27 Temmuz 2013 Cumartesi



HEGEMONYA KRİZİ

21. yüzyılın geride bıraktığımız yıllarında meydana gelen olaylar, burjuvazinin hegemonya, işçi sınıfının da karşı hegemonya kurma krizi içinde bocaladığını işaret ediyor. Fakat bu iki kriz hali birbirinin zıddıdır, birincisi ölmekte olan ikincisi doğmakta olanın krizidir.
“Her ülkede süreç farklıdır ancak içerik aynıdır. İçerik yönetici sınıfın hegemonyası krizidir” der Gramschi, “… Bu tam olarak hegemonya krizi ya da devletin genel krizidir.”
Hegemonya krizi, dünya ölçeğinde genel bir hal almışsa; bu, şu ya da bu devletin değil, egemen üretim tarzına tekabül eden tüm toplumsal ilişkilerin, bilinç biçimlerinin krizde olduğunu gösterir. Bir başka deyişle; bu, şu ya da bu devletin genel krizi olmasının ötesinde tam olarak mevcut hegemonik ilişkileri var eden koşulların genel krizidir.
Kapitalizmin varoluşsal krizi tam da bu koşulların genel krizini tarif eder. Dünyanın çeşitli ülkelerinde meydana gelen büyük kitle eylemleri, halk ayaklanmaları, sözü edilen koşulların genel krizinin çeşitli tipteki dışa vurumudur.
Örneğin, Haziran ayında Türkiye’de, Brezilya’da ve Mısır’da patlayan halk isyanlarının tetikleyici nedenleri her ülkede farklı olsa da içeriği aynıdır. Elbette her ülkenin kendine özgü süreçleri var ama yine de bu süreç farklılığı içeriksel değil biçimseldir. Her üç ülkede de burjuvazi, hegemonya krizi içinde, üstelik bu hegemonya krizinin belirleyici nitelikleri de aynı. Dahası bu belirleyici nedenler salt bu ülkelere özgü değil de dünyasal karakterde olduğu için bu ülkelerin kendi burjuva iç dinamikleri ile krizi atlatmaları söz konusu edilemez. Bu ülkelerde hegemonik ilişkileri olan emperyalist devletlerin de koşullara hakim oldukları söylenemez. Onlar da çözüm koşulları oluşturma gücünden yoksundur. Bu, onların müdahaleye yeltenmedikleri anlamına gelmez. Ama onlar artık koşulları belirleyemiyor, ancak oluşan ya da oluşmakta olan koşullara dahil olabiliyorlar ve bu yolla koşullara kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışıyorlar. Emperyalistlerin “koşulları oluşturmak”tan “koşullara dahil olma”ya gerilemelerinin nedeni, onların da kapitalizmin varoluşsal krizinin pençesinde burjuva hegemonya krizi yaşıyor olmalarıdır. Emperyalist ya da bağımlı, kapitalist ülkelerin tümünde burjuvazi “varoluşsal hegemonya krizi”nin etkisi altındadır. Bu nedenle, hiç beklenmedik bir anda hiç beklenmedik olaylar dizgezi varoluşsal krizden en uzak olduğu varsayılan ülkelerde bile ayaklanmaları tetikleyebilir.
HEGEMONYA SAVAŞLARI VE YANILSAMALAR
Engels, 1848 devrimlerinin yenilgisini, “Kıta Avrupa’sı üzerindeki iktisadi gelişme durumunun o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamış” olmasına ve kapitalizmin “hala büyük bir gelişme kapasitesine” sahip olmasına bağlıyordu. Ona göre Paris Komunü de işçi sınıfının iktidarı için koşulların henüz “yeterince olgunlaşmamış” olması nedeniyle tutunamadı.
O dönemin koşulları, burjuva hegemonyanın geriletilmiş yeniden üretimi için elverişliydi. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, yani onun ekonomik sürekli devrimi (üretici güçleri geliştirme yeteneği) krizlerle kesintiye uğrasa da devam ediyordu.
Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları ise 1929-’30 Büyük Bunalım’ı kapitalizmin şiddetli bir genel kriz yaşadığını gösteriyordu. Bu kriz süreci, savaşlar kadar devrimlere de yataklık etti. Şimdi artık burjuvazinin kapitalist hegemonyasının yanıbaşında proletaryanın sosyalist hegemonyası yükseliyordu. Bu süreçte, işçi sınıfı iktidarı için koşulların görece olgunlaştığı pratikte kanıtlanmıştı.
“Yeterince” değil de “görece olgunlaşma” terimini kullanmamızın nedeni, 2. paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin genel krizi atlatması ve hala “bir gelişme kapasitesine” sahip olmasıydı.
Bu “genişleme kapasitesi” ile birlikte uygulamaya geçirilen “sosyal devlet” politikaları kapitalist ülkelerdeki emekçiler üzerinde burjuva hegemonyanın yeni biçimde ve yeni düzeyde inşa edilmesine olanak sağladı. Hızlanan kapitalist gelişme ve emekçilerin yaşam düzeyindeki görece yükselme, eğitsel ve kültürel ilerleme kapitalizme dair yanılsamaları büyüttü, bu yanılsamaların genişletilmiş yeniden üretimi için koşulları daha da elverişli hale getirdi. Burjuva dünyaya bir bu yanılsamalar (illüzyonlar) sosyalist inşa ülkelerini de etkiledi, bu ülkelerde ideolojik kriz ve burjuva sapmalara yataklık etti. Dümeni kapitalizmle bir arada yaşamaya doğru kıran sosyalist inşa ülkeleri, gitgide burjuva çürümeye maruz kaldılar ve en sonunda kendi içlerine çökerek tarih sahnesinden silindiler.
Sosyalist inşa ülkelerinin art arda yıkılması, bu yeni koşullar bu kez bir başka yanılsamaya yol açmıştı: Tarihin sonu gelmişti ve kapitalist gelişme sonsuzdu. Kapitalizm Tanrı’ysa, ekonomik liberalizm, “serbest piyasa” onun peygamberiydi. Kapitalizmden gayri her şey birer hiçti. Onun hegemonyası sonsuz ve kırılmaz nitelikteydi.
BURJUVA YANILSAMANIN KIRILMASI
Önceki tökezlemeler bir yana, 2007-2008 dünya ekonomik krizinin bir ekonomik kriz olmanın ötesinde kapitalizmin yeni bir genel krizinin dışa vurumu olduğu gitgide daha belirgin biçimde açığa çıktı. Kapitalist gelişme tıkanmıştı. Ve tıkanıklığın nasıl aşılacağına dair kimsenin fikri yoktu. Yoktu; çünkü kapitalizm genişlemesinin sınırlarına dayanmıştı, yaşadığı bir varoluşsal krizdi. Burjuvazi derin bir hegemonya krizine saplanmıştı, dahası bu krizi atlatmasının maddi zemini, koşulları geri dönüşümsüz biçimde ortadan kalkmıştı.
Buna karşın proletaryanın karşı hegemonya alanları inşa etmesi için nesnel koşullar kapitalizm tarihi boyunca hiç olmadığı kadar olgunlaştı. Yine de bir karşı hegemonya inşa krizi olduğu açık. Ama bu burjuva hegemonyanın aksine bir “koşullar krizi” değil “bilinç krizi”dir.
BİLİNÇ KRİZİ HANGİ YOLDAN AŞILABİLİR?
Bilinç krizi kendini iki biçimde gösteriyor: Burjuva hegemonyaya karşı ayaklanan kitlelerin kolektif bir ifade oluşturma bilincinden yoksunluğu ve bu kitlelere bir amaç birliği verecek bir program birliğinden yoksunluk.
Gezi ayaklanması sonrası ortaya çıkan komünal forumlara süreklilik kazandırılabilir, bunlar bir çeşit halk konseyi niteliği alabilirse ve tüm konseyler arasında hareket birliği sağlayabilecek mekanizmalar kurulabilirse, kolektif iradenin ortaya konması sorunu çözüme kavuşturulabilir.
Program ortaklığı ise dünyanın her yerindeki ayaklanmaların ortak içeriğini oluşturan belirleyici iki çelişkinin, devlet-halk, emek-sermaye çelişkilerinin çözümünü hedeflemelidir. Devlet-halk çelişkisinin çözümünün özü politik özgürlüğün kazanılmasıdır. Kuşkusuz her ülkenin özgün şartlarına göre politik özgürlüğe dair talepler ayrıntılandırılabilir. Fakat çağımızda politik özgürlüğün kazanılması, emek-sermaye çelişkisinin çözümü ile sıkı sıkıya bağlı hale gelmiştir. Bir avuç dünya tekelinin ve işbirlikçi sermaye oligarşisinin burjuva devletleri doğrudan kontrol ettiği günümüzde bunların egemenliği yıkılmadan devlet-halk çelişkisi çözüme kavuşturulamaz. Emek-sermaye çelişkisinin çözümüne belirleyici üretim araçlarının toplumsal mülkiyet altına alınmasıyla girişilebilir. Böylece “demokratik ve sosyal cumhuriyet” işçi sınıfı ve ezilenlerin, kadınların ve çevrecilerin program ortaklığının özeti, ortak şiarı olarak yükseltilebilir. Kuşkusuz bu ortaklığın hemen gerçekleşmesi gerekmez, bugün için önemli olan yönün tayin edilmesidir. Bazı ülkelerin özgün koşulları nedeniyle tek maddelik program, politik özgürlüğün kazanılması bilinç krizinin aşılması yönünde bir ilk adım için yeterli olabilir. İşçi sınıfının politik temsilcilerinin bu durumda görevi; bu talep etrafında birliği sağlamak, buna karşın hareket içinde hareketin geleceğini temsil eden programına yığınları kazanmaya çalışmaktır.
“Demokratik ve sosyal cumhuriyet” ulusalcı-devletsel değil, bölgesel ve dünyasal bir taleptir. Dolayısıyla, kolektif irade ve program birliğinin bölgesel ve dünyasal ölçekte de gerçekleştirilmesi hedeflenmelidir. Meselenin böyle ortaya konuşu, hiçbir biçimde bölgesel ya da dünyasal toplu bir ayaklanmanın beklentisi olarak anlaşılamaz. Dünya burjuva ulus devletlere bölünmüştür. Bir başka deyişle, işçi sınıfı ve ezilenlerin ayaklanmaları özsel bakımdan evrensel nitelikte olsa da biçimsel bakımdan zorunlu olarak belirli bir devlet iktidarlarını hedefleyecektir. Diğer yandan, belirleyici çelişkilerin evrensel niteliği öyle göz çıkarıcıdır ki, Türkiye’de başlayan bir hareketin binlerce km ötedeki Brezilya’yı hemen etkilemesi mümkün olabilmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder