerde.
Tek dayanakları, kitabın propaganda amaçlı yazılmış olması.
Oysa kitabın yazarı da dahil olmak üzere, tüm saygın tarihçiler bu kitaptaki verilerin gerçek olduğunu teyit ediyor.
Tarihçilerin bu iddiası, sadece bu kitaba değil, bu kitapla paralellik gösteren dönemin tüm anlatılarına ve belgelerine dayanıyor.
Egemenlerin bu çırpınışı, ne kadar da komik?
Kürtlerin varlığını yok saymak için ucube “Güneş-Dil” teorilerine imza atmakta sakınca görmeyenler, “Kart-kurt” edebiyatı yapanlar, şimdi bilimsellik peşine düşmüş!
Ama besbelli ki onlarınki beyhude bir çabadır.
Mavi Kitap’ı bir yana koyun, Ermeni Soykırımı’nı ispatlayan ciltlerce belge mevcuttur.
Ne yapacaklar, onları da propaganda kitabı diye mi yutturmaya çalışacaklar bize?
Acınacak bir haldeler.
Çünkü dünya, bu sorunu çoktan aşmış.
Soykırımın varlığını tartışma gereği bile duymuyor atık.
Dünya, bu günlerde Osmanlı’nın mirasçısı Türk devletinin bu konudaki mesuliyetini sorguluyor sadece.
RESMİ TARİH, YAMALI BİR BOHÇADIR  
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihi, yamalı bir bohça gibidir.
Neresinden tutsanız elinizde kalır.
Resmi tarih, Nazilere yol gösteren bir katliamı reddetmekle kalmıyor, soykırıma uğrayanın Türkler olduğunu iddia edebilecek kadar saçmalıyor.
Ya da en hafifinden trajediyi karşılıklı bir mücadelenin sonucu olarak değerlendiriyor (‘mukatele’).
Oysa adaletin terazisi, şüphesiz ki bu duruma itiraz ediyor.
Çünkü ortada açık bir soykırım gerçeği var.
Çünkü, 1915’te ancak devletin olanaklarını elinde tutan bir grubun, planlı bir etnik temizlik harekatından bahsedilebilir.
İttihat ve Terakki, Ermenilerin sadece Rus sınırlarına yakın olanları değil, İstanbul ve İzmir’i büyük ölçüde bunun dışında tutarsak, Anadolu’nun hemen hemen her bölgesinden zorla sürüyor.
Bunu kadın, çocuk, yaşlı genç demeden yapıyor.
Hatta hayata geçip geçmediğini denetliyor aylar sonra.
Bu etnik bir çatışmadan, bir iç savaştan çok farklı bir şey.
Örneğin M. Kemal bile cumhuriyet kurulmadan önce, Ermeni Soykırımı’nın varlığını kabul etmiştir.
ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta, “Hiçbir yayılma planımız yoktur... Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” demifltir.
Ve Kazım Karabekir’e 6 Mayıs 1920’de çektiği telegrafta, Karabekir’in, yeniden bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister bu yüzden.
Ya da, 24 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmada, 1915’te Ermenilere yapılanları, “fazahat” (alçaklık) olarak tanımlamakta sakınca görmez. Buna benzer birçok açıklama ve yazışma mevcut.
Bu ifadelerin sahibi Mustafa Kemal’in, burjuva Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Ermeni Soykırımı’nı dillendirmemesi, hatta resmi söylemin tezlerini savunmaya dönmesi önemli bir soru işaretidir.
Bunun nedenleri üzerine pek çok şey söylenebilir, ama en önemlisi, M. Kemal’in 1920’lerden sonra ve özellikle Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, İttihat ve Terakki kadroları ile girdiği ittifaktır.
Yeni kurulan Cumhuriyet, Osmanlı’yı bazı bakımlardan yadsımış (Hilafet, Sultanlık vb.) ama katliamcı geleneğini devralarak sürdürmüştür.
Bazı liberal yazarlar, yeni kurulan TC’nin bu soykırımdan Osmanlı’yı sorumlu tutup işin içinden ‘sıyrılmamış’ olmasına hayıflanıyorlar.
Ancak tarihsel gerçek şu ki, TC, aynı siyaseti devam ettirdiği için, Ermeni soykırımını mahkum edemezdi.
ERMENİ SOYKIRIMI EGEMENLERLE
BİR HESAPLAŞMADIR
Şimdi asıl meseleye gelelim: 100 yıllık bir geçmişe sahip bu sorun, işçi ve emekçileri hala neden alakadar etmektedir?
Burjuva ideologların çağrısına uyup, bu sorunu tarihe ve tarihçilere mi havale etmek gerekir?
Şüphesiz ki hayır!
Bırakın tarihe gömmeyi, bu meseleyi tarihçilere havale etmek bile burjuvazinin istediği şeyi yapmak olur.
İşçi ve emekçilerin böyle bir sorumluluktan kaçma, bu soruna teğet geçme gibi bir lüksü yoktur.
Her şeyden önce bu açık bir insanlık suçudur.
İşçi sınıfı, bu insanlık suçunu cezasız bırakamaz, bırakmamalıdır.
Ama bundan daha da önemlisi; bu sorun, vicdani bir muhasebenin de ötesinde işçi sınıfı için mihenk taşıdır.
Geçmişle hesaplaşmak, egemenlerle hesaplaşmak demektir.
İşçi sınıfının bilincine örtülen şovenizm perdesini yırtıp atmak, Ermeni ulusundan işçi ve emekçilerle, dahası Kürt halkıyla kardeşleşmenin ön koşuldur.
Tüm ezilenlerin öncüsü olma sıfatına layık olabilmek, ancak bu yoldan mümkündür.
‘71 ve ‘80 derbeleri ile, Sivas’la, Gazi’yle hesaplaşmak isteyen işçi ve emekçiler, Ermeni Soykırımı ile de hesaplaşmak zorundadır.
Türk işci ve emekçileri, soykrımın varlığını kabul etse ne kaybeder? Ermeni hükümetinin toprak ve maddi tazminat konusunda her hangi bir girişimde bulunmayacağı bilinmektedir.
Bu yasalarla ve resmi ağızlardan yapılan açıklamalarla sabittir.
O zaman?
Hamidiye Alayları aracılığıyla bu katliama bir biçimde suç ortağı olan Kürt halkı geçmişiyle hesaplaşıyor.
Kürt halkının temsilcileri, Ermenilerden özür diliyor.
Bu onları güçsüzleştiriyor mu?
Hayır, tam tersi!
Ermeni halkının sorunu Türk halkıyla değil, Osmanlı zulmü ve onu miras edinen Türk burjuva devletiyledir.
Bu geçmişte de öyleydi idi, şimdi de öyledir.
Bakın ne diyor, Ermeni ulusal kurtuluş mücadelesinin ünlü komutanlarından Antranik (Ozanyan) Paşa: “Ben kendi halindeki Türk ahaliye karşı hiç bir zaman bir saldırıda bulunmadım; benim savaşım yalnızca beylere ve idareye karşı olmuştur.
Ben milliyetçi değilim.
Tek bir millet tanıyorum, o da ezilenler milleti.”
“Ezilenler milleti”, ne güzel söylemiş Ermeni halkının bu yiğit evladı değil mi!
Bu ifade, şüphesiz ki Türk ve Ermeni ezilenlerine bir kardeşleşme çağırısıdır.
SONUÇ OLARAK
Ermeni Soykırımı tarihsel bir gerçektir.
Ve bu gerçek, egemenlere havale edilemeyecek kadar hayati bir sorundur.
Türk burjuvazisinin, “Sorunu tarihçilere bırakalım” yaklaşımı, işçi ve emekçileri tarihiyle yüzleşmekten kaçırma çağrısıdır.
Bu oyuna gelinmemelidir.
Tarihsel acıların üstünü örtmeye çalışmak ya da o acıları yok saymak, acıları kangrenleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Hele bu acı insanlık belleğine kazınmış bir soykırımsa, bundan kaçış yolu hiç yoktur.
Türkiye Ermeni halkına karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımını kabul etmeli ve Ermeni halkından özür dilemelidir.
Fransa’nın, Cezayir’de işlediği insanlık suçları karşısında, “Hepimiz katiliz!” diye haykırabilme sorumluluğu ve onurunu gösteren Fransa’nın aydınlık yüzü Jean Paul Sartre’ın çığlığı pusulamız olsun:
“Bu savaşın bir anlamı olduğunun, bir an için bile kabul edilmesi durumunda, Fransa ordusu ve sivilleri, söz konusu kararın iğrenç katılığını savunmak istiyorlarsa eğer, kendilerinden neler talep edileceğini görmüyorlar mı?”

KAYNAKÇA:
1- Sarkis Çerkezyan, Dünya Hepimize Yeter (Belge Yayınları)
2- İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu-Taner Akçam (imge Yayınları)
3- Aktaran Andonyan 1921. Sayfa 232 ve Nersisyan 1991. Sayfa 564- 565
4- Genelkurmay Arşivi
5- Halil Menteşe, Anılarım
6- BM sözleşmesi
7- Bilal şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara 1973
8- K. Karabekir, istiklal Harbimiz, s. 707
9- Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, s.59
10- Gündem gazetesinin 24 Nisan 2005 tarihli başyazısı
11- Sarkis Çerkezyan, Dünya Hepimize Yeter (Belge Yayınları)
12- Jean Paul Sarter, Sömürgecilik Bir Sistemdir (Belge Yayınları)

SOYKIRIM GERÇEKLİĞİ
ERMENİ SOYKIRIMI, TEHCİRLERİN, KATLİAMLARIN, MEZALİMLERİN, TECAVÜZLERİN, ZORLA ALIKONULAN ÇOCUK VE KADINLARIN, YAĞMALANAN DEĞERLERİN, YOK EDİLEN KÜLTÜRLERİN VE DAHA BİR DİZİ ŞEYİN TOPLAMIDIR. DOLAYISIYLA, GENEL OLARAK 1915'E VURGU YAPILACAKSA BUNUN ADI SOYKIRIM OLMALIDIR.
Ermeni soykırımına dair soykırım dememenin/diyememenin adı olarak '1915'teki acı olaylar',  'Ermeni meselesi', '1915 olayları', soykırımı tanımlamakta yetersiz kalan mezalim, katliam, tehcir ve son olarak Hrant Dink anmasıyla tekrar gündeme gelen, CHP parti programında yer aldığı şekliyle cepheden inkar ve reddiye anlamını taşıyan "sözde Ermeni soykırımı" gibi bir dizi tanımlama kullanılmakta.
Bunlardan bir kısmının soykırım tanımının uluslararası sözleşmelere ve hukuk literatürüne girdiği döneme kadarki kullanılışı anlaşılır iken, hem durum tarifinde yaşanan eksiklikten hem de konunun derinlik ve boyutlarının tam olarak idrak edilmesi ve buradan doğru  bir yüzleşme, hesaplaşma bilincinin geliştirlmesi bakımından olması gereken, 1915'ten soykırım olarak bahsetmektedir.

1915'E VURGU YAPILACAKSA
BUNUN ADI SOYKIRIM OLMALIDIR
Sıkça kullanılan '1915 Ermeni tehciri', '1915 Ermeni katliamı', 'Tehcirin yıl dönümü' gibi adlandırmaları, tek tek soykırım sürecinde yaşananlara karşılık düşmekteyken asla soykırım  ifadesi olarak kullanılmazlar.
Bunlar ancak soykırımın alt başlıkları şeklinde sıralanabilirler.
Diyebiliriz ki Ermeni soykırımı, tehcirlerin, katliamların, mezalimlerin, tecavüzlerin, zorla alıkonulan çocuk ve kadınların, yağmalanan değerlerin, yok edilen kültürlerin ve daha bir dizi şeyin toplamıdır.
Dolayısıyla, genel olarak 1915'e vurgu yapılacaksa bunun adı soykırım olmalıdır.
Soykırım (jenosid) sözcüğü, uluslararası hukukta ilk olarak II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın sona ermesinin ardından kurulan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1948'de onayladığı "soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesi" ile yer almıştır.
Kavramı ilk olarak ortaya atan ise Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin'dir.
Lemkin, bu kavramı Nazi Almanyası'nın Yahudilere yönelik soykırımı tanımlamak için kullanırken, esin kaynağı 1915 Ermeni soykırımı olmuştur.
Sözleşme, 1950 yılında Türkiye tarafından da imzalanmıştır.
Ne var ki emperyalist devletler geçmişte işledikleri soykırım suçlarının hesabını vermemek adına hükmün geriye doğru işletilemeyeceğine "karar vermişlerdir".
Yani, geçmişte işlenen bir soykırım suçu, soykırım olarak tanımlanabilecekken bundan dolayı suçu işleyen devlete herhangi bir  sorumluluk yüklenmeyecektir.
Bu yönüyle de, sözleşmenin geçmişe dönük bir yaptırım gücü bulunmamaktadır.
Soykırım suçu, söz konusu sözleşmenin 1. ve 2. maddelerinde şu şekilde tanımlanır;
Madde 1) "Sözleşmeci devletler ister barış zamanında, isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırılmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre suç olduğunu teyit eder."
Madde 2) "Bu sözleşme bakımından ulusal, ırksal, etnik veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden hergangi biri, soykırım suçunu oluşturur."
Burada altı çizilmesi gereken nokta, ikinci maddedeki "ulusal, ırksal, etnik veya dinsel bir grubun ortadan kaldırmak amacı"na herhangi bir  neden sunulmasına gerek görülmemesi ile ilk maddede soykırımın suçuna atfen geçen "isterse savaş zamanında işlensin" ibareleridir.
Keza, "bir halkın yaşam koşullarını tümüyle ortadan kaldıran, onun imhası ile sonuçlanan olaylar dizisi karşısında resmi tez aşağı yukarı şöyledir; asırlarca Osmanlı tarafından Millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Batılı güçler tarafından kandırılarak nankörlük etmiş, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslarla, Fransız ve İngilizlerle işbirliği yaparak Türkleri arkadan vurmaya çalışmıştır.
Ermeni örgütleri Osmanlı Devleti'yle resmen mücadeleye girmişler, ölsürülmüşler ve ölmüşlerdir. Tehcir "Osmanlı Devleti'nin meşru müdafa" hakkıdır.
Osmanlı hükümeti, savaş bölgesindeki Ermenileri bir yasa çıkararak "tehcir ettirme" yani zorunlu göç kararı almıştır.
Ölümler; savaş koşullarında açlık, hastalık, eşkıya gruplarının kontrol edilmemesi, bulaşıcı hastalıklarla mücadelede yetersiz kalınması, bir kısım devlet görevlilerinin suistimalleri gibi istenmeyen nedenlerle meydana gelmiştir."(1)
"Türkiye'de sadece ırkçı saiklerle yapılan imhaların soykırım sayılması, demokrat aydınlar arasında da yaygın bir kabuldür."(2)
Oysa yukarıda da belirtildiği gibi soykırım suçunun altında salt ırkçı bir neden aranmadığı gibi "savaş vardı" gerekçelerin ardına sığınılamayacağı da açıkça belirtilmektedir.
'Resmi tez' olarak savunulan iddialar kof birer gerekçeden öte anlam taşımamaktadır.
1915 soykırımı 'bir savaş tedbirlerinin' uygulanması esnasında 'elde olmayan', 'hesaplanamayan' nedenlerle 'istem dışı' olarak gerçekleşmiş 'üzüntü verici olaylar' değil; birçok yönüyle önceden planlanmış ve adım adım yürürlüğe konmuş bir insanlık suçudur.

SOYKIRIM ORTAYA KONAN
FİİLİN KENDİSİDİR
Bu suçun 'ispatı' için ille de yazılı bir 'soykırım icra emri' istemek ise sıkılmışlığın ifadesinden başka bir şey değildir. Ne yani, şimdi HPG-YPG-YPJ  güçleri son anda yetişerek, Şengal'de DAİŞ çetelerini durdurmamış olsaydı ve bu çeteler yediden yetmişe tüm Ezidi halkını soykırımdan geçirseydi ne diyecektik o vakit?
Bu bir soykırım değildir, çünkü buna ilişkin yazılı bir  belge bulunmuyor mu diyecektik?
Ya da bu mantıkla Almanya, İtalya, Fransa, İspanya, ABD, Belçika gibi ülkelerin tarih boyunca uygulandığı soykırımları 'hani bunun belgesi' diyerek görmezden mi geleceğiz?
Soykırımı soykırım yapan yazılı bir belgeye dayanması değil, ortaya konan fiilin kendisidir.
Yok bu konuda diretenler varsa İttihat ve Terakki Cemiyeti başta olmak üzere, dönemin iktidar ve yönetici kadrolarının anı ve anlatımlarına, meclis tutanaklarına vs. bakabilirler.
Keza, soykırımın nasıl planlı bir insanlık suçu olduğuna dair düzinelerce itirafname onları bekliyor olacaktır.
Bilmiyor değiller elbet.
Biliyorlar fakat bilmek işlerine gelmiyor.
Mesela, ardına sığındıkları 'savaş tedbirinin' nasıl oluyor da cephelerle alakası olmadığı halde aynı anda hayata geçirildiğini açıklasınlar da görelim.
1915'te Mardin'in, Hakkari'nin, Urfa'nın, Tokat'ın, Amasya'nın, Yozgat'ın, Sivas'ın, Maraş'ın, Malatya'nın, Kayseri'nin, Diyarbakır'ın vs. nin hangi cephe savaşının geri hattı olduğunu anlatsınlar da biz de bilelim.
Madem ortada bir emir yoktu, o halde nasıl oluyor da tek bir merkezden düğmeye basılmışçasına senkronize bir soykırımın harekatı, hem de hemen her yerde aynı metotlar uygulanarak başlatılabiliyormuş, bari bunun izahını yapsalar da zihnimiz açılsa.
Soykırım inkarcı başkaları ise yapılanların yasalara uygunluğundan dem vurarak sırtlarını 21 Mayıs 1915'te Bakanlar Kurulunca kabul edilen "Geçici tehcir yasasına" dayandırmaktadır.
Oysa söz konusu yasadan neredeyse iki ay evvel bir çok bölgede soykırım faaliyetleri başlamış son sürat devam etmektedir.
Tam da bundan dolayı, İngiltere, Fransa ve Rusya, daha fazla sessiz kalamayarak 24 Mayıs 1915'de verdikleri ortak nota ile yaşanan katliamlardan Osmanlı hükümetini sorumlu tutacaklarını bildirmişlerdir.
"Bunun üzerine Enver Paşa sürgünlere meşruiyet kazandırmak için bir formül buldu.
Dahiliye Muzarefinin 26 Mayıs 1915 tarihinde sadrazamlık makamına gönderdiği resmi yazıda, Ermenilere yönelik sürgün eyleminin, Ermeni meselesinin 'esaslı birsuret de hal ve faslı ile külliyen izaleri' (esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi) için gündeme getirldiği açıkça yazılıydı."(3)
Görüldüğü üzere önceden yasası çıkarılan ve bu çerçevede geliştirlen bir fiil değil, çalınan minareye kılıf uydurmaktır söz konusu olan.
Üstelik yamalı bir kılıftır bu.
"Dahiliye Nazırı Talat hatıralarında parlamentonun çalışmalarına geçici olarak ara verilmesinin Ermenilere karşı alınması düşünülen önlemlerle doğrudan bağlantılı olduğunu açığa vurur.
'Tehcir'in mimarları parlamento oturum halinde olduğu sürece Türklere karşı işlenen ve Ermenilere atfedilen eylemlere yanıt olarak Ermeniler için etkin karşı önlemler alamayacaklarını hissettiler.
Ayrıca parlamentonun çalışmalarına ara vermiş olması, milletvekillerinin kendi seçim bölgelerine geri dönmelerini ve seçmenlerine Ermeni tehlikesi hakkında bilgi vermelerini sağladı.
İttihat partisinin yüksek idare kurulu, tehciri kolaylaştırmak için parlamentonun 1 Mart 1915'de çalışmalarına ara vermesini kararlaştırdı.
Bu örnek, bir siyasal parti olan İttihat'ın kendi iradesini devlet politikalarının yerine geçirdiğini ve böylelikle yasama erkini etkisiz hale getirdiğini gösterir".(4)
Kısacası, bir taraftan soykırım uygulamaları yürürlüğe konurken, diğer taraftan bunun rahat bir şekilde hallolabilmesi için parlamento tatile çıkarılıyor.
Ne zaman oluyor bu, 1 Mart 1915'de!
Yani, 'Tehcir Yasası'ndan yaklaşık 3 ay önce!
Peki ne vakit açılıyor parlamento, 28 Eylül 1915'de!
Oysa, 27 Mayıs 1915'de Bakanlar Kurulu aracılığıyla yürürlüğe konulan 'Geçici Techir Yasası'nın Osmanlı Anayasası'nın 36. maddesi uyarınca bir sonraki oturumda parlamentonun onayından geçmesi gerekmektedir.
Ancak "çalışmalarına geçici olarak ara veren parlamento, 28 Eylül 1915'de yeniden toplandığında bu resmi onay işleminin gerçekleştiğini gösteren hiç bir belirti yoktur."(5)
Soykırım mimarları Enver ve Talat'ın, zevahiri kurtarmak adına kendi kanunlarını dahi ayaklar altına alarak diktikleri bu yamalı mimare kılıfı, nasıl oluyor da kimi aklı evvellerce 'hukuksal dayanak' olarak öne sürebiliyor, anlamak güç doğrusu.
Hadi diyelim her şey 'iç hukuk' kurallarına uygun olarak icra edildi.
Neyi değiştirir bu durum?
'Ceza muafiyet dokunulmazlık' sorununu ele alan Birleşmiş Milletler, 26 Kasım 1968'de suçların cezai sorumluluklarını yeniden tanımlayan ve bu suçlarda zaman aşımını kaldıran bir karar metni -insanlığa karşı işlenen savaş suçlarından zaman aşımının uygulanamazlığı üzerine konvansiyon- kabul etti.
Konvansiyonun 1(b) maddesi jenosid suçunu "işlediği ülkenin iç hukuk bakımından ihlal oluşturamaması halinde dahi suç olarak kabul eder".(6)
Hadi bunu da geçtik diyelim, ortada senin de devlet olarak altına imzanı koyduğun bir soykırım sözleşmesi var mı?
Var.
Dolayısıyla "evet, bunlar olursa soykırım suçu işlenmiş" dediğin bir çerçeve söz konusu mu?
Evet öyle.
Peki ne der "soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırması sözleşmesi" bu konuda?
Sözleşmenin ilk iki maddesine yukarıda değinmiş ve ikinci maddenin sonunda "aşağıdaki fiillerden herhangi bir soykırım suçu oluşturur" diye belirtmiştik.
Sıralayacak olursak;
a- Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b- Grupların mensuplarına ciddi suretle bedensel ve zihinsel zarar verilmesi;
c- Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağını hesaplayarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d- Grubun içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e- Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek.
Bu resme bakıp da "Hayır, 1915'de bunların hiç biri yaşanmadı" denilebilir mi?
Örneğin kısa bir süre görev yapabilen "Türk Ermeni Barış Komitesi (TEBK), 2002 yılında International Center Fon Tiransitonal Justice (ICTS) adlı saygın hukuk kuruluşundan 1948 tarihli soykırım suçunu önleme ve cezalandırma sözleşmesinin (SSÖCS) 20.  yüzyılın başında yaşanan olaylara uygulanıp, uygulanamayacağı konusunda görüş istediğinde ICTS, 4 Şubat 2003 tarihli raporunda sözleşmenin geriye doğru izlemeyeceğini, ancak 1915-1916'da yaşanan Ermeni tehcirinin üç unsur açısından tanımlandığı şekliyle "jenoside=soykırım" olarak adlandırabileceğini belirtmiştir".(7)
Genel görüş bu şekildedir.
Ermeni soykırımı sözleşmede tanımlanan beş fiilden üç ya da dördüyle örtüştüğü belirtilir.
Fakat soykırım kapsamının giderek genişlediği de vurgulanması gereken bir başka husustur.
Soykırım sözleşmesinde geçen tanımlamayla neredeyse birebir uyuşuyor olmasına rağmen Ermeni soykırımın uluslararası arenada soykırım olarak tanınması için mücadele dolu onlarca yılın geçmesi gerekti.
Ve nihayet Nisan 1984'e gelindiğinde;  "Tanınmış kişilerden oluşan bir grup (aralarından biri artık hayatta olmayan, tanınmış hukukçu Sean Mcbride olmak üzere, Nobel ödülü sahibi üç kişi vardı) Ermeni jenosidi üzerine yapılan 'Halklar Mahkemesi' duruşmalarını yönetti ve bu olayın zaman aşımının söz konusu olmayan bir cinayet sayılması gerektiği hükmüne vardı."(8)
Sonrasında ise şu gelişmeler yaşandı; Ağustos 1985'te "Birleşmiş Milletler insan hakları komisyonu Ermeni jenosidinin tarihsel bir gerçek olduğunu 1'e karşı 14 oyla (4 çekimser) kabul etti.
Bu alt komisyonun bağlı olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu ertesi yıl kararı onayladı.
Nihayet 1987 Haziran'ında Avrupa Parlamentosu 1. Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin gerçekleştirdiği katliamın Birleşmiş Milletler Jenosid Konvansiyonu'na göre bir jenosid suçu olduğunu ilan etti."(9)

LOZAN ANLAŞMASI'YLA
SAVAŞ SUÇLARI AFFEDİLDİ
1915'in soykırım olarak ifade edilmesi için bu kadar geç kalınmış olunmasında 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası oluşan siyasal dengelerin birinci derecede payı vardı.
Osmanlı, savaştan yenik ayrılmış ve soykırım faillerinin (en azından bir bölümünün) yargılanması ve yaşananların mahkum edilmesi dahil bir çok yaptırımı kabul etmek zorunda kalmışken; bir süre evvel Sovyet devriminin gerçekleşmiş olması, Anadolu'da ve kimi Kürdistan illerinde  işgal karşıtı bir hareketin başlaması, emperyalistler arası çıkar ilişkilerindeki değişkenlik, işgal karşıtı hareketin kontrolünü bir süre sonra eline alan Kemalistlerin rotayı emperyalistlerle işbirliğine doğru kırması, Bolşevik Devrimi'nin Ermenistan'a sıçraması ve Ermenistan'ın Sovyetler'e dahil olması emperyalizm-sosyalizm çelişkisinde Türkiye ve Ermenistan'ın karşı cephelerde yer alması, Sovyetlerin soykırımın hesabını sorulması noktasında gerekli girişimlerde bulunmaması gibi bir dizi neden, Ermeni soykırımına gereken önemin verilmesi ve suçlu olan tarafın yaptırımlara tabi tutulmasına nesnel olarak engel teşkil etmişlerdir.
Nitekim Lozan anlaşmasının imzalanmasıyla, 1914 ile 1922 yılları arasındaki tüm savaş suçları affa uğramış ve soykırım tartışmaları rafa kaldırılmıştır.
Ermeni soykırımıyla zamanında ve hak ettiğince yüzleşip hesaplaşılamadığı içindir ki, yeni soykırımlara kapı aralamıştır.
Öyle ki, Ermeni soykırımından çeyrek asır sonra, Yahudi soykırımına girişen Hitler "sonuç olarak bugün Ermenilerin imha edilmesinden söz eden var mı" deme rahatlığıyla hareket etmiştir.
CHP parti programında yer alan "sözde Ermeni soykırımı" ibaresi ve ibarede ortaya konan düşüncenin arkasında duran inkarcılar, yeni soykırımlara, katliamlara zemin hazırlamaktan, Enver ve Hitler kafalı faşistlerin piyasada cirit atmasını sağlamaktan başka bir işe yaramazlar.
Dersim'de Roboski'ye, 6-7 Eylül'den Hrant'a, Maraş'tan Sivas'a 'cumhuriyet tarihi' dediğimiz şey de bunu anlatmıyor mu zaten?
ERMENİLERDEN SUPHİLERE SOYKIRIMDAN KOMÜNİST KIRIMA
   
Anadolu Ermeni, Süryani ve Rum soykırımlarıyla aynı dönemdeki komünistlerin, devrimcilerin ve halkçı önderlerin katli ve tasfiyesi arasında güçlü bağlar vardır.
Ezilen halkalrın soykırımdan geçirilmesi, sürgün edilmesi, göçe zorlanması ve mübadele yoluyla doğdukları topraklardan koparılması, bu halkalrın bağrındaki devrimci, ilerici dinamik ve kültürün kurutularak çoraklaştırılmasına yol açmıştır.
Devrimci ve ilerici dinamikler açısından Ermeni ve Rum halklarının görece daha gelişkin oldukları düşünüldüğünde bu tasfiyenin sonuçları daha iyi anlaşılır.
Sadece bununla da daraltılamaz.
Geniş bir coğrafyada yıllarca süren soykırım, geriye her önemli sorunu oluk oluk kan akıtarak, tarifsiz acılar bırakarak "çözmeye" çalışan bir devlet zihniyeti, binlerce ittihatçı katil sürüsü ve işbirliğindeki çeteler ve  linç kültürüyle zehirlenmiş bir toplum bıraktı.
Soykırımcı katliamcı zihniyet devletin bütün kurum ve kuruluşlarına sinerek, bugüne kadar kesintisiz biçimde taşınmıştır.
Roboski ve 19 Aralık hapishane katliamlarından Kürtlerin soykırımına, Mustafa  Suphi ve 14 yoldaşını katledilmesine kadar bugünden geriye bir kırımlar tarihinden söz ediyoruz.
Mustafa Suphi'nin 35 yıllık ömeü Giresun'da başladı.
Çerkez halkındandır.
Kudüs, Şam ve Erzurum'da gördüğü ilk ve orta eğitimlerinden sonra İstanbul'da hukuk, Paris'te siyasal bilgiler okudu.
Bir dönem ekonomik politik dersler verdi.
İttihat ve  Terakki Fırkası'nın ilericisi olduğu dönemde saflarında yer aldı.
İttihatçıların amaçlarından uzaklaştığı düşüncesinden hareketle yollarını ayırarak 1912'de  burjuva ilerici çizgideki Milli Meşrutiyet Fırkası'nın kuruluşuna katıldı.
Bu dönem, Paris sürecinin etkisiyle daha çok burjuva sosyalizmle beslenen ulusalcı görüşlere sahiptir.
1913 Haziranında yüzlerce politik aktivistle birlikte Sinop'a sürgün edilir.
1914 Mayıs'ında dokuz arkadaşıyla birlikte firar ederek Kırım'a, iki ay sonra "İkbal" gazetesinde yazmak için Bakü'ye geçer.
Emperyalist paylaşım savaşının başlamasıyla önce Kaluga'ya, oradan da Ural'a sürgün edilir.
Sürgün yıllarında Çarlığa karşı mücadele eden çeşitli devrimci örgütlerle ve Bolşeviklerle tanışır.
Marksizmi inceleme olanağı bulur.
1915'te Bolşevik Parti'ye üye olur.
Bolşevik Parti adına esir askerler arasında çalışma yürütülür.
Ekim devriminden sonra ise bir yandan Kafkasya'daki Müslüman ve Türk halklar arasındaki parti adına faaliyet yürütüp, diğer yandan Komünist Fırkası'nın kurulması ve Anadolu'ya dönüş için hazırlık yapıyordu.
22 Temmuz 1918'de toplanan Türk Sosyalistleri Konferansı'nın başkanlığını yapan Mustafa Suphi, Kasım 1918'de ise Sultan Galiyev'in başkanlık ettiği Müslüman Komisariyatı Kurultay'ında delege olarak yer alır.
18-23 Mart 1919'da toplanan SBKP(B) 8. Kongresi'ne katılarak konuşma yapar.
19 Mart 1919'da ise 3. Enternasyonal'in 1. Kongresi'nde İsmail Hakkı ile birlikte delegeydi.
Mustafa Suphi, öğrencilik yıllarından başlayarak Tanin, Servet-i Fünun, Hak, İkbal gazetelerinde yazar.
27 Nisan 1918'den itibaren önce Moskova'dan sonra Kırım, Taşkent ve Bakü'de yayın yapan Yeni Dünya adlı haftalık gazeteyi çıkarmaya başlar.
Mustafa Suphi, 1 Eylül 1920'de Bakü'de toplanan 1. Doğu Halkları Kurultayı'nda başkanlık kurulu üyeleri arasında yer alır.
Kurultaydan sonra toplanan Türkiye ve Kürdistanlı delegeler, 10 Eylül'de TKP'yi kurar.
Koministlerin birliğiyle kurulan TKP MK'ya Mustafa Suphi, Ethem Nejat, İsmail Hakkı, Hilmioğlu Hakkı, Nazmi İbrahim ve Süleyman Nuri seçilir.
Kongrede alınan karara uygun olarak Anadolu'ya dönüş hazırlığına başlarlar.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu'ya dönüşleri, Ermeni Rum ve Süryani halkalrının akibetlerine benzer bir sonla noktalanır.
EZİLEN HALKALRIN KADERİYLE ORTAKLAŞMA
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının katledilmesiyle Ermeni soykırımı arasında direk bağlantılar da vardır.
Mustafa Suphi ve yoldaşları Anadolu'ya giriş yaptıklarından çok değil, yaklaşık 6 yıl önce bu coğrafyada Ermeni soykırımı başlatıldı.
Kimi yönleriyle soykırım devam ediyordu.
1920 yılının Şubat-Ağustos aralığında Pontus'ta on binlerce Rum katledilerek soykırıma uğratıldı.
Bölgedeki çete başı Topal Osman ve Kahya Kaptan, 1915'te kırımların talimatını Talat Paşa'dan alıyordu; 1920'de ise kırım talimatlarını Mustafa Kemal'den alıyorlardı.
Değişen tek şey 1915'de soykırım öncelikli hedefi Ermenilerdi, 1920'de ise sıra Rumlara gelmişti ve  Mustafa Kemal, Talat Paşa'dan geri kalmayacağını ispata çalışıyordu.
Esas olarak ittihatçılar, Kemalistler ve kurdukları Teşkilat-ı Mahsusa vb. çeteleri kırımların icracıları olsa da egemen burjuva feodal güçler başta olmak üzere toplumun azınlığı kırımlara katılarak geriye kalan önemli bir kısmı da sessiz kalarak buna ortak oldu.
Kars-Erzurum hattında Ermeni direnişlerin bir dönem yaptıkları intikam saldırılarının da bağlamından kopuk yarattığı tepkiyi hesaba katmak gerekir.
Bütün bu yaşanmışlıkların yarattığı şovenist dalga kirli tortular, acılar ve anıları hale tazeydi.
Ankara'da ittihatçı gelenekten gelen kıyıcılıkta onlardan geriye kalmayan Mustafa Kemal ve arkadaşları bir burjuva devlet inşa etmeye çalışıyorlardı.
Böyle bir dönemde Mustafa Suphi ve yoldaşları, Anadolu devrimi için yola çıkmışlardı.
İlk durakları olan Kars'tan sonra 18 Ocak 1921'de  Erzurum'a geçtiler.
18 Ocak'ta Erzurum'a geldiklerinde istasyonda burjuvazinin örgütlediği bir linç güruhuyla karşılaştılar.
"Din, namus, mülk elden gidecek, bunlar başka hükümet adına çalışıyorlar" vb. yalanlarla harekete geçirilmiş yığını arkasına alan Vali Hamit'in resmi kuvvetleri Suphi ve yoldaşlarına yiyecek, içecek, yatacak yer verilmesini engellediler.
Aynı tecrit ve alçaklıklar, Bayburt, Gümüşhane hattını izleyerek Trabzon'a ulaştıkları yol boyunca devam etti.
Komünistlerin Erzurum'a gelişlerinden Trabzon'a varışlarına değin uğradıkları zulüm, Mustafa Kemal'le doğrudan irtibat halindeki Vali Hamit tarafından yönetildi.
Bunlar, Ermeni tehcirinde yaşananalara ne kadar çok benziyor.
Ermeniler de 1915'te toplumdan tecrit edilerek uzun yolculuklara aç ve susuz çıkarılmadılar mı?
Benzer yalan ve iftiralarla halk onlara karşı kışkırtılmaya çalışılmadı mı?
Benzer güruhlar tarafından linç edilmediler mi?
Yol üstünde kimi kent ve köylere girmediler mi?
Kara kışın ortasında geceleyecekleri bir dam altını bile onlara çok görmediler mi?
28 Ocak'ta trabzon önlerine gelen komünistler, kente, sokulmadan Yahya Kaptan yönetimindeki katiller sürüsü tarafından yol boyunca saldırı ve hakarete maruz bırakılarak doğrudan iskeleye getirildiler.
Üzerlerindeki silahlar alındı.
Akşamüstü bir motora bindirilerek yola çıkarıldılar.
Arkasından silahlı kişilerle dolu bir motor hareket etti.
Sürmene ya da Araklı açıklarında Mustafa Suphi ve 14 silahsız yoldaşı Ankara hükümeti cellatları tarafından katledildiler.
Bedenleri karadeniz'e atıldı.
Bu etapta sadece yaşananlar değil katliamın aktörleri soykırımda görev alan çeteler de, çeteci başı da aynı.
"Trabzon'da Ermeniler, çoğu zaman büyük sandallarla açık denize çıkarıldılar ve denize atıldılar"
6 yıl önce Ermenileri yutan karadeniz, aynı yöntemle bu sefer komünistlere mezar oldu.
Mustafa Kemal ve çetecileri, soykırım dersini iyi çalışmışlar anlaşılan.
Komünistleri katleden Yahya Kaptan, 5-6 yıl önce Trabzon'da aynı kırımı Ermenilere yaptı.
Devletin kirli işlerini bağlı çetelere yaptırması bugüne kadar çok değişmedi.
Kürt ve Alevi katliamları, Tan Matbaası baskını, 6-7 Eylül olayları ve 1968'den günümüze devrimci yükseliş dönemlerinde ırkçı faşist grupların saldırganlıklarının Teşkilat-ı Mahsusa benzeri çete örgütlenmeleri olan kontrgerilla JİTEM;  Hizbullah eliyle kaçırma, kaybetme, katletme saldırıları hızından hiçbir şey kaybetmedi.
Devlet, 1915 soykırım deneyiyle donanarak devrimcilerin ve halklarımızın ileriye doğru her yaptıkalrı atılımda karşılarına Yahya Kaptan, Topal Osman gibi çete artıkları Faşist Ülkücü Çatlılar, Ağcalar, Kırcılar, Oral Çelikler, İsa Armağanlar, Yalçın Özbeyler, Mehmet Şenerler Velioğulları, Yazıcıoğulları ve Mahmut Yıldırımları çıkardı.
Soykırımda uygulanan bir başka yöntem ise Ermeni kadınlarının cinsel saldırıları ve tecavüze uğramalarıdır.
Bu saldırganlık komünistlerin grubundaki Meryem Suphi'ye de yapılıyor, Meryem Suphi, Kahya Kaptan tarafından gruptan koparılarak çetecilerin cinsel saldırıları sonrası katlediliyor.
Benzer saldırılar devlet geleneği haline getirilerek kentlerde, köylerde ve dağlarda devrimci ve Kürt yursever kadınlara karşı 1980'lerden itibaren sistematik bir uygulama haline getirildi.
Mustafa Suphilerin katledilmeleri, Mustafa Kemal burjuva iktidarının ve kurduğu devletin kominist, devrimci ve halkçı hareketlere karşı her yolla tasfiye edeceğinin önemli işaretlerinden biridir.
Hemen ardından Ankara'da komünistlerin biridir.
Hemen ardından Ankara'da komünistlerin tutuklanması, Çerkez Ethem ve Devrimci Mehmet Efe'nin tasfiye edilmeleri, Kürt soykırımının başlatılması bunun çarpıcı ilk örnekleridir.
Yüzyıla yakın bir zaman sonra bugün bu zihniyette değişen bir şey yok.
Suphilerin katli, Türkiye ve Kürdistan devrimci önderliğinin tasfiyesi demekti.
Devrimci önderlik boşluğu 1971 devrimci çıkışına kadar elli yıl gibi uzun bir süre dolduramadı.
Bu sayede Kemalist iktidar ittihatçı zihniyetten gerici tipte burjuva bir devletin inşasını başarabildi.
Bu veriler, bu coğrafyada devrimcilerin ve halkların soykırımlarla güçlü bir yüzleşme ve hesaplaşmaya girmeden eşitlikçi, adil, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek inşa etmelerinin imkansız olduğunu gösteriyor.
Soykırımcı ve katliamcı devlet zihniyetiyle yüzleşmediği için sonrasında Kürt soykırımı da yaşandı, katliamcı gelenek bugüne kadar varlığını sürdürebildi.
halkalrın böylesine vahşice kırımdan geçirildiği bir coğrafyada sadece emek/sermaye çelişkisi üzerinden yürütülecek bir devrimci çalışmanın kötürümleşmesi, yabancılaşması kaçınılmazdır.
Bu acılarla yüzleşip yaraları sarılmadan, halkların eşitliği ve kardeşliği sağlanmadan, emekçilerin ve işçilerin birliğini sağlamak ham hayaldir.
Karadeniz'in derinliklerinde Ermeni ve Rum halklarıyla buluşan Suphilerin vasiyetini ancak geçmişimizle daha derinlikli bir yüzleşmeyle başarabiliriz.
HRANT'IN KATİLİ SOYKIRIMCI   DEVLET ZİHNİYETİDİR
Hrant Dink katledileli 8 yıl oldu.
Bu cinayet, bir asırdan daha uzun bir süredir.
Kanayan yaranın yeniden hançerlenmesiydi.
Cinayetin arkasındaki zihniyetin izleri yüz yıl önceki Ermeni soykırımına kadar götürülebilinir.
Toplum ve devlet olarak soykırımcı ve katliamcı zihniyetle yüzleşip hesaplaşmadığı için Hrant Dink öldürüldü.
Bundan sonra da bu coğrafyadaki soykırımcı zihniyetin Ermeniler ve diğer ezilen halklar üzerindeki baskı ve zulüm daha ne kadar sürer, aramızdan daha kimleri alır, kestirmek zor.
Hrant için 8 yıldır adalet arıyoruz. Anlamlı bir ilerleme dahi sağlanamamış olması gerçeği ortada.
Hrant için adaletin sadece adliye koridorlarında sağlanamayacağı gerçeğidir hatırlanan.
Yine de adalet için bir başlangıç adımı olabilirdi bu dava.
8 yıllık süreç bu olasılığın da çok az olduğunu gösteriyor.
Önceki dava süreci, cinayetçi üç beş tetikçinin üzerine yıkılıp, asıl katilleri, yönlendirenleri, teşvik edenleri, yol verenleri, göz yumanları velhasıl arkasındaki soykırımcı ve katliamcı zihniyeti aklamıştı.
Dava yeniden görülmeye başlarken, demokratik kamuoyunun baskısı ve değişen politik konjonktürden dolayı soruşturmanın kapsamı biraz daha genişletildi.
Tetikçiler dışında kimi polisler de soruşturma kapsamına alınarak tutuklandı.
Bu görüntünün aksine cinayette rolü olan birçok asli unsura dokunulmuş değil.
Tutuklanan ya da soruşturmaya dahil edilen bu polisleri AKP ve devlet sekiz yıldır koruyor.
Ancak bu polislerin çoğunun Gülen Cemaati'ne yakın olması, 17-25 Aralık yolsuzlık operasyonunda rol almış olmaları, AKP'nin Hrant davasını iktidarını güçlendirmek için araçlaştırdığını gösteriyor.
Hrant'ın öldürülmesi basit bir olay değildir.
İstanbul vali yardımcısı ve MİT elemanları tarafından tehdit edilmesi, Ermeni soykırımı eksikliğinin katılımcılarından olduğu için Adalet Bakanı Cemil Çiçek başta olmak üzere zamanın AKP Hükümeti tarafından “hain” ilan edilerek ve zorlamacı biçimde yargılanması için izin verilip hedef gösterilmesi, Ermeni karşıtı kampanya yürüten Veli Küçük'ten Doğu Perincek'e ve Talat Paşa Komitesi'nin kurucularından Rauf Denktaş'a kadar, MHP-BBP Trabzon Emniyet ve Jandarması istihbarat dahil olmak üzere, hepsi bu katliamda  şu veya bu düzeyde rol oynamışlardır.
'Milli Mütabakat' vardır.
Hrant'ın katilleri sadece bunlarla sınırlı değildir.
Yüzyıllardır soykırımcı devlet geleneği ve zihniyetini sürdüren iktidar anlayışıdır.
Soykırımcı zihniyet 1915'ten bugüne kadar kesintisiz sürdürülmüştür.
Hrant Dink'in katli, tam olarak bu zihniyet, gelenek ve devlet anlayışıdır.
Bu zihniyet bugüne kadar mahkum edilmediği için bu gelenek kesintiye uğramamıştır.
SOYKIRIMCI ZİHNİYET HEP VARDIR
1918'de İngilizx, Fransız ve İtalyan gemileri İstanbul'a vardıklarında, cezalandırılmaktan korkan soykırımcı ittihatçı kadroların bir kısmı Anadolu'ya kaçarak Türk ulusal mücadelesine katılmışlardır.
Sonradan Malta'da sürgünden kaçıp gelenlerle de birleşerek Mustafa Kemal'in etrafındfa toplanıp yeni devletin kuruluşuna katılmışlardır.
Ermeni, Rum katliamları ve sürgünleri Türk ulusal mücadelesi sırasında da  yer yer devam etmiştir.
Mustafa Kemal uluslararası kamuoyuna dönük söylediği yalan ve demagojik açıklamaların aksine, soykırımcı ve katliamcı inkarcı geleneği ve soykırımda yer almış ittihatçı kadroları sahiplenerek sürdürmüştür.
Bunlardan en bilineni Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını katleden Trabzon ve çevresindeki Ermeni  soykırımında çetebaşıcılığını yapan Kapakçılar Kahyası Yahya ve Topal Osman'dır.
Topal Osman, kontrgerillacı General Veli Küçük tarafından 1990'da anıtı dikilerek “Ulusal kahraman” ilan edilmiştir.
Adana'nın Ceyhan İlçesinde de aynı yıllarda MHP'nin  belediye başkanlığı yapan Hüseyin Sözlü tarafından da Ermeni soykırımlığı yapan Boğazlayan Kaymakamının  heykelini dikerek de Ceyhan'da da  Türk ulusal kahramanı ilan ettiler.
Keza, Ermeni soykırımında aktif görev alan Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü, Aras Abdülhalik Renda gibi şahsiyetler önemli bakanlıklara geçirilmiştir.
Dikkat çekici olanlardan biri de AKP'nin ideolojik referans alıp geleneğini sürdürdüğü  Celal Bayar'dır.
Bayar, soykırım yapan İttihat ve Terakki Fırkası ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir.
Lozan'da Türk tarafını temsil eden heyette yer almıştır.
Uzun süre milletvekilliği maliye bakanlığı, başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
1955'teki 6-7 Eylül olayları onun cumhurbaşkanlığı döneminde yapılmış olması tesadüf olmasa gerek.
Bu cumhuriyet yüz binlerce Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi'nin baskı, zorbalık, mübadele, sürgün, göçe mecbur bırakma, varlıklarına el koyma, katliam ve sürekli katliam tehdidi altında eritilerek kurulmuştur.
İttihatçıların misak-ı milli sınırları içinde “gayrimüslimlerden kurulma” politikası, cumhuriyet tarihi boyunca kesintisiz sürdürülmüştür.
Yüz binlerce yetim Ermeni çocuğun “evlat edinme”, binlerce Ermeni kadının “evlilik” adı altında asimile edilme politikası sürdürülmüştür.
1930'ların ortalarında iskan kanununa dayandırılarak Diyarbakır, Urfa, Sivas Ermenileri İstanbul ve İzmir'e, 1942 yılında Varlık Vergisi adı altında mal varlıklarına el konularak ve aynı bahaneyle Aşkale çalışma kamplarına sürüldüler.
6-7 Eylül katliam ve yağması, Erdoğan ve AKP'nin mirasçısı olduğu Bayar-Menderes iktidarı döneminde yapıldı.
1980 yılında, 12 Eylül'den üç ay önce hazırlanmış olan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren imzalı “Türkiye'ye Yönelik İç Tehdir” adlı gizli raporda Ermeni soykırımı “Bu husutaki uygulama o zaman yürürlükte bulunan mevzuata tamamen uygun olup, haklısır da” denilerek açıkça savunulmuştur.
Süryanilerin de izlenmesi istenmiştir.
Bu raporda, Ermenilerin sayıları ve yaşadığı kentler belirtilerek “çeşitli terörist olaylara karışmaktadırlar” denilerek hedef gösteriliyor.
Ermeni Patrikhanesi'nin faaliyetleri, Ermeni çocuklarının anadillerine ve inançlarına uygun eğitim görmeleri, Ermeni ismi almaları ve dayanışma içinde olmaları tehdit unsuru olduğu belirtilmektedir.
Malatya'da dini faaliyet yürüten üç Hristiyan, polis ve jandarma tarafından takip edilip dinlenmesi ve katledilmeleri güncel örneklerden sadece biridir.
Yine, Talat Paşa'nın mezarı 1980'lerde Türkiye'ye getirilip devlet töreniyle gömülerek soykırımcı zihniyet yaşatılmıştır.
Mustafa Kemal'den Tayyip Erdoğan'a, 1920'lerin CHP'sinden AKP'sine, MİT'inden MGK'sına kadar bütün devlet kurumlarına soykırımcı ve katliamcı zihniyet sinmiştir.
1927'de bu coğrafyada Ermeni nüfusu 300 bin iken bugün 60 bin kalmış olması bu politikaların sonucudur.
Bu yüzden, Hrant Dink'in katledilmesinde birbirinden farklı birçok devlet kurumu ve yöneticisinin parmağının olması tesadüf ve konjonktürel bir durum değil, aksine Hrant Dink'in öldürülmesinde ve gerçek katillerinin aklanmasında eski statüko ve yeni statüko elbirliği içindedir.
O  yüzden de ne katillerin hepsini yargılayabilirler ne de Ermeni soykırımı ile yüzleşme niyeti ve cesareti taşıyorlar.
Bundan kaçmak için Çanakkale Savaşı “kahramanlığı”na sığınıyorlar.
HRANT KÖPEÜSÜNDE YÜZLEŞME ZAMANI
Gerçek yüzleşmeyi ancak halklarımızın vicdanı ve mücadelesi başaracaktır.
Hrant'ın vurulmasından sonra dakikalar içinde Türk, Kürt, Ermeni halklarımızdan binlercesi toplanıp Taksim'den Agos'un önüne yürümesi ve uğurlanmasında yüz binlerin katılımı ve sahiplenmesi, 8  yıldır süren Hrant için adalet mücadelesi bunun en güçlü kanıtıdır.
Bunlar, yüz yıllık soykırımcı zihniyetle yüzleşme ve geçmişle hesaplaşamaya giriştir ve görkemli bir başlangıçtır.
Bu vicdan ayaklanması tamamına erdirilmekten henüz uzaktır.
Ermeni soykırımıyla yüzleşildiği, özür dilendiği, kardeşleşmenin diğer gerekleri yerine getirildiği zaman ve soykırımcı devlet zihniyeti paramparça edildiği zaman yüzleşme tamamlanmış olacaktır.
Soykırımın yüzüncü yılı bunun için çok güçlü bir fırsattır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder