HEGEMONYA KRİZİ
21. yüzyılın geride bıraktığımız yıllarında meydana gelen
olaylar, burjuvazinin hegemonya, işçi sınıfının da karşı hegemonya kurma krizi
içinde bocaladığını işaret ediyor. Fakat bu iki kriz hali birbirinin zıddıdır,
birincisi ölmekte olan ikincisi doğmakta olanın krizidir.
“Her ülkede süreç farklıdır ancak içerik aynıdır. İçerik
yönetici sınıfın hegemonyası krizidir” der Gramschi, “… Bu tam olarak hegemonya
krizi ya da devletin genel krizidir.”
Hegemonya krizi, dünya ölçeğinde genel bir hal almışsa; bu, şu
ya da bu devletin değil, egemen üretim tarzına tekabül eden tüm toplumsal
ilişkilerin, bilinç biçimlerinin krizde olduğunu gösterir. Bir başka deyişle;
bu, şu ya da bu devletin genel krizi olmasının ötesinde tam olarak mevcut
hegemonik ilişkileri var eden koşulların genel krizidir.
Kapitalizmin varoluşsal krizi tam da bu koşulların genel krizini
tarif eder. Dünyanın çeşitli ülkelerinde meydana gelen büyük kitle eylemleri,
halk ayaklanmaları, sözü edilen koşulların genel krizinin çeşitli tipteki dışa
vurumudur.
Örneğin, Haziran ayında Türkiye’de, Brezilya’da ve Mısır’da
patlayan halk isyanlarının tetikleyici nedenleri her ülkede farklı olsa da
içeriği aynıdır. Elbette her ülkenin kendine özgü süreçleri var ama yine de bu
süreç farklılığı içeriksel değil biçimseldir. Her üç ülkede de burjuvazi,
hegemonya krizi içinde, üstelik bu hegemonya krizinin belirleyici nitelikleri
de aynı. Dahası bu belirleyici nedenler salt bu ülkelere özgü değil de dünyasal
karakterde olduğu için bu ülkelerin kendi burjuva iç dinamikleri ile krizi
atlatmaları söz konusu edilemez. Bu ülkelerde hegemonik ilişkileri olan
emperyalist devletlerin de koşullara hakim oldukları söylenemez. Onlar da çözüm
koşulları oluşturma gücünden yoksundur. Bu, onların müdahaleye yeltenmedikleri
anlamına gelmez. Ama onlar artık koşulları belirleyemiyor, ancak oluşan ya da
oluşmakta olan koşullara dahil olabiliyorlar ve bu yolla koşullara kendi
çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışıyorlar. Emperyalistlerin “koşulları
oluşturmak”tan “koşullara dahil olma”ya gerilemelerinin nedeni, onların da
kapitalizmin varoluşsal krizinin pençesinde burjuva hegemonya krizi yaşıyor
olmalarıdır. Emperyalist ya da bağımlı, kapitalist ülkelerin tümünde burjuvazi
“varoluşsal hegemonya krizi”nin etkisi altındadır. Bu nedenle, hiç beklenmedik
bir anda hiç beklenmedik olaylar dizgezi varoluşsal krizden en uzak olduğu
varsayılan ülkelerde bile ayaklanmaları tetikleyebilir.
HEGEMONYA SAVAŞLARI VE YANILSAMALAR
Engels, 1848 devrimlerinin yenilgisini, “Kıta Avrupa’sı
üzerindeki iktisadi gelişme durumunun o zaman kapitalist üretimin kaldırılması
için henüz yeterince olgunlaşmamış” olmasına ve kapitalizmin “hala büyük bir
gelişme kapasitesine” sahip olmasına bağlıyordu. Ona göre Paris Komunü de işçi
sınıfının iktidarı için koşulların henüz “yeterince olgunlaşmamış” olması
nedeniyle tutunamadı.
O dönemin koşulları, burjuva hegemonyanın geriletilmiş yeniden
üretimi için elverişliydi. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, yani onun ekonomik
sürekli devrimi (üretici güçleri geliştirme yeteneği) krizlerle kesintiye
uğrasa da devam ediyordu.
Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları ise 1929-’30
Büyük Bunalım’ı kapitalizmin şiddetli bir genel kriz yaşadığını gösteriyordu.
Bu kriz süreci, savaşlar kadar devrimlere de yataklık etti. Şimdi artık
burjuvazinin kapitalist hegemonyasının yanıbaşında proletaryanın sosyalist
hegemonyası yükseliyordu. Bu süreçte, işçi sınıfı iktidarı için koşulların
görece olgunlaştığı pratikte kanıtlanmıştı.
“Yeterince” değil de “görece olgunlaşma” terimini kullanmamızın
nedeni, 2. paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin genel krizi atlatması ve hala
“bir gelişme kapasitesine” sahip olmasıydı.
Bu “genişleme kapasitesi” ile birlikte uygulamaya geçirilen
“sosyal devlet” politikaları kapitalist ülkelerdeki emekçiler üzerinde burjuva
hegemonyanın yeni biçimde ve yeni düzeyde inşa edilmesine olanak sağladı.
Hızlanan kapitalist gelişme ve emekçilerin yaşam düzeyindeki görece yükselme,
eğitsel ve kültürel ilerleme kapitalizme dair yanılsamaları büyüttü, bu
yanılsamaların genişletilmiş yeniden üretimi için koşulları daha da elverişli
hale getirdi. Burjuva dünyaya bir bu yanılsamalar (illüzyonlar) sosyalist inşa
ülkelerini de etkiledi, bu ülkelerde ideolojik kriz ve burjuva sapmalara
yataklık etti. Dümeni kapitalizmle bir arada yaşamaya doğru kıran sosyalist
inşa ülkeleri, gitgide burjuva çürümeye maruz kaldılar ve en sonunda kendi
içlerine çökerek tarih sahnesinden silindiler.
Sosyalist inşa ülkelerinin art arda yıkılması, bu yeni koşullar
bu kez bir başka yanılsamaya yol açmıştı: Tarihin sonu gelmişti ve kapitalist
gelişme sonsuzdu. Kapitalizm Tanrı’ysa, ekonomik liberalizm, “serbest piyasa”
onun peygamberiydi. Kapitalizmden gayri her şey birer hiçti. Onun hegemonyası
sonsuz ve kırılmaz nitelikteydi.
BURJUVA YANILSAMANIN KIRILMASI
Önceki tökezlemeler bir yana, 2007-2008 dünya ekonomik krizinin
bir ekonomik kriz olmanın ötesinde kapitalizmin yeni bir genel krizinin dışa
vurumu olduğu gitgide daha belirgin biçimde açığa çıktı. Kapitalist gelişme
tıkanmıştı. Ve tıkanıklığın nasıl aşılacağına dair kimsenin fikri yoktu. Yoktu;
çünkü kapitalizm genişlemesinin sınırlarına dayanmıştı, yaşadığı bir varoluşsal
krizdi. Burjuvazi derin bir hegemonya krizine saplanmıştı, dahası bu krizi
atlatmasının maddi zemini, koşulları geri dönüşümsüz biçimde ortadan kalkmıştı.
Buna karşın proletaryanın karşı hegemonya alanları inşa etmesi
için nesnel koşullar kapitalizm tarihi boyunca hiç olmadığı kadar olgunlaştı.
Yine de bir karşı hegemonya inşa krizi olduğu açık. Ama bu burjuva hegemonyanın
aksine bir “koşullar krizi” değil “bilinç krizi”dir.
BİLİNÇ KRİZİ HANGİ YOLDAN AŞILABİLİR?
Bilinç krizi kendini iki biçimde gösteriyor: Burjuva hegemonyaya
karşı ayaklanan kitlelerin kolektif bir ifade oluşturma bilincinden yoksunluğu
ve bu kitlelere bir amaç birliği verecek bir program birliğinden yoksunluk.
Gezi ayaklanması sonrası ortaya çıkan komünal forumlara
süreklilik kazandırılabilir, bunlar bir çeşit halk konseyi niteliği alabilirse
ve tüm konseyler arasında hareket birliği sağlayabilecek mekanizmalar
kurulabilirse, kolektif iradenin ortaya konması sorunu çözüme kavuşturulabilir.
Program ortaklığı ise dünyanın her yerindeki ayaklanmaların
ortak içeriğini oluşturan belirleyici iki çelişkinin, devlet-halk, emek-sermaye
çelişkilerinin çözümünü hedeflemelidir. Devlet-halk çelişkisinin çözümünün özü
politik özgürlüğün kazanılmasıdır. Kuşkusuz her ülkenin özgün şartlarına göre
politik özgürlüğe dair talepler ayrıntılandırılabilir. Fakat çağımızda politik
özgürlüğün kazanılması, emek-sermaye çelişkisinin çözümü ile sıkı sıkıya bağlı
hale gelmiştir. Bir avuç dünya tekelinin ve işbirlikçi sermaye oligarşisinin
burjuva devletleri doğrudan kontrol ettiği günümüzde bunların egemenliği
yıkılmadan devlet-halk çelişkisi çözüme kavuşturulamaz. Emek-sermaye
çelişkisinin çözümüne belirleyici üretim araçlarının toplumsal mülkiyet altına
alınmasıyla girişilebilir. Böylece “demokratik ve sosyal cumhuriyet” işçi
sınıfı ve ezilenlerin, kadınların ve çevrecilerin program ortaklığının özeti,
ortak şiarı olarak yükseltilebilir. Kuşkusuz bu ortaklığın hemen gerçekleşmesi
gerekmez, bugün için önemli olan yönün tayin edilmesidir. Bazı ülkelerin özgün
koşulları nedeniyle tek maddelik program, politik özgürlüğün kazanılması bilinç
krizinin aşılması yönünde bir ilk adım için yeterli olabilir. İşçi sınıfının
politik temsilcilerinin bu durumda görevi; bu talep etrafında birliği sağlamak,
buna karşın hareket içinde hareketin geleceğini temsil eden programına
yığınları kazanmaya çalışmaktır.
“Demokratik
ve sosyal cumhuriyet” ulusalcı-devletsel değil, bölgesel ve dünyasal bir
taleptir. Dolayısıyla, kolektif irade ve program birliğinin bölgesel ve
dünyasal ölçekte de gerçekleştirilmesi hedeflenmelidir. Meselenin böyle ortaya
konuşu, hiçbir biçimde bölgesel ya da dünyasal toplu bir ayaklanmanın
beklentisi olarak anlaşılamaz. Dünya burjuva ulus devletlere bölünmüştür. Bir
başka deyişle, işçi sınıfı ve ezilenlerin ayaklanmaları özsel bakımdan evrensel
nitelikte olsa da biçimsel bakımdan zorunlu olarak belirli bir devlet
iktidarlarını hedefleyecektir. Diğer yandan, belirleyici çelişkilerin evrensel
niteliği öyle göz çıkarıcıdır ki, Türkiye’de başlayan bir hareketin binlerce km
ötedeki Brezilya’yı hemen etkilemesi mümkün olabilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder