YETERLİLİK SİZSİNİZ İŞÇİ SINIFI!
Burjuvazi ve
hükümeti, önümüzdeki dönemde kadrolu öğretmenleri de daha ağır bir
performans/yeterlilik boyunduruğuna almayı hedefliyor.
Milli eğitim
bakanı, bu sistemi daha nitelikli eğitim, daha yetkin öğretmenler için, diye
gerekçelendirdi.
Oysa,
performans sisteminin amacı, emeği yetkinleştirmek değildir. Tam tersine,
işçinin kendini hep yetersiz hissetmesini sağlamaktır.
YETERSİZ, VE DOLAYISIYLA ÖĞRETİ VE
GEREKSİZ!
Bu yüzden
her türlü performans ölçme/değerlendirme sistemi, işçileri sermaye için
yeterliliklerini ve dolayısıyla gerekliliklerini kanıtlayabilmek için
kendilerini parçalarcasına rekabete koşullandırır. Özgüvenlerinin büsbütün
kırılmasına yol açar. Köleliği derinleştirir. Sermayenin yalnız sömürüsünü
değil egemenliğini de, emeğin (sürekli bir “yetersizim, her an gereksiz de
olabilirim!” korkusuyla) bizzat içgüdüsü haline getirip, azamileştirmeyi
amaçlar.
İşçiler
çalışırken sürekli tepelerinde kendilerini az çalışmakla, yetersizlikle
suçlayan şeflerin
baskısından
muzdariptir. Fakat performans sistemi bundan fazlasıdır: Performans sistemi bir
kez
yerleşti mi,
artık, çok çalıştığını ve “yeterli” olduğunu tepesindekilere sürekli kanıtlamak
durumunda olan bizzat işçinin kendisidir. Performans sisteminin ve emeği ölçme,
değerlendirme, karşılaştırma mekanizmalarının en yıkıcı sonucu işte budur. Bu,
suçlayanın “suçu” kanıtlaması yerine her daim potansiyel “suçlu” addedilenin
“suçsuzluğunu” (sermaye için çok çalıştığını, yeterli ve gerekli olduğunu)
kanıtlamakla yükümlü tutulduğu sermayenin emek üzerindeki despotik bir yargı
mekanizmasıdır. İşçilerin kendilerini sürekli yetersiz, ve dolayısıyla eğreti
ve gereksiz (aldığı üç kuruş ücreti bile haketmiyor, sanki patronun zamanını ve
parasını çalıyor gibi) hissetmesiyle sağlanır.
Yetersizlik baskısı ücretli köleliğin ayrılmaz bileşenidir
İşçinin
işinde ve yaşamında kendini yetersiz hissetmesi, ücretli kölelik sisteminin
ayrılmaz bileşenidir. İşçi patrona ne
kadar değer (artıdeğer/sermaye) üretirse, kendi işgücü o kadar değersizleşir. Sermaye birikimini
sürdürmenin ve yükseltmenin ilk koşulu, emek üretkenliğini durmaksızın
artırmak, sınırsızca artırmaktır. Zaten sermaye emek üretkenliğini artıramaz
hale gelince krize girer. Krizden çıkmasının da ilk koşulu da, yeni teknolojiler,
yeni üretim ve emek
organizasyonları,
daha az işçiye daha çok iş yaptırmak, çalışma temposu ve süresini artırmak, bir
bütün olarak
emek üretkenliğini bir üst düzeyden azamileştirmektir.
Kapitalizmin
mutlak yasası: Bir kutupta sermaye birikimi, diğer kutupta, kendi emeklerini
patronlara sermaye olarak üreten işçilerin safında ise sefalet birikimi. İşte
işçilerin kendilerini değersiz, yetersiz, yeteneksiz, gereksiz hissetmeleri de
bu sefalet birikiminin biçimlerinden biridir.
Üretimin
araçlarından yoksun; emek sürecinde bile kontrol ve inisiyatife sahip olamayan;
zaten salt bir “işgücü”ne indirgenmiş, işgücü de patronların komutasında bir
meta haline gelmiş; toplumsal-teknik iş bölümüyle yaşam ve çalışma alanı
alabildiğine daraltılmış ve parçalanmış; toplumsal,
politik,
kültürel olarak etkin bir yaşama ne vakti, ne enerjisi kalan, ne de bunun
eğitim ve olanağına
sahip
olabilen; kendisinin ve ailesinin çoğu zaman en temel istem ve gereksinmelerini
bile karşılayamayan … işçilerde derin bir “yetersizlik” sendromu yaşanması
kaçınılmazdır.
İşçilerin
içine itildiği ve olağan koşullarda çoğunluğunun da kabullendiği bu
“yetersizlik” kapanı olmasaydı, kapitalizm kapitalizm olmazdı. Bu, basitçe
psikolojik bir sorun olmayıp, kapitalist kölecilik sisteminin yapısal bir
bileşenidir. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki en yıkıcı, en kıyıcı
hakimiyet
biçimlerinden biridir. En ileri bilimsel, teknolojik emekten en ince duygusal,
estetik
emeğe kadar
üretim ve yaşamı var edip durmaksızın geliştirenlerin, bilmeye ve kendi emek ve
yaşamlarını
yönetmeye, kendileri için yeni ve daha yüksek bir yaşamı da kurmaya yetenekli
olmadıkları; sermaye hükümranlığına mecbur oldukları önyargısı, kapitalizmin
temel bir sınır taşıdır. Bu önyargının yıkılması da, kapitalizmin mezar taşı
olacaktır.
NEOLİBERALİZM: EZELİ YETERSİZLİK
Neoliberal
üretim ve emek organizasyonları, işçilerin işteki yetersizlik duygusunu had
safhaya vardırır. Artık işçiler arası dayanışma, birbirine bilgi ve beceri
aktarımı ile kazanılacak bir “yeterlilik”
yoktur.
Kalıcı işlerde, iş güvencesi ve deneyimle kazanılacak bir “yeterlilik” yoktur.
Belli bir işin yapılabilmesi için hiçbir zaman yeterli sayıda işçi istihdamı da
yoktur. Dahası, eğitimle, bilgiyle,
beceriyle de
kazanılacak bir “yeterlilik” de yoktur. İşçiler için, işsizlik ve güvencesizlik
kapanına
alınan
eğitimli işçiler de dahil, sürekli derinleşen bir “yetersizlik” baskısı ve
duygusu vardır.
Bu
“yetersizsiniz!” baskısıdır ki işçileri, 1- Sermaye için kendilerini parçalama
“yeterlilikleri”ni
de bizzat
kendilerinin kanıtlaması zorunluluğunda bırakır. (Bu “yeterlilik”, öğle
tatillerinde ve hafta
sonlarında
çalışma, fazla mesai ücreti almadan fazladan çalışma, iş tanımında olmayan
angarya işlerini yapma, iş dışında da işini gelecekte koruyabilmek ya da işten
atıldığında yeni iş bulabilmek
için
bilgisayar, dil gibi çeşitli kurs ve dershanelere gitme, yeni “yeterlilik”
sınavlarına hazırlanma,
vb gibi
biçimler kazanır.) 2- Patron ve şeflere karşı tepki ve taleplerini dile
getirmekten alıkoyar.
İşsizlik,
güvencesizlik, aynı işyerinde bile işçilerin farklı istihdam biçimleri, ücret
ve statü farklarıyla parçalanması ve katmanlılaştırılması, yönetim teknikleri
ve rekabetle birbirinden tecrit edilmesi… Neoliberalizm, eğitim, sağlık,
çalışma, emeklilik, her şeyin, tüm bir yaşamın bireysel atomizasyonudur.
Neoliberal emek organizasyonunun (hukuki ifadesini bireysel iş sözleşmesinde
bulan) özü de, işin bireyselleştirilmesidir. Her türlü üretim ve emek sürecinin
iç içe geçtiği, birbirine
bağlandığı,
üretim ve emeğin toplumsal niteliğinin olağanüstü geliştiği günümüzde, tekil
işçinin, hem de yaptığı iş üzerinde hiçbir kontrol ve inisiyatif tanınmadığı
halde, yaptığı iş ve sonuçlarından yalnızca bireysel olarak sorumlu
tutulmasıdır.
Emek
görülmemiş toplumsal bileşik bir nitelik kazandığı halde,
1- İşçilerin
birbirinden soyutlanması,
2- İşçilerin
yalnız birbiriyle değil kendi kendileriyle acımasız bir rekabete sokulması,
3- İşin
mutlak biçimde bireyselleştirilmesi,
4- Emeğin
“ölçme ve değerlendirilmesi”nin de, her türlü nitelikten soyularak tümüyle
sayısallaştırılması…
Böylelikle,
işçinin işteki “yeterliliği”, artık belirli tarihsel ve toplumsal bir bağlam
içinde, belirli
bir deneyim
ve bütünün parçası olarak var olamaz. Daha doğrusu işçinin kendisi açısından
belirli bir
toplumsal
bağlam, deneyim ve bütünün parçası olarak algılanamaz hale gelir.
Sayısallaştırılmış “yeterlilik” her türlü somut bağlamdan ayrı, sürekli
değişmeye hazır, patronun karlılığına ve kaprislerine, piyasanın gereklerine
göre ancak anlık olarak var olabilen, her an uçup gidebilir, yerine yenisi ile
değiştirilebilir, sayısallaştırılmış (soyut) bir karakterdedir. “Yeterlilik”,
sadece o anda sermayenin azami birikimine yeterli olma ihtimalidir.
Sayısallaştırılmış her türlü
eğitim-deneyim,
her türlü bilgi-beceri her an “yetersiz” addedilmeye, yerini hemen alıverecek
yeni
bir sayısal
“yeterlilik” ölçüsüne bırakmaya hazır olmalıdır. Böylelikle konulan her
“yeterlilik” ölçütü
ve
değerlendirmesi daha geniş bir kesimi “yetersizler” safına fırlatır. Güvencesiz
çalıştırılmalarını, ücretlerinin düşürülmesini veya işlerine son verilmesini
rasyonalize eder. Zaten performans sisteminin ve onun ayrılmaz bileşeni olan
sayısallaştırılmış yeterlilik ölçme ve değerlendirme mekanizmalarının asıl
işlevi, her türlü emeği birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirip, işçiler
arasındaki rekabeti körüklemek, emeğin (artıdeğer) üretkenliğini son sınırına
kadar artırmak,
ve bunun
kadar önemlisi, emek üzerinde içselleştirilmiş bir azami kontrol ve güdüm
kurmaktır.
EMEK
ÜZERİNDE AZAMİ KONTROL-GÜDÜM
Şunlar ne
kadar vurgulansa azdır: Her türlü performans sistemi, emeğin sayısallaştırılmış
kontrolüne dayanır. Emeğin sürekli yinelenen, dolayısıyla sayısal olarak
ölçülebilir bir takım en basit işlemleri yapmaya indirgenmesine, bu “istendik”
işlemlerin her işçi açısından sayısal olarak hesaplanıp/birbiriyle
karşılaştırılabilir hale getirilmesine, bir takım sayısal yeterlilik ölçüt ve kademelerinin
konulmasına dayanır. Hepsi birlikte, emek üretkenliğini (sömürüsünü) ve emek
üzerindeki
kontrolü azamileştirmenin araçlarıdır. Sayısallaştırılmış yeterlilik
ölçme/değerlendirme sistemleri, aynı zamanda sermayenin emek üzerindeki azami
egemenlik, kontrol ve yönetim araçlarıdır.
Çünkü ölçülemeyen emek tam kontrol altına
alınamaz. Bilimsel emek, sanatsal emek, sportif emek, öğretmen ve sağlıkçının
emeğinin ölçülebilir hale getirilmesi, bu alanlarla da öznel emek süreçlerinin
(kendi emek süreçleri üzerindeki kısmi özerklik ve inisiyatif olanağının) ölüm
çanıdır. Öznel emekten nesneleştirilmiş emeğe, nitel emekten sayısallaştırılmış
emeğe, içeriksel emekten
biçimselleştirilmiş emeğe, özgül emekten genel emeğe, işinde
yeterli ve gerekli olan emekten yetersizlik duygusu içinde ve her an
gereksizleşebilir emeğe geçiş olarak, yıkıcı proleterleşme sürecinin en çarpıcı
dinamik ve ifadelerinden biridir.
Bireysel
rekabetçi performans sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucu da, bu alanların
tümünde,
yalnızca
mesleki örgütlerin değil, mesleki statülerle birlikte mesleki kolektif birikim
ve kültür, norm ve kimliklerin tasfiyesinin hızlandırılmasıdır. Bu yüzden,
bilim insanının, akademisyenin, aydının, sanatçının, sporcunun, mühendisin,
mimarın, avukatın, öğretmenin, sağlıkçının emeği ne kadar nitelikli olursa
olsun; kendine ne kadar toplumsal gereklilik ve statü atfederse etsin, bir kez
sayısal olarak ölçülebilir bir takım basit hareketlerin yapılmasına
indirgenince, zaten basit emekle karşılaştırılmaya
ve basit emeğe doğru indirgenmeye başlamış;
sermaye
tarafından tam zaptedilerek, genel emeğin her an vazgeçilebilir herhangi bir
parçası
haline
gelmiş demektir.
Bugün bir
futbolcunun yalnız kaç gol attığının değil, kaç isabetli şut ve pas attığının,
kaç asist yaptığının, kaç top çaldığının, maç boyunca kaç kilometre koştuğunun
da hesabı tutuluyor. Futbolcuya bunlara göre “değer” biçiliyor. Bu ayrıntılı
sayısal istatistiklerin tutulması ve her maçtan sonra yayınlanması bile,
futbolcuyu sayısal pas, şut, top çalma vb ratinglerini artırmak için gü-
dümlemenin
aracıdır. Sırf bu sayısal “performans” ölçme/karşılaştırma istatistikleriyle
bile, futbolcular “seyir verimliliğini” artırmaya zorlanır, maçların daha
tempolu ve kıran kırana oynanmasıyla, seyirci daha çok bağlanır ve daha çok
seyirci çekilir. Futbol sektörünün bağlayıcılığı ve
karlılığı
artırılır.
Oyun
temposunun ve agrasifliğinin azamileştirilmesi, her futbolcunun haftada 2-3
maça çıkması, ağırlaştırılmış antrenmanlar, son dönemlerde daha önce görülmemiş
biçimde
maç
sırasında ölüm ve baygınlık olaylarının da nedenidir. Bunlar da kapitalizmin
emek üretkenliğini ve kontrolünü azamileştirme tekniklerinin yol açtığı iş
cinayetleridir!
ABD ve
İngiltere’de “Eğitim Standartları Büroları” kurulmuş, öğretmenlerin terfi ve
atamaları, ücret düzeyleri ya da işlerine son verilmesi, okul ve öğrencilerin
“performans” sıralamasına göre yapılması planlanmaktadır. Gelişme, küresel
tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin küresel eğitim, sağlık vb üst
kurullarının oluşması, ülkelerin eğitim, sağlık sistemlerinin daha doğrudan
bunlar
tarafından ölçülüp birbiriyle karşılaştırılması, küresel eğitim-sağlık liglerinin
oluşturulması, yaptırıma bağlanması ve fiyatlanmasıdır. Eğitim ve sağlık
sistemleri de buraya doğru gitmektedir. “Okulların rekabet performansı”nı
gösteren “okul ligleri” uygulaması MEB tarafından zaten uygulanmaktadır.
Yapılan merkezi sınavlardan sonra illerin puan ortalamaları, hangi ilin kaçıncı
olduğu, en
başarısız iller hangileri çıkaran uygulamalar mevcut. Bu sistemle, okul
müdürlerinin koltuklarını bu performans sıraları belirliyor. Bu sadece merkezi
sınavlarla da yapılmıyor. Yıl içerisinde illerde başarı değerlendirme sınavları
yapılıyor. İdareciler okullara geldiğinde bu sınavlar üzerinden değerlendirmeler
yapıyorlar. En başarılı okul olabilmek için öğretmenler arasında
okula
gelecek en “verimli” öğrencileri toplama, en “verimli” sınıfı oluşturma
rekabeti vardır. Okullar
en başarılı
öğrencileri toplama telaşındadırlar.
“Ulusal
Öğretmen Stratejisi” eğitim alanını bir bütün olarak performans/yeterlilik
sistemlerine bağlanmasında vites büyütüyor. Öğretmenlere ve öğrencilere
uygulanması planlanan
“yeterlilik
ölçme/karşılaştırma testleri”, öğretmenlerin bu testlerde ne sorulacaksa ona
odaklanmalarına, iş dışı zamanlarında da onlarca test kitabı çözüp buna
hazırlanmalarına, öğrencilerini de bu testlere hazırlamak için birer dershane
öğretmenine dönüşmesine yol açacak,
eğitim
sistemini de bir bütün olarak bu testlerin içerik ve biçimine göre şekillendirecektir.
Bazı illerde öğretmenleri veliler ve öğrenciler değerlendirmeye ve performans
notu vermeye başladı. Ayrıca öğretmenler kendi zümrelerini, idarecilerini müdür
ve müdür yardımcılarını, hizmetlileri değerlendiriyor. Burada öğretmen, müşteri
velinimetimizdir mantığından hareketle velileri ile
iyi geçinmek
zorunda, hatta onlara yaranacak davranışlarda bulunmak zorunda, gönlünü hoş
tutmak zorunda. Kendi okulunda çalıştığı en yakın arkadaşının başarısız olması için
altını oymak zorunda kendinin başarılı olması için, aynı zamanda da yüzüne
gülümsemek mecburiyetinde çünkü ondan not alacak. Tüm bunlar rekabet,
bencillik, bireycilik, çıkar ilişkisinin ön plana çıkartıyor.
Hizmet içi
eğitim denilen bir mekanizma var eğitimde. Öğretmenler hizmet içi eğitim
kurslarına katılıyorlar. Geçmişte bir nebze eğitimin niteliğini artırmak için yapılan
bu hizmet içi eğitim şimdilerde rekabet ve yanındaki arkadaşının önüne geçmenin
bir basamağı oldu, oluyor.
Eğitim de
teknoloji kullanımı, öğrenci koçluğu, baba destek eğitimi, vb. yüzlerce alana da
hizmet içi eğitim kursları açılıyor. Öğretmenler bunlara gitmek zorunda bir
adım önde olabilmek için. Bu sertifikalar, idarecilik atamalarında, ödül
almada, ek ders almada şimdilik değerlendiriliyor.
Dershanelerde
de yine bir performans tekniği olan koçluk sistemi yaygınlaştırılmaktadır. Buna
göre dershanede belli sayıdaki öğrenci tek bir öğretmene zimmetleniyor. Onların
tüm derslerinden, sınavlarındaki yükseliş ve düşüşlerinden tek bir öğretmen
sorumlu oluyor. Eğitim sistemi baştan aşağıya yeniden yapılandırılırken,
performans/yeterlilik sistemi de bunda çok kritik
bir rol
oynuyor. Bu yüzden, geleneksel solda, sendikalarda buna ilgisizlik, bilgisizlik,
kavrayışsızlıkla da ciddi mücadele içinde ileriye doğru somut stratejik-taktik
mücadele programları önem kazanıyor.
Emek
üretkenliğini sayısal kontrol güdümleme teknikleri bugün, sanayiden her biri
sanayileşen eğitimden sağlığa, mühendislikten sanata kadar pençesine
almaktadır. Öğretmenin,
sağlıkçının,
sanatçının, mühendisin, avukatın emekleri; kafa emeği, hizmet emeği, duygusal
emek, estetik emek de artık sayısallaştırılmakta, sayısal olarak kontrol altına
alınıp emek üretkenliğini azamileştirmeye güdümlenmektedir.
Yeterlilik
testleri, iş dışı zamanları da doldurmaya başlayan düzinelerce
sayfalık
yeterlilik formları “performans ölçme/değerlendirme” tekniklerinin yaygın
biçimleri arasında yer alır. Böylelikle örneğin bir hekimin yalnızca günde
baktığı hasta sayısı azamileştirilmekle kalmaz, kaç hastadan laboratuar tetkiği
istediği, kaç ilaç yazdığı, hangi tedavi biçimlerini uyguladığının sayısal, ve
dolayısıyla karlılık açısından en ayrıntılı
hesabı
tutulabilir, bunlar üzerinden hekimin emeği azami egemenlik altına alınır ve
istendiği gibi güdümlenebilir hale gelir. Sayısal ölçme/değerlendirme
istatistikleri, hekimin “performansı”nı bunlara bağlayarak, her hastadan
gereksiz tetkikler istemeye, fazladan ilaç yazmaya, ya da
daha düşük
maliyetli tedaviler uygulamaya rahatlıkla güdümleyebilir. Sayısal emek kontrol
yöntemleriyle, işçinin her türlü hareketi kontrol edilebilir, sermayenin daha
karlı gördüğü iş yapma biçimleri azamileştirilebilir, o alanda en yaşamsal ya
da mesleki etik açısından gerekli olduğu halde karlılığı düşüren her türlü iş
yapma biçimi tasfiye edilebilir hale gelir. İşçiler de, tıpkı sayısal programlı
robotlar gibi, sayısal ölçme/karşılaştırma sistemleri üzerinden
programlanabilir hale
getirilmektedir.
Böylelikle en nitelikli emek süreçleri bile, kendi içinde ayrıştırılıp
ayıklanır, toplumsal içerik ve işlevinden soyulur, salt bir biçime, bir takım
basit hareketlerin azami sayıda yinelenmesine indirgenir.
Altyapı,
toplumsal koşullar, kurumsal sistem, üretim, emek, yönetim süreci ve
ilişkilerinin bütünü, ayrılan kaynakların, işçi sayısının, bilgi ve beceri
düzeyinin yeterli olup olmadığı işçilerin ne durumda olduğu “sonuç odaklı” sayısal
emek ölçme/değerlendirme tekniklerini hiç ilgilendirmez. Minimize edilmesini ya
da maksimize edilmesini koşulladığı hareketler, sayısal kontrole bağlanarak,
geri kalan her şeyden, soyutlanır. Bu sonuçlara dönük olmayan her türlü
toplumsal ilişki biçimi,
her türlü
bilgi beceri, her türlü çaba, amaç, araç tasfiye edilir. Hekimin hastasıyla,
öğretmenin öğrencisiyle kurduğu rehabilete edici, pedogojik ilişkiler,
işçilerin birbiriyle ilişki kurması, sayısallaştırılmış “çıktı verimliliğini”
düşürdüğü için tasfiye edilmelidir. Ve zaten işçiler bir kez,
bu
“performans ölçme/karşılaştırma” kapanına sokuldular mı, bu sayısal kontrolü
birbiriyle rekabetçi bir iç güdü olarak içselleştirirler. Böylelikle, “sonuç
odaklı, ölçülebilir, öngörülebilir performans/yeterlilik” sisteminin, emek
üzerinde bir azami kontrol, azami güdüm sistemi
olduğu daha
bir açıklık kazanır. Sayısal ölçme/değerlendirme sistemlerinin en önemli
özelliklerinden
biri de,
karşılaştırmacılıktır. Nitelikler birbiriyle karşılaştırılamaz. Niteliksel olan
şeyleri birbiriyle karşılaştırılabilir ve değiştirilebilir, birbirinin yerine
geçebilir hale getirmek için, somut niteliksel özelliklerinden soymak,
sayısallaştırmak gerekir.
Kapitalizmde,
her şeyi, somut niteliğinden, toplumsal işlevinden, kullanım değerinden tamamen
soyutlanmış olarak, birbiriyle karşılaştırılabilir, birbiriyle
değiştirilebilir, ve tabii ki paraya çevrilebilir, parayla alınır satılır hale
getiren, biricik sayısal ölçüt, içerdikleri emek-zaman niceliğidir. Ancak
içerdikleri emek-zaman niceliğine göre, karpuz şiir kitabıyla, tıraş bıçağı
eğitim hizmetiyle, bilgisayar ameliyatı birbiriyle değişebilir, biri satılıp
diğeri alınabilir. Kapitalist değer yasası, her şeyi, somut yararlılık ve
niteliğinden soyup, emek-zaman ölçütüne indirgeyerek piyasalaştırır, sermaye
birikimine
bağlar.
Küresel
tekelci kapitalizmin, bilgi, eğitim, sağlık, kültür, sanat, spor, doğa, tarih,
aşk, cinsellik gibi nitelikleri bile sayısallaştırma ve sayısal olarak
ölçme/karşılaştırma takıntısının amacı, yaşamın tüm alanlarında, hiçbir boşluk
bırakmadan azami piyasalaştırma ve kar kontrolünü tam sağlamaktır. Böylece aşk
bile, sevgilinize hangi belli biçimsel jestleri en çok yaptığınız, hangi
sözleri en çok söylediğiniz, ne satın aldığınız ve karşılığında ne aldığınızla
sayısal olarak ölçülmeye, ve bunun
başkalarının
sevgilisine ne aldığı, ne sattığı ile karşılaştırılmasına dayanan bir meta
egemenlik ilişkisi
haline
getirilir.
Her türlü
sınai ürün gibi, kafa emeğinin, sağlık emeğinin, öğretmen emeğinin, duygusal emeğin
de çıktıları üzerinden sayısallaştırılması, bu sayısallaştırılmış çıktılar için
toplumsal olarak gerekli emek-zamanın sürekli minimalize ve dolayısıyla
artıdeğerin maksimalize edilmesine
dönüktür.
Belli bir hizmetin üretimi için toplumsal olarak gerekli emekzaman miktarı bir
kez ölçülebilir hale gelince, artık onu sürekli minimize etme süreci de başlar:
Daha az işçiyle daha çok iş, her işçinin “istendik” çıktılarını azamileştirmek için
işin en basit bazı hareketlerin azami sayıda yinelenmesine indirgenmesi, vb…
Tüm sayısal
ölçme/karşılaştırma (kontrol-güdümleme) sistemlerinin kaçınılmaz sonucu, her
türlü somut niteliğin, özgüllüğün ortadan kaldırılması, karlılığı
azamileştiren, sermaye açısından öngörülebilirlik ve kontrolü kolaylaştıran,
sayısallaştırılmış belli düşünce ve davranış biçimlerinin standartlaştırılarak
tek tipleştirilmesidir. Sayısal ölçme/karşılaştırma sistemlerinin kaçınılmaz
bir sonucu ve tamamlayıcısı, sermayenin istediği belli biçimlerin, belli
düşünce davranış hareket biçimlerinin genelleştirilmesi ve standartlaştırılmasıdır.
Emeğe
uygulandığında ise, ki bu sistemlerin her zaman asıl hedefi emeği daha fazla
zaptırapt altına almaktır, her türlü emeği nitel, özgül karakteri ve
içeriğinden soyup, bir takım sayısal olarak ölçülebilir basit hareketlerin
sürekli yinelenmesine doğru indirgeyerek genelleştirir ve standartlaştırır.
Böylelikle sınırlı sayıdaki basit hareketleri sürekli yinelemeye dayanan
fabrika işçisinin emeği ile, kendi emek süreci üzerindeki inisiyatif ve
yaratıcılığını tümüyle kaybederek belli basit hareketlere indirgenmiş hekim ya
da öğretmen, hatta belli bir takım formülleri uygulamaya indirgenmiş roman
yazarının emekleri arasında pek az fark kalır. Böylelikle her türlü nitelikli
emek de, standartlaştırılmış bir takım en basit hareketlerin azami sayıda
yinelenmesine dayanan basit
emeğe doğru
indirgenmekte, genelleşen emeğin bir parçası haline gelmektedir. En nitelikli
işler bile,
en karmaşık
bölümünü makine-bilgisayarların yaptığı, geri kalanın da, her birini en basit
yinelenen hareketlere indirgenmiş biçimde farklı işçilerin yaptığı, en basit ve
standartlaştırılmış parçalarına ayrılarak, belli bireylere, nitelikli emeğe
bağlı olmaktan çıkmaktadır.
Örneğin bir
katarakt ameliyatı 20 yıl önce 3 saatte yapılırken, bugün lazerli bilgisayar
teknolojisiyle 5 dakikada yapılmaktadır. Ameliyatı bilgisayar yapmaktadır,
hekimin yaptığı ise bilgisayar programını hastanın durumuna göre ayarlamak ve
kontrol etmektir. Eskiden yüksek vasıf gerektiren, günde en fazla 2 katarakt
ameliyatı yapan hekim, bir bilgisayar operatörü haline gelerek,
günde seri
üretim halinde 20′den fazla katarakt operasyonu yapar hale gelmiştir. Sağlık
alanında emeğin toplumsal üretkenliğinin nasıl arttığını görmek için şu rakamı
bilmek yeter: İstanbul’un yalnız 4 büyük hastanesinde yılda toplam 6 milyon hasta
tedavi edilmektedir.
İşin belli
bireylere bağlı olmaktan çıkması, her işin giderek genişleyen ve çeşitlenen
yetenekler toplamı hale gelmesi, her türlü üretim ve emek sürecinin birbirine
bağlanması, işlerin artan bölümünün en basit biçimlerine indirgenerek herkes
tarafından yapılabilir hale gelmesi;
her türlü
emeğin bir parçası haline gelerek içinde eridiği, birbiriyle kaynaştığı genel
emeğin, bugün bir üst düzeyde küreselleşen evrensel emeğin ortaya çıkmasıdır.
Emeğin niteliği artık tek tek bireylerde değil, belli bir işçinin belli bir
işte ne kadar yetkin olduğunda değil, tüm emeklerin birbiriyle bağlantısında, emeğin
tüm emeklerin birbirini bütünlediği ve birbiriyle kaynaştığı bu
evrenselliğinde,
dev çaplı toplumsal niteliğindedir.
Artık tekil
emek, belli bir anda yaptığı şu ya da bu işin de kendisine bağlı olmadığı,
kendi başına hiçbir şeydir; ancak bu muazzam, çok yönlü, çok çeşitli emeklerin
genelleşmiş bütünlüğünün, dev çaplı toplumsal emeğin bir parçası, bir bileşeni
olarak olağanüstü toplumsal niteliğini
(yeterliliğini,
yetkinliğini) kazanır.
SINAV CEHENNEMİ: ÖĞRENCİLER İŞÇİLEŞİRKEN
İŞÇİLER DE ÖĞRENCİLEŞTİRİLİYOR.
Emek üzerinde tekelci mali oligarşik
bir azami kontrol-güdüm mekanizması olarak performans ölçme/değerlendirme
sistemlerinin en eski biçimlerinden biri sınav sistemidir. Bugün sınav
cehenneminin okullardan işe, tüm yaşam ve çalışmaya doğru yayılması, gerçekte
neoliberal despotik performans/yeterlilik sistemlerinin her türlü toplumsal
emek ve faaliyet üzerinde nasıl kabus gibi bir tahakküm kurduğunun dehşet
verici bir ifadesidir.
Çocuk daha ilkokuldan başlayarak
içine girdiği çok engelli sınav maratonunun bir kademesinde tökezlerse, daha
fazlası için “yetersiz” ve “gereksiz” demektir! Çocuk işçiler, çocuk gelinler…
Meslek liseleri gibi üniversitelerde de yaygınlaştırılan bir dönem öğrencilik
bir dönem stajyer işçilik sistemiyle, öğrenci işçilerin notlarının artan
bölümünü de doğrudan stajyer işçi olarak çalıştıkları şirketlerdeki patronlar,
işteki performanslarına göre vermeye başlıyor. Böylece kapitalist eğitim
sisteminin yapı taşı olan öğrenmeyi
ölçme/değerlendirme sistemi ile neoliberal esnek çalışma rejiminin yapı taşı
olan çalışmayı ölçme/değerlendirme sistemi iç içe geçip bütünleşiyor.
Diyelim ki tüm bu sınavlarla ölçülüp
değerlendirdiğiniz, sizinle rekabet eden milyonlarca öğrenci işçiyle
karşılaştırıldınız ve mühendislik, öğretmenlik ya da tıp fakültesinden mezun
oldunuz. Artık yeterli misiniz? Hayır, değilsiniz. Kendi içinde de yeterlilik
sistemleriyle kademelendirilen bu mesleklerin her birine giriş için ve
girdikten sonra her kademesinde ayrıca yeterlilik sınavları var. KPSS, öğretmen
yeterlilik, yetkin mühendislik, tıp uzmanlık vb .vb. sınavları… Ve bu mesleki
yeterlilik sınavları, artık mesleki kademelerde yükselmekte olan, o meslekteki
işçilerin artan bölümünü “yetersiz” ve dolayısıyla “gereksiz” kılma amaçlı.
Mevcut iş durumunuzu bırakalım yükseltmeyi, koruyabilmek için bile, delice
yeterlilik sınavlarına çalışmanız, performans sistemleriyle posanızın
çıkarıldığı işten arta kalan zamanınızı da bu kademeli yeterlilik sınavlarına
hazırlanmakla geçirmeniz gerekiyor. Öğrenciler işçileşirken, işçiler de
öğrencileştiriliyor; çalışırken de bir türlü reşit olamama durumu, ezeli
yetersizlik kapanı ve rekabeti içinde tutuluyor.
Tüm toplumsal çalışma ve yaşamın bir
neoliberal sınav cehennemi pençesine alınması, kaçınılmaz olarak buna karşı
tepkileri de ortaya çıkartıyor. Henüz çok zayıf da olsa, sınav köleciliğine
karşı slogan ve eylemler de gelişiyor.
Hemen her
yer “yeterlilik” sınavı, yarattığı toplumsal gerilimle, öncesinde, sırasında,
sonuçların açıklanmasıyla, yerleştirme ve atamalar sürecinde protesto ve
eylemlere konu olmaya başlıyor. Bu önemli bir gelişmedir. Her türlü
“yeterlilik” sınavının, bir bütün olarak sınav sisteminin kaldırılması,
proletaryanın sınıf savaşımı talebi haline gelmelidir ve gelecektir. Ancak
bugün her türlü “yeterlilik” sınavının, işçi sınıfını azami parçalama, katmanlaştırma,
rekabete sürme, azami boyunduruk altına alma ve sömürmenin bir aracı olduğu da
görülmelidir. Kim bizim emeğimizin yeterliliğini neye göre ölçüyor? Kim bizim
üretkenliğimizin, bilgimizin, becerimizin yeterliliğini/yetersizliğini neye
göre değerlendiriyor?
Sınavlar
dahil, yeterlilik ve performans
ölçme/değerlendirme sistemleri, teknik bir sorun değildir. Salt ekonomik de
değil, siyasal-sınıfsal bir sorundur. Yargıçlar, ölçücüler, değerlendiriciler,
seçiciler, karar vericiler kimlerdir? Hangi sınıf hangi sınıfı neye göre ölçüp
biçiyor, yeterliliğini/yetersizliğine neye göre karar veriyor? Asıl sorulması
gerekenler bunlardır. Yanıtı açıktır: toplumsal çalışma ve yaşamın her
alanında, yeterlilik/yetersizlik ölçütlerini koyan ve açık örtük yeterlilik/performans
ölçme ve değerlendirme sistemleriyle emeği ve yaşamı durmaksızın kendi
sömürüsünü ve egemenliğini artırma çerçevesinde azami güdümleyen sermayedir.
Ölçülen, değerlendirilen, birbiriyle ve kendisiyle ölüm kalım rekabetine
sokulan ise emektir. Yeterlilik, performans, ölçme, seçme, karşılaştırma,
değerlendirme vb. sistemleri, sermayenin emek üzerindeki sömürü ve egemenliğini
azamileştirmenin araçlarıdır. Yalnızca sınav cehennemi değil, asıl temelindeki,
sermayenin emeği koyduğu her türlü sayısallaştırılmış
performans/yeterlilik/ölçme/değerlendirme (kontrol-güdüm) sistemi
kaldırılmalıdır.
KAPİTALİZM YETERSİZLİK ÜRETİR!
Kapitalizm öncesi toplumlar, üretken güçlerin
ve dolayısıyla ihtiyaçların sınırlılığı nedeniyle, bir açıdan kendine
yeterlilik toplumlarıdır. İhtiyaçların sınırlılığı (“bir lokma, bir hırka, bir
dam”) nedeniyle, kendine yeter olandan fazlası için çalışma, başkası için
çalışma, bir iç dinamik haline gelmemiştir. Dışsal bir zorlamayı gerektirir.
“Emek üretkenliği ne kadar düşükse, ne kadar az şey üretebiliyorsa, o kadar
yeterlilik duygusu hakimdir.” Kapitalizmde ise, ne kadar çok üretiliyor ve
tüketiliyorsa, ne kadar yeni ihtiyaçlar yaratılıyorsa, toplumsal emek
üretkenliği ne kadar yükselmişse, ne kadar aşırı çalışılıyorsa, ne kadar çok sömürü
ve egemenlik varsa, o kadar yetersizdir.
Kapitalizm durmaksızın yeni ihtiyaçlar
yaratıp kitleleri bunların peşinden koşturur, borçlandırır, daha çok çalışmaya
güdümler. Kapitalist piyasayı genişletmek ve yeni kar alanları açmak için
durmaksızın yeni ihtiyaçlar yaratmayı, en büyük ihtiyaç haline getirir.
Toplumsal emek üretkenliğinin ulaştığı hiçbir düzey yeterli değildir. Zaten
sermaye üretkenliği artıramaz hale geldiğinde krize girer. Ve krizden çıkışının
tek yolu da toplumsal emek üretkenliğini, yeni teknolojik yatırımlar, yeni
üretim ve emek organizasyonlarıyla bir üst düzeye çıkarmaktır.
Yeterlilik/performans sistemleri de, zaten sermayenin emek üretkenliğini
azamileştirmek terörünün giderek öne çıkan
bir aracıdır. Durmaksızın yeni üretim, emek, yönetim organizasyonları,
durmaksızın yeni eğitim, çalışma, yaşam standartları ile öncekileri yetersiz
ilan eder.
Katı olan her şeyi, her türlü yeterlilik
duygusunu buharlaştırır. Her yeni yeterlilik standartı da daha yerleşmeden
yetersizliğe dönüşür. Artık yaşamın hiçbir alanında bir kez kazanılmakla sürgüt
yeterlilik diye bir şey yoktur. Ancak o an için ve daha o anda elden kaymaya
başlayan biçimde ya da gelecekte, belki
bir gün yeterli olabilme ihtimali vardır. Kapitalizm, her yerde, durmaksızın yetersizlik
üretir! (…)
Kapitalizm
yetersizlik üretir ve bunu, kitlelerin ve bireylerin daha çok çalışmak, daha
çok tüketmek için büyüyen korku ve küçülen hayal dolu bir içgüdüsü haline getirir. Kapitalizmin tarihsel rolü,
yaşamın her alanında ve bütününde bu yetersizliği yaratmak ve büyütmektir.
Geleneksel küçük üreticinin kendine yeterliliğini, geleneksel eğilimli
emekçilerin mesleki yeterliliğini, geleneksel ailenin emek gücünün yeniden
üretimindeki yeterliliğini, geleneksel bilgi, eğitim, deneyimin yeterliliğini,
geleneksel işkollarının kendine yeterliliğini, geleneksel ulusal kendine
yeterliliği, her türlü yeterliliği –evet her türlü yeterli-liği buharlaştırır.
Ve her türlü üretim, emek, bilgi, beceri süreçlerini birbirine bağlayarak,
tümünü her birinin temeli haline getirerek her birini kendi başına yetersizliğe
çevirir. (..)
Neoliberalizm
ise emeğin ve emek gücünün yeniden üretiminin üst toplumsallaşmasına karşılık
özelleştirilmesi (metalaştırılmasını) ve bireyselleştirilmesi çelişkisini en uç
noktasına vardırır. Yeterlilik/performans sistemleri, aynı zamanda kapitalizmin
bu özsel çelişkisinin açığa çıkmasının ve alabildiğine şiddetlenmesinin bir
ifadesidir. Bugüne kadar özelleştirme üzerine çok şey yazılıp çizildi. Fakat
hepsinin temelinde yatan, emeğin bir üst düzeyden
özelleştirilmesi/metalaştırılması ve bireyselleştirilmesi üzerine hiçbir şey!
Oysa günümüzde küresel temelde toplumsallaşan, bütünleşen emeği asıl yıkıcı
olan bu özelleştirilmesidir. Dev çaplı toplumsallaşmış çalışmanın parçalayıcısı
üretim-emek organizasyonlarına ve bireysel rekabetçi “performans” sistemlerine
bağlanması… Böylelikle, bir işçinin yetişmesi, çalışma yeteneğini kazanması
ve geliştirmesi, tamamen çok yönlü
toplumsal emekle gerçekleşmemiş, bu toplumsal emek bireysel emeğe en başından
itibaren içerili değilmiş ve temelini oluşturmuyormuş gibi, bireysel emek
toplumsallığından bir üst düzeyde soyulur, özelleştirilir ve
içeriksizleştirilir.
Performans/yeterlilik
sistemleri, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal emek üretkenliğini
arttırmada
giderek daha fazla zorlandığının, artan ölçüde engeli haline geldiğinin, emek
üretkenliğini ancak emeği en yıkıcı ve
kıyıcı biçimlerde artırabilir hale geldiğinin de en açık göstergesidir.
Başka bir ifadeyle: Üretimin toplumsallaşmış güçlerinin bugün geldiği dev çaplı
gelişme düzeyinde, asıl sermaye sisteminin yetersizliğini ve gereksizliğini apaçık halde gözler önüne
serer. Performans/yeterlilik sistemleri asıl burjuvazinin sınıf egemenliğinin
(üretim-emeği-toplumu örgütleme ve yönetmedeki vb.) artan ölçüde
yetersizleşmesi ve gereksizleşmesinin ifadesi olarak, ileri toplumsallaşmış
proletarya tarafından yıkılmasına, üretkenliğin çok daha kısa çalışma
süreleriyle, çok daha zahmetsiz, yaratıcı, dayanışmacı ve eğlenceli biçimlerde
artırılabileceği yeni ve daha yüksek bir topluma çağrıdır.
Sermayenin
küresel temelden üst birikim sürecine geçişi, önceki toplumsal-mesleki işbölümü
ve yeterlilikleri de bir daha geri gelmemek üzere yıkmaktadır.
Performans/yeterlilik sistemleri, mühendis, öğretmen, sağlıkçı, gazeteci,
sanatçı, sporcu gibi mesleklerin, tüm içe kapalı mesleki kültür ve
şekillenişleriyle birlikte, yıkımını hızlandırmaktadır. Hepsini küresel tekelci
kapitalizm ve mali sermayesinin, çoklu alanlardan merkezi-bileşik üst birikim
ve egemenliğine bağlamaktadır. Fakat bunu yapmakla, karşı kutbunda da tüm bu
mesleklerin, evrenselleşen ve çok yönlüleşen emek içinde eriyerek, bir üst
nitelik kazanan proletaryanın çoklu alanlardan toplumsal-bileşik mücadelesinin
bileşenleri haline gelmesini de hızlandırmaktadır. Toplumsallaşmış bireylerin
ömür boyu bir parça işe, bir parça mesleğe bağımlı olup, toplumsal yaşamın geri
kalanına yabancılaştığı ve yalıtıldığı bir durumdan çıkarak, sabah bir iki saat
öğretmenlik ya da sağlıkçılık, öğleden sonra istediği türden spor, akşam da
tiyatro oyunculuğu yapabileceği, hepsini oyun eğlenceyle ve yaratıcılıkta
birleştirebildiği, özgür zaman
toplumunun da ufkunu ve bunun için mücadele zorunluluğunu da göstermektedir.
Yeterlilik
bireysel, mesleki bilgi, beceri, deneyimde değil, toplumsal ilişkiler,
yetenekler, ihtiyaçların bütünsel sistemindedir. Tek tek işlerde, mesleklerde
büyüyen yetersizlik baskısı ve yıkımı, uzunca bir süre bireylerde, esleklerde
eski toplumsal-mesleki işbölümünü, dar bireysel-mesleki yeterliliği geri
getirme umutsuz çabasına yol açsa da, yeterliliğin üst toplumsallaşmış
temelinden, yetersizlik boyunduruğunun asıl kaynağı olan kapitalist üretim,
işbölümü ve egemenlik ilişkileri sistemini yıkmaya, toplumsal-bileşik işçi
sınıfı hareketine doğru bir eğilimi de ortaya
çıkarmaktadır. İşçiler, ömür boyu tek bir parça işteki/meslekteki
tekçi-bağımlılık temelindeki yeterliliklerini kaybetseler de, her türlü iş ve
mesleğin genel/evrensel emeğin bileşeni haline gelmesiyle yeni ve daha üst bir
tolumsal-bileşik işçi yetisi; toplumsallaşmış çok yönlü bireyin daha gelişkin
koşulları da ortaya çıkmaktadır. Bunlar çok daha gelişkin bir
sosyalizm/komünizmin de koşullarıdır.
İşçilerin,
kendi emeklerine, üretkenliğine ve ürünlerine karşı, sermaye-ücretli emek
sisteminde var olan en aşırı yabancılaşma biçiminin ve onun da
performans/yeterlilik sistemlerindeki en uç biçiminin, bir geçiş aşaması
olduğu, kapitalizm koşullarında kafası üstü duran biçimiyle de olsa,
üretkenliği, yaratıcılığı ve özgürlüğü engelleyen tüm sömürü/kölelik
koşullarının aşılması potansiyelini de içinde taşıyıp büyüttüğü, bunun yerine
üretimin sermayeye bağlı olmaktan çıkmasının ve bireylerin toplumsal yaratıcı
güçlerinin evrensel boyutlarda gelişmesini
tüm koşullarının nasıl geliştiği görülmelidir. İşçiler belli bir
iş/meslekteki yeterliliklerini kaybetmekte, ancak tüm işçilerde görülmemiş bir
toplumsal-bileşik yetkinlik kazandıkları gibi, üretimi ve yaşamı kendileri için
yepyeni ve daha üst bir düzeyden örgütleme ve yönetme yeteneğini kazanmaktadır.
Dahası, sınıf savaşımında da daha üst bir yeterlilik kazanmaktadır.
Performans/yeterlilik
sistemi, uygulandığı alanlarda başlangıçta, neoliberal rekabetin özgür
bireyselliğin ve bireysel kuruluşun sözde mutlak biçimi olduğu yanılsamasını
yaratabilir. Ancak ilerleyen aşamalarında asıl burjuvazinin işçi sınıfı
üzerindeki sömürü ve tahakkümünün mutlak bir biçimi olduğunun ortaya çıkmaya
başlamasıyla, sınıf savaşımının yeni bir itilim kazandıran, ekonomik-toplumsal
olduğu kadar politik mücadele dinamiği olarak kavranmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder