DİRENİŞİN ZAYIF KARNI:
ORTA SINIF VE PASİFİZM…
Genel Direniş
hareketinin başından itibaren hareketin içindeki farklı toplumsal sınıf ve
kesimlerin farklı tutum ve eğilimlerine dikkat çektik.
Hareket içinde
neredeyse tüm toplumsal sınıf ve kesimlerden kitlelerin yan yana ve iç içe
varlığı, sınıfsal bir değerlendirmeyi zorlaştırsa da, farklı sınıfların
belirgin karakteristiklerin somut göstergelerine de yeterince sahibiz.
BURJUVAZİ
Burjuvazinin
belli kesimlerin çıkarları da, hükümetin otokratik uygulamalarına karşı
kitlelerin savaşımına kısmen katılmasını ya da şartlı desteklemesini
gerektirir. Ama yalnızca kitlelerin tarihsel inisiyatifine ve sokak
demokrasisine dönüşmeyen bir katılmasını ve desteklemesini! Kitlelerin tarihsel
inisiyatifinin adım adım içini boşaltan ve etkisizleştiren bir katılmasını ve
desteklemesini! Burjuva devlet iktidarını, baskı aygıt ve yasalarını,
bürokrasisini, seçim sistemini, ücretli kölelik ve meta egemenlik ilişkilerini
ortadan kaldırmayan, ve bunlara sokaklardan meydan okunması ve yıpratılmasına
karşı duran bir katılmalarını! Çünkü bu yasa düzen sömürü mekanizmaları onlar
için işçi sınıfı ve emekçi kitlelere karşı gereklidir. Burjuvazinin bu
kesimleri, kitlelere ‘hükümete karşı benim için mücadele et, onu benim için
islah et, ama benim iktidar kurumlarıma dokunma’, der. “Parlamenter planda,
barış-uzlaşma-diyalog planında, yani benim hükümet ile uyuşarak, sana
saptayacağım sınırlar içinde savaş”, der. “Fiili sokak demokrasisi, barikatlar,
devrimci, radikal örgütler aracılığı ile değil, düzen yasalarının tanıdığı,
sınırladığı ve asıl sermayeye karşı zararsızlaştırdığı parti, kurum ve
sendikalar aracılığıyla, barış-müzakere-lobi yoluyla, hiç kimseyi ama asıl beni
ürkütmeden savaş”, der.
Liberalizm,
Türkiye’nin “politik kurtuluşu” konusunda tam bir acizlik ütopyasından
ibarettir. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, Erdoğangillerin
ayrıcalıklarını “barışçı yollarla” aralarında paylaşmak isteyen para
babalarının ütopyasıdır. Liberal ütopya, Erdoğan’ı tam bir yenilgiye uğratmadan
ıslah etmenin, yıkmadan uzlaşmanın yollarını düşünmek, bu konuda bol bol hayal
kurmak demektir. Liberal ütopya, yalnızca bir ütopya olduğu için değil, asıl
kitlelerin özgürlük istemini yozlaştırdığı, içini boşalttığı, sermaye
egemenliğine bağladığı için zararlıdır. Liberal pasifizme bel bağladıkları
sürece kitleler bırakalım gerçek özgürlüğü, AKP’den bile kurtulamazlar.
CHP, BDP gibi
burjuva partiler, modern tekno-kobi burjuvazisinin bir kesimi, büyük kapitalist
şirketlerin orta ve üst düzey yöneticilerinin bir kesimi, hatta TÜSİAD’ın AKP
elinde aşırı güç merkezileşmesinden hoşnutsuz olan bir kesimi de son derece
ikircikli, temkinli, hükümeti olabildiğince doğrudan karşılarına almayan ve ikili
oynayan biçimde hareketin içinde yer alıyor göründüler ya da koşullu lojistik
destek verdiler. Başlangıçta hareketin içinde yer almadıklarını açıklayan ve
uzak duran CHP ve BDP, harekete akan tabanlarını kontrol edemez hale gelince,
isteksizce ve bir ayakları frende harekette yer almış göründüler.
İstiklal’e
tarihi dokuyu yıkarak AVM yapan ve bu AVM’lerde yer alan bazı büyük sermaye
grupları, Gezi direnişi çığ gibi büyümeye başlayınca iki yüzlüce Gezi’ye AVM
yapılırsa yer almayacaklarını açıkladılar. Aynı iki yüzlülükle, Gezi
Parkındakilere ellerinde kalmış stoklardan en ucuz ve son kullanma tarihi
yaklaşmış bir gıdım gıda ve erzak yardımı yaptılar, yüzbinlerin eylem alanına
dönüşen Taksim civarındaki otel ve mağazalarını koruma kaygısıyla ucundan direnişçilerin
yer yer sığınma, tuvalet, yerlerde uyuma ihtiyacına açtılar. Bunda bile
eylemlerden ve “uluslar arası eylem turizmi”nden kar etme ve imaj-reklam,
milyonların hareketinden sermaye ve piyasalarına halel gelmemesi için birkaç
kuruş bahşişle sıyrılma ve asıl olarak da bu hareket üzerinde sermaye kontrol
ve egemenliğini tesis etme kaygısını gözettiler. Hükümete bir “itidal” çağrısı
yaptılarsa kitlelere bin “itidal, sağduyu, barış, hoşgörü” vb çağrısı yaptılar.
Hükümet ne kadar saldırganlaşırsa, kitlelere alay edermiş gibi yaptıkları
“sağduyu, hoşgörü” çağrıları o kadar arttı. Hareket içinde yaygın olarak
varolan orta sınıfları, proleterleşme sürecinde olan kesim ve gençleri, kendi
etkileri altında tutmak, işçiler ve kent yoksulları, radikal ideoloji ve
eğilimler ile değil, neoliberal burjuvazinin hegemonyasını benimseyerek onunla
koalisyon kurmaya çekmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Orta
sınıfların özgürlük yerine neoliberal bireysel-grupsal özerkçiliğe doğru,
neoliberal burjuva demokrasisi ve AB’nin desteklenmesine doğru, burjuvaziye
bağımlılığa doğru, burjuvazi ve devletinden vazgeçmek zorunda kalma endişesine
doğru olan eğilim ve korkuları içinden politika ve manipulasyon yaptılar. Tüm
politikaları, hükümeti, devleti, baskı aygıtlarını, bir bütün olarak
burjuvazinin sınıf iktidarını -bir miktar “cık cık!”çılıkla ambalajlanmış
biçimde- gerçekte onarma çabasından ibaretti.
Bu sınıf ve
kesimlerin hareketin 3 haftalık seyrindeki tutumları da son derece
karakteristiktir. Başlarında: dışında durmak ve son derece mesefali yaklaşmak,
“katılmıyoruz, desteklemiyoruz” çağrıları yapmak… Hareketin çığ gibi büyüdüğü
süreçte, hareketin ileri ve militan kesim ve dinamiklerine karşı geri ve orta
sınıfçı sosyal liberal-pasifist kesimlerini desteklemek, övgülere boğmak ve
birincileri tecrit etmeye çalışmak… Kitle militanlığının en ufak belirtisini
“vandalizm” demogojisiyle itibarsızlaştırırken, her türlü pasifist muhalefet
biçimini “orantısız zeka” diye pohpohlamak… Hareketin olgunlaşma aşamasında,
sokak demokrasisine alternatif olarak sunulan ve onun yerine ikame edilmeye
çalışılan “barışçıl, katılımcı, müzakereci demokrasi” adı altında, en geri
düzeyde ve fiili kazanımlarının bile gerisinde bir uzlaşmacılık ile, fiili
sokak-kitle demokrasisini tasfiye etmeye çalışmak. Sanki hükümet kitlelere
“demokrasi”yi bağışlıyormuş, sanki direnmeden vazgeçiyor ve kitlelerin
taleplerine boyun eğmeye hazır bulunuyormuş, sanki sermaye ve devletinin
kitleleri ezmesini sağlayan hiçbir olanağı yokmuş veya kalmamış gibi bir intiba
yaratmaya çalışmak… Hareket henüz gücünü korumakla birlikte birlikte bir
duraksama devresine girer girmez, yoğun bir demoralizasyon ve ricat kampanyası
başlatmak (“barikatlar kaldırılsın, flamalar indirilsin, siz kitleleri
kırdırmak mı istiyorsunuz, Gezi Parkı miadını doldurmuştur, artık kitleler
eyleme gelmiyor, dövüşmek istemiyor” vb.). Ve en sonu hareket geçici olarak
sönümlenmeye yüz tuttuğunda, kitlelerin barışçıl protesto yürüyüşlerine bile
karşı çıkmak, “duran adam”ı alkışlamak, medyada yeni çağ dinleri, pasifist
çiçek çocuklar, alternatif liberal-özerk yaşam alanları türünden kampanyalar
başlatmak…
ORTA
SINIFLAR
Orta sınıf
liberal-reformist demokratlar, sınıfsal-toplumsal savaşımın keskinleşmesinden
duydukları korku ve nefretle, ondan kaçınma çabalarıyla, savaşımın keskin
köşelerini ortadan kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle
ayırdedilirler. Bir noktaya kadar destekleyip içinde yer alsalar da, kendi
kontrollerinde olmayan ya da kontrolden çıkma eğilimi gösteren kitle
hareketlerini “kargaşalık” olarak görmeleri, sert ve kesin savaşımdan
korkuları, tarihsel ve toplumsal sorunların ancak toplumsal savaşımla net bir
sonuca bağlanabileceği gerçeğinden yan çizmeleri, kitlelerin en çok nefret
ettiği düzen kurumlarına tepkisini ortaya koymak için başvurduğu sert
yöntemlerin en ufak belirtisi karşısında paniklemeleri ile ayırd edilirler. Bu
yüzden, harekete önderlik etmek yerine, çatışan güçleri uzlaştırmak için
planlar düzenlemeyi iş edinirler.
Hareketin en
güçlü olduğu noktadaki güçsüzleşmesinin belli başlı nedeni, AKP Hükümetinin
muhafazakarlık ve otokratik çizgilerinden çok kitlelerin tarihsel
girişkenliğinden, fiili sokak demokrasisinden korkan (yukarıda andığımız
burjuva liberalizmi ile de iç içe geçmiş) orta sınıf liberalizmidir. Liberalizm,
kitlelerin dişe diş mücadele taleplerinin yerine, çok nazik, çok sempatik bir
gülücük ile çıkmaz ayın son perşembesine ertelediği güçsüz dileklerini geçirir.
Hareketin belli
başlı iç zaafı, proletaryanın bağımsız sınıf olarak çekim gücünün zayıflığı,
alt orta ve üst orta katmanlarıyla birlikte sesi her zaman daha çok çıkan,
eğitim, medya ve serbest zaman olanaklarına daha fazla sahip olan küçük
burjuvazinin yaygın varlığı, özel olarak da derin bir liberal atmosfer içinde
yoğrulmuş orta sınıf liberal-reformist siyasetçi, yönetici, sendikacı,
ideologların varlığıydı.
Hareketin belli başlı iç zaafı,
küçük burjuvazi ve küçük burjuvaziden proletaryaya doğru çözülen geniş ara
katmanların, liberalizm ile demokrasi, genel olarak demokrasi ile sosyalist
demokrasi arasında sınıf köklerine dayanan ayrımı yapamamasıydı. Kuşkusuz küçük
burjuvazi de çelişkin sınıf karakteri gereği biri sosyal liberal-pasifist,
diğeri daha radikal eğilimler gösterdi.
Sosyal liberal
reformist eğilim de, aslında biri ötekini bütünleyen iki eğilimden
müteşekkildi. Biri, Taksim Dayanışması’nın da üzerine çöreklenmeye kalkışan
liberal-reformist, yasalcı, bürokratik parti, kurum ve sendikalar. Bunların
harekete hükümet etmesi demek, hareketin tüm meşru-fiili özgürlükçü ruhuna
karşı tüm eski yasalcı, bürokratik, hiçbir ciddi reformu, hatta kendi
programlarında yer alan reformları bile gerçekleştirmede yeteneksiz, taban
kontrol aygıtını kitlelerin tarihsel girişkenliği ve sokak demokrasisinin
yerine geçirmeye kalkışmak demekti. Diğeri, Negri-Laclau tarzı “radikal
demokrasi” (aslında sosyal-liberal anarşist) eğilimdi ki, ilkiyle bağdaşmaz
görünmekle birlikte, gerçekte onu “aşağıdan” bütünlüyor, aşağı yukarı aynı şeye
hizmet ediyordu.
Küçük burjuva
halkçı demokratizm ise, sıcak savaşım süreçlerindeki militan, öncü savaşım
inisiyatifiyle kendini bunlardan ayırıp, hareketin bunlar tarafından geriye
çekilmesine karşı da anlamlı bir direnç göstermekle birlikte; halkçı
demokratizmin liberal demokrasi içinde çözülmüşlüğü nedeniyle, ideolojik-siyasal
planda kendini yeterince ayıramadı, hareket içindeki gerçek radikal savaşım
damarına sahip kitlelere hitap edemedi. Bu durum zaten önemli bir bölümü HDK ve
neoliberal reformist barış-müzakere süreci ya da anti-emperyalist ulusalcılık
içinde erimiş TDH’nin, kimilerinin sandığı gibi fizik gücünün sınırlılığından
çok, asıl ideolojik-siyasal olarak yaşadığı çözülme ve kitle hareketinin ortaya
çıkan yeni istem, ihtiyaç, yetenek ve dinamiklerine yanıt verememesinden
kaynaklandı.
Hareketin
önündeki en büyük engel ve geriye çekici etkenlerden biri, CHP ve BDP ile tam
bir blok oluşturan ve onların kuyruğuna yapışan, TKP, HDK (EMEP, ESP, Partizan,
DHF, vd), yanısıra KESK, DİSK, TMMOB, TTB bürokrasilerinden geldi. Troçkist,
feminist, çevreci, anarşist orta sınıf örgüt ve platformları, Müşterekler gibi
Negrici-Laclaucu “radikal demokrasi” yanlısı platformlar ve çevreler de Taksim
Dayanışması içerisinde gündemleşen tüm temel mücadele konu ve kararlarında bu
liberal-reformist bürokratik blokla birlikte davrandı. Bu blok, kitlelerin
tarihsel girişkenliğini ve sokak inisiyatifini kırmak, hareketi burjuvazinin
sosyal neoliberal kesimlerine (hatta TÜSİAD ve AB demokrasisine!) yedeklemek,
“tarihsel sorumluluk ve sağduyu sahibi” bu çürümüş düzen aygıtlarının
kontrolünü isyan eden kitleler üzerinde tesis etmek için elinden geleni
esirgemedi.
Liberal-reformist
bürokratik parti, kurum ve sendikalarla, anti-otoriter kılıklı sosyal
liberal-anarşizmin mücadelenin tüm temel konu ve dönemeçlerinde şıp diye
buluşuvermesi, ibretliktir. Onlar, harekete yükseliş sürecinde en son katılıp,
devlet baskı ve saldırılarının giderek tırmanması karşısında hareketi ilk
terkedenler olarak da, düzene binbir bağla bağlı orta sınıf liberalizminin
tipik bir karakteristiğini yansıtırlar. Onlar, hareketin yükseliş döneminde
kabaran kitlelerin içine kolay ve çabuk zafer hayalleriyle atılan ve fakat, tam
da mücadele eden o kitlelerin gerçek mücadele istem ve özlemlerini kavrama ve o
çok övdüğü “sıradan kitleler” içinde direngen ve ciddi bir çalışmayı sürdürme
yeteneğinde olmadığı gibi, hareketin daha ilk aksamasında hızla demoralize olan
ve hareketi önce asgari direniş çizgisine, sonra da tümden tasfiyeye çekmeye
çalışan o “parlak”, “orantısız zeka sahibi” orta sınıf liberallerinin ruh
halini yansıtırlar.
Bu blok, 1
Haziran sonrasında burjuva devletin 3 büyük saldırısı öncesinde ve sonrasında
verdiği mesajların ve çektiği kırmızı çizgilerin her birine büyük bir hızla
uyarlanmakla kalmadı. Hareketi de her seferinde, kitlelerin fiili savaşımla
kazandığı mevzilerin daha gerisine, en gerisine çekmek ve adım adım tasfiye
etmek için, bizzat bu küflü düzen mekanizmaları içinde öğrendiği her türlü
bürokratik emrivaki ve manevrayı kullanmaktan kaçınmadı. Bu blokta en tipik
olan, kitlelerin meşru-fiili mücadele girişkenlikleri ekseninden düzene değil,
alabildiğine içselleştirdikleri yasa-düzen-devlet merkezinden bu harekete
bakmaları, bu ikisini düzen temelinde uzlaştırmaya çalışmalarıydı. Ki bu da
kitlelerin fiili sokak demokrasisi ve mücadele girişkenliğinin tasfiyesinden
başka bir şey değildir!
GEZİ
PARKI VE YASA-DÜZEN BLOKU
Önce Taksim
çevresinde barikatların kaldırılmasını, sonra flama ve pankartların
kaldırılmasını, en sonu Gezi Parkı’ndaki -bu kurumların denetiminde tek bir
çadır bırakarak- tüm çadır ve kitlelerin kaldırılmasını istediler! Taksim
Dayanışması’nın Başbakanla yapabildiği kısmi görüşmede, Başbakan’ın Taksim
Dayanışması heyetini azarlaması, tehdit etmesi ve masayı terketmesini saklı
tutup, bunu Hükümetin geri adım atması olarak sundular. Kitlelerin Gezi Parkı
konusundaki fiili kazanımını da hiçe sayarak, hükümetin mahkeme kararını
tanıyacağını açıklamasını -bu kararı temyiz etmesini bile sorun etmeyerek- bunu
bir kazanım olarak sundular. Taksim Dayanışması adına görüşmeye giden heyetin
sözcüsü, en ufak bir kazanımın olmadığı bu görüşmenin ardından gece yaptığı basın
açıklamasında “pozitif” olarak sundu. Hükümetin yalnızca polislere ilişkin
soruşturma açılma ihtimaline dair kof vaadini değil, halktan da şiddete
başvuranlara ilişkin görüntülerin devlete teslim edilmesine dair bunları aynı
kefeye koyan ve ihbarcılığa teşvik eden yönergesini bile orada kekeleyerek
tekrarlayacak kadar yasa-düzen-devlet hipnozu altındaydı! Bununla da kalmadı,
‘Gezi Parkı’nın da o gün akşamı ya da yarın sabah büyük bir şenlikle, pardon
ölenler için ağıtla bitirileceğini, pardon bitirilmesi gerektiğini, yine pardon
tabii bunun Taksim Dayanışması’nda konuşularak bitirileceği, en bir pardon
tabii kitlelerin görüşüne sunularak ve -en demokratik biçimde!- ikna edilerek
bitirileceği” gibi kekeleme skandallarına da imza attı. (Bu kişinin görüşmeler
ve sonuçları üzerine söylediği tek doğru şey, Gezi Direnişi canlı yayınlayan
bir TV kanalıyla yapılan telefon bağlantısında söylediği; “Bizim işimiz
lobicilik” sözüdür. Bu, düzenin muhalif bileşeni olan bu bürokratik kurumların
özsel karakterini yansıtan itiraf olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin, bu
hareket içinde ölümüne direnenlerin hafızalarına kazınmalıdır. Onlar, mücadele
içinde sınanarak, mücadele içindeki inisiyatif ve kararlılıklarıyla, mücadeleyi
ilerletmek yetenekleriyle, taban demokrasisiyle değil, devlet bürokrasisi
içindeki lobi yetenekleriyle bir yerlere gelirler, kitlelerin mücadele istem ve
inisiyatifine uzaklaşıp yabancılaşırlar, binbir bağla bağlandıkları düzenin
yetki ve ayrıcalıklarına sahip olan birer uzantısına dönüşürler. Evet, işleri
kitlelerin mücadele inisiyatif ve istemlerini savunmak değil bürokratik
lobiciliktir. /Kendilerini kitlelerin mücadelesine değil sermaye düzenine,
bürokrasisine, yasasına sorumlu hissederler.)
Bu hayali
“kazanım karşılığında”, Gezi Parkı’nın -kendi kontrollerinde tek bir sembolik
çadır bırakılarak- boşaltılmasını dayatmaya kalkıştılar. Bu blok kendi içinde
anlaşıp önceden hazırladığı, tek sembolik çadır bırakma adı altında Gezi
Parkı’nın tasfiyesini ima eden basın açıklamasını, el çabukluğuyla Taksim Dayanışması
toplantısından geçirmeye çalıştılar. Bunu Taksim Dayanışması toplantısında,
Devrimci Proletarya ve diğer devrimci grupların, yanısıra bizzat Gezi Parkı’nda
yapılan 2-3 bin kişinin katıldığı forum karar ve temsilcilerinin direnişinden
geçiremeyince, bu kez tasfiye kararlarını Taksim Dayanışması “bileşenlerinin
görüşü” olarak medyaya ve kitlelere sunmaya kalkıştılar. Başta orta sınıflar
olmak üzere kitlelerin en ilkel içgüdü ve korkularına hitap etmeye yönelik
tasfiyeci bir demoralizasyon kampanyası açtılar.
Taksim Dayanışması’nın akşam
20.00′da başlayıp sabaha karşı 4.00′da yüksek gerilimli o ünlü toplantısında,
yasa-düzen bloğunun dayattığı bu tasfiyeci kararların geçmemesinde,
komünistlerin ve devrimcilerin net duruşunun önemli bir etkisi oldu. Fakat asıl
etken, yasa-düzen bloğunun toplantı öncesine alel acele, görünüşü kurtarmak
için, ve Gezi Parkı’nı boşaltma eğiliminin çıkacağını sanarak koydukları kitle
forumlarından tam tersi bir direngenliğin ve kararın çıkması oldu: “Görüşmede
hiçbir kazanım yoktur, 4 talebimiz kabul edilinceye kadar, geri adım yok. Gezi
Parkı’ndaki fiili işgali sürdürerek ve büyüterek mücadeleye devam!”
Hareketin taban nabzını zerre kadar
tutmayan ve zaten sermaye-devlet kurum ve örgütleri nezdinde “lobicilik”
dışında hareketin dinamik karakteri umurunda olmayan
liberal-reformist-bürokratik blokun, göstermelik olarak koyduğu forumlardan
beklediğinin tam tersi bir irade çıkmasında, hesaplayamadığı şu oldu: Devletin
Salı günkü 2. büyük saldırısı sonrasında, Gezi Parkı ve Direnişinin
sınıfsal-toplumsal bileşiminde hissedilir bir değişme yaşanmıştı. Orta ve üst
sınıfların direnişe katılımında, Gezi’yi sahiplenmesinde ve kalmasında ve
ziyaret etmesinde belirgin bir düşüş, belirgin bir seyrelme olmuştu. Gezi’de
kalanlar, hafta içi iş çıkışı, hafta sonu tam gün gelenler, taleplerimiz
kayıtsız koşulsuz kabul edilinceye kadar direnişe yükselterek devam diyenler
arasında, işçilerin, işçileşme sürecinde olanların, kent yoksullarının, küçük
burjuvazinin daha radikal kesimlerinin özgül ağırlığı hissedilir biçimde
artmıştı. O gün, Taksim Dayanışması’nı ipotek altına almaya kalkışan
liberal-reformist-bürokratik blokun, Gezi’yi bitirmenin altlığı için araya
sıkıştırdığı forumlara, 2 binin üzerinde insan, ilk kez kendi hareketlerinin
seyri üzerine söz ve karar sahibi olma fırsatını görerek, büyük bir istek ve
coşkuyla katıldı. Eşzamanlı olarak yapılan 7 forumun sıkıştırıldığı 2 saatlik
süre içinde 2′şer dakikadan 300′den fazla kişi söz aldı, bunun en az iki katı
insan söz altmak istedi. Her söz büyük bir dikkatle dinlendi, büyük bir coşku
ve enerji açığa çıktı. Bu liberal reformist bürokratik blokunun yaydığı liberal
tasfiyeci ruh haliyle o kadar tezattı ki, ancak hareketin içindeki farklı
toplumsal sınıfların çelişkin varlığı temelinde anlaşılabilir.
Ve 8 saatlik, o
zamana kadarkinin yaklaşık 3 katı katılımla (yaklaşık 250 kişi) yapılan Taksim
Dayanışması toplantısında, yasa-düzen blokunun bu forumlardan çıkan mücadele
iradesi karşısında afallayışı, onu aşamadıkça bastırmacılığa varan reaksiyonerliği
o kadar barizdi ki… Yalnızca kullandıkları bir argumanı tarihe not düşmek
yeter: “Orada 300-500 kişi forum yapıp birbirini gaza getirmiş. Burada 11
milyon oy alan (CHP), 3.5 milyon oy alan (BDP) partiler, yüzbinlerce üyesi olan
sendikalar (KESK) var!!” Evet, yalnızca bu arguman bile, bu yasa-düzen bloğunun
nasıl kitlelerin fiili mücadele demokrasisinden, kitle savaşım meclislerinin en
basit bir tohumundan bile rahatsız olduklarını, nasıl bir burjuva temsili
demokrasi, parlamentarizm önyargısıyla yoğrulduklarını, burjuva parlamenterizm
ve bürokratizmini nasıl kitlelerin meşru-fiili öz savaşım demokrasisinin
karşısına koyup savunduklarını göstermeye yeter. Bir diğer tipik argumanları:
“Gezi Parkı bizim kontrolümüzde değil!” Öyle ya onların alışageldiği mücadele
tarzı, parlamenterizm ve sendikalizmdir. Onlar düğmeğe bastığında yasal
prosedüre uygun barışçıl etkisiz hava boşaltma miting ve grevleridir. Çünkü
onlar, kitlelerin bağımsız taban inisiyatifini geliştiren örgütlenme biçim ve
içerikleri değil, tam tersine kitleleri kontrol altında tutmaya dayalı
bürokratik aygıtlardır. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun kabından taştığı koşullarda
bile, verdikleri mesajlar kitlelerin mücadele enerjisini artırmaya değil, tam
tersine bunu kontrol altına almada kendi işlevlerini hatırlatacak tarzda
devletedir!!
Gerçekleşmesini, çok nazik ve çok sevimli bir gülücük ile,
çıkmaz ayın son perşembesine erteledikleri güçsüz karar ve dilekleri: “Gezi
Parkı’ndan geri adım atarak iyi niyetimizi gösterelim; mücadeleyi yeni bir
veçheye geçirip yaygınlaştıralım”dı. Tabii, kolayca tahmin edileceği gibi,
ortaya koydukları laf değirmenleri dışında, somut “yeni mücadele veçhesi”
programı yoktu. Belki içlerinde Gezi’yi sembolik nöbete indirgemeyi, mücadeleyi
ileri sıçratmak için samimi bir taktik soluklanma/zaman kazanma adımı olarak
önerenler de vardır, fakat onlar da tek ortak noktası Gezi’yi tasfiye etmek
olan bu liberal-reformist-bürokratik blokta yer almanın ve ondan “yeni mücadele
veçhesi program ve çağrısı” beklemenin faturasını, tek bir önerilerinin dahi
kaale alınmayıp tartışmaya bile açılmamasıyla ödediler.
Ama bizzat
mücadele içindeki kitlelerin en mücadeleci ve direngen kesimlerinden
kopartılmaya çalışılan bu karar mekanizmasının bürokratik ayak oyunlarından
arınması ve yığınların mücadele girişkinleğinin yüzbinlerle harekete geçmesi
için, Taksim ve Gezi Parkı’nın bir kez daha saldırıya uğraması yetti.
Yasa-düzen bloğu ve orta yolcuların “Direniş Gezi’ye sıkıştırılamaz” söylemiyle
burjuva hukukuna teslim etmeye kalkıştıkları Gezi’nin Direnişin kalbi olduğu
bir kez daha görüldü. Direnişin fizik olarak Gezi’yle sınırlı olmadığını,
Türkiye çapında siyasal-toplumsal bir sarsıntı yarattığı ve taşları yerinden
oynattığını, dünya çapında yankı ve etki yarattığını ilkokul çocukları bile bilir.
Fakat yasa-düzen blokunun anlamadığı, Gezi-Taksim’in kolektif dayanışma,
paylaşım ve mücadele pratiklerinin ve böylelikle yasa-düzen dayatmalarında
açılan ilk ciddi fiili sokak demokrasisi gediği olmasıyla kazandığı
tarihsel-siyasal anlamdır. Liberal reformistlerin kitleleri, dövüşmeden
terketmeye ikna edeceklerini sandıkları, cevaplarını önce Gezi forumlarındaki
binlerce kişiden, sonra da yüzbinlerden aldıkları Gezi işte asıl bu Gezi’dir.
Her
saldırıda orta sınıflar azaldı, işçilerin ağırlığı arttı
Yüzbinler bir
kez daha harekete geçti, ve orta sınıfların katılımı biraz daha azalırken,
işçilerin ve kent yoksullarının aktif katılımı ve özgül ağırlığı biraz daha
genişledi. Bunu hem bu şimdilik son yığınsal eylem dalgası içindeki kendi
gözlemlerimizden, hem daha önce nisbeten sınırlı kalan işçi emekçi semtlerinin
(örneğin İstanbul’da Tuzla, Kartal, Gazi Osman Paşa, Güngören-Bağcılar,
Fikirtepe, vd) sayıca artmasından ve eylemlerin yığınsallaşmasından, hem de
canlı yayınlardan da görülebilecek biçimde İstanbul ve Ankara’nın en merkezi
yerlerindeki kitle eylemlerinin ön saflarındaki işçi-emekçi profillerinin
artmasından rahatlıkla söyleyebiliriz.
16 Haziran Pazar
günü, polisin semtten çekilmesi ve çatışma ve eylemlerin bir süreliğine
durulması ile Nişantaşı’ndaki küçük bir parkta dinlenmeye çalışan tamamen
raslantısal olarak bir araya gelmiş bir grup insanın bileşimi: Tuzla’dan işten
çıkarak gelmiş 20′li yaşlarında bir kargo işçisi (daha önce günde 13 saat
çalışırken, kendisi üye olmasa da sendikanın girmeye başlamasıyla iş
saatlerinin 8 saate indiğini, ama daha fazla duramayıp 4 gündür Taksim
direnişine geldiğini, eski solcu olduğunu söylediği şube şefinin ilk iki gün
kendisini arayıp “direnişteyim” cevabını alınca sesini çıkarmadığını, ama işe
gitmediği 3. gün işten çıkardığını, işin iyi olduğunu ama insanlar canını
verirken kendisinin işini vermemezlik edemeyeceğini, anlattı.), bir mağazada
“satış sorumlusu” genç işçi, bir meslek ticaret lisesi öğrencisi, bir
Eskişehir’den gelmiş işçi emeklisi, bir Kuşadası’ndan geldiğini söyleyen turist
rehberi, baretleri, gaz maskeleri, gözlükleri, ipodları, giyim kuşamları,
spreyleri, sırt çantaları, ACAB takıntıları ile 3 kişilik bir üniversiteli
gençlik grubu… Bir süre sonra 4 turuncu üniformalı belediye işçisi, park-bahçe
barakasından temizlik eşyalarını almak için geliyor, biri parktaki banklarda
uyuyan ya da sohbet eden direnişçilere şöyle bir bakıp “sizin yakıp yıktığınızı
pazar günü bize temizletiyorlar” türünden homurdanarak geçiyor, biri ise birkaç
saniyeliğine yanımıza gelip sadece “AKP’ye oy verdiğini, eylemlere
katılmadığını ama bundan sonra AKP’ye oy vermeyeceğini” söyleyip bir yanıt
beklemeden uzaklaşıyor…
Yüzbinler yine
Taksim ve Kızılay’a doğru harekete geçti, ancak: 1- İlk haftaların şaşkınlık ve
bocalamasını üstünden atan devletin, Taksim’in hattı müdafasından şehir çapında
sathı saldırı organizasyonuna geçmesi, tüm ana arteller ve geçiş noktalarını
tuttuğu gibi, 2-3 yandan birden hareketli saldırı ve gözaltı ekipleriyle alan
hakimiyetini genişletmesi, yüzbinlerin Taksim civarında toplanmasını engelledi.
2- Taş atılmasının, sapan, molotof , havai fişek kullanımının engellenmesi ve
salt barışçıl gösterilerin genel ve geriye çekici bir norm haline getirilmesi,
gösterilerin uzun süre mevzi tutumamasına ve savunmaya çekilmesine, polisin ise
daha hızlı ve rahat biçimde tek yanlı saldıran konumunda olmasını
kolaylaştırdı. 3- “Terör örgütleri silah kullanıyor” türünden dezenformatif
psikolojik savaş saldırganlığı, ordunun, sıkıyönetimin, linç histerileri ve
katliamların ucunun gösterilmesi, Direnişin yayın organı haline gelen El-Cezire
karikatürü Halk TV’nin de ilk dönemki yaygın canlı ve yarı-ajitasyonal yayının
iyice ray değiştirip bir çok haber ve görüntüyü yayınlamaması, daha sınırlı ve
daha pasif eylemleri tek biçim gibi göstermesi, CHP, BDP, bürokratik sendikalar
ve bir bütün olarak liberal-reformist blokun bırakalım “mücadelenin yeni
veçhesi” lafzını, en ufak bir mücadele çağrısı bile yapmayıp tam tersine
kitleleri büsbütün pasifize ve stabileze etmeye dönük açıklama ve
manipulasyonları, CHP ve bürokratik sendikaların barışçıl kitle yürüyüşlerini
bile daha geriye, daha da pasifist, daha da uzlaşmacı ve kabullenici eski tarz
basın açıklaması ve oturma eylemlerine doğru çekmesi, ve en sonu, daha bir çok
yerde gösteri ve çatışmalar sürerken Halk TV’nin (CNN’in penguen belgesi
yayınlamasının bir tür yeni bir versiyonu olarak) saatlerce “duran adam” tarzı
en geri, en pasif, en bireysel protestosuna odaklanması ve özendirmesi…
Şimdilik
kaydıyla bu sonuçta, burjuva devletin nihai işlevi olan iç savaş aygıtı
pozisyonuna doğru geçiş sinyalleri vermesine karşılık, kitlelerin henüz böyle
bir sınıfsal-toplumsal bilinç, hazırlık, kararlılık, sonuna kadar gidecek gözü
kara cesaret ve donanımının çok uzağında olması kuşkusuz önemli bir etken
olmuştur. Fakat kararlılık ve cesaret bireysel veya ahlaki bir sorun değil,
hangi sınıfın bunlara yetenekli olduğunu bilme sorunudur. Proletaryanın
bağımsız önder sınıf olarak olmadığı, henüz yeni bir düzlemden oluşum
sürecindeki sınıf karakterinin zayıf olduğu koşullarda, isyan ve direniş
hareketinin bu ilk eldeki sınırlarını belirleyen, asıl bu sınıf karekterindeki
olgunlaşmamışlık ve bulanıklıktır. Buna rağmen, burjuva devletin şiddet dozu ve
yaygınlığı giderek büyüyen her saldırısı öncesinde, burunları devletin saldırı
kokusu ve mesajlarını iyi alan liberal-reformist lobicilerin ve orta ve üst
sınıfların fiilen kazanılmış ve meşrulaştırılmış mevzileri bile safra atar gibi
dövüşsüz terketme ve gerileme eğilimine karşılık, hareketi ve direngenliği
ayakta tutan ve sürdürme kararlılığını gösterenler, daha ziyade hareket
içindeki özgül ağırlığı artan işçiler, işçileşmeye yakın toplumsal katmanlar ve
küçük burjuvazinin çalışan ve daha radikal kesimleri olmuştur.
İşçi
sınıfının altındaki ve üstündeki ara katmanlarla iç içeliği
Bununla
birlikte, proletaryanın bağımsız sınıf karakteri, bilinci ve örgütleri henüz
zayıf olduğu gibi, zaten hiçbir zaman arasında duvar olmayan üstündeki ve
altındaki toplumsal ara katmanlarla geçişliliği günümüzde son derece artmıştır.
Küçük burjuvaziden proletaryaya doğru uzanan geniş ara katmanlarının, emek ile
sermaye, sokak demokrasisi ile mali oligarşi arasında ikincilere doğru bir
uzlaşma sağlamaya çalışan orta sınıfların; istikrarsızlık, dağınıklık,
gevşeklik ve ortak çabada yeteneksizlik ruhunu işçi kitlelere de taşımaktadır.
Lenin’in de hep vurgulamış olduğu gibi, “burjuva toplumunda savaşımın tüm,
kesinlikle tüm yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan
çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar, ve -bu nedenle bu savaşım yöntem ve
biçimleri- olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur,
hatta rezilleşir.” Gezi Direnişi’n de kitle militanlığının adım adım pasifize
edilmesi, onbinler ateşe verilen barikat başında polise taş yağdırırken bunun
“orantısız zeka” diye pohpolan “duran adam”, “baloncuklu kadın” pasifizmine
doğru çekilmesi, bunun tipik bir ifadesidir.
Her saldırı
sırasında ve sonrasında burjuva/orta sınıf liberalizminin hareketteki fizik
ağırlığının azalmasına karşılık ideolojik-siyasal etkisinin artması, işçi ve
işçileşen kesimlerin ise fiili mücadeledeki rol ve ağırlığının artmasına
karşılık bunun ideolojik-siyasal-örgütsel karşılığını yaratamaması/bulamaması
temel sorundur.
Ancak en büyük
yanılgı, işçi sınıfının bürokratik-yasalcı sendikalizm ile sınırlı algılanması,
işçi sınıfının birliğinin ekonomik-sendikal planda kurulucağının sanılmasıdır.
Tam tersine, bu hareketten orta sınıfların çıkaracağı ders pasifizm iken, işçi
sınıfınınki kitlesel militan siyasal mücadele eğilimi, siyasal sınıf mücadelesi
taleplerinin gelişmesi olacaktır. Olmalıdır ve bizim başlıca görevlerimizden
biri işte budur. Plaza işçilerinin, Cevahir işçilerinin yığınsal protesto
eylemleri, hem de sınıf karakteri en geri ve dağınık olan kent merkezinde
çalışan dev çaplı yeni işçileşen kitlelerdeki bunun küçük bir belirimidir.
Polise çiçek veren, çay ikram eden, baloncuk uçuranların sempatik bir gülücük
ile hükümet, devlet bürokrasisi ve baskı aygıtlarında “insani duygular”
uyandıracağı, özgürlük ihtiyacı ile bunların birarada kardeşçe yaşayacağı
tarzındaki orta sınıf terbiyesiyle karşılaştırıldığında, “ACAB”cı gençlerin
“terbiyesizliği”, proleter sınıf kini ve karşıtlığına çok daha yakındır. Ve
kuşkusuz bu aynı polis ve silahlı korucular üniversitelere ve stadlara
girdiğinde, sosyal medya polis medyasına çevrilmek istendiğinde… Toplumsal
işçileşme süreçleriyle de birleşen toplumsal yaşamın her alanından bu kin ve
özgürlük ihtiyacı daha patlamalı bir hal alacaktır.
Baylar bayanlar,
siz örneğin bir 68′den geriye yalnızca “çiçek çocuklar”, Marcuse ve Leo
Buscalia’nın mı kaldığını sanıyorsunuz? Öyleyse AKM’deki Deniz posteri
karşısında bunca korkunuz niye? Gezi çocukları: “o çocuklar büyüyecek…”, ve
çoğu neoliberal mali oligarşik kölelik rejiminizde, eskisi gibi çalışmak,
yaşamak ve yönetilmek istememek ne kelime, zerresine tahammül edemeyen
toplumsallaşmış işçiler olacak. Ama oraya giden yolu da Gezi’nin ardçı
sarsıntıları, ve giderek daha bir proleterleşen fiili yığınsal grev, işgal,
blokaj ve direniş dalgaları açacak…
Bu hareketi
içindeki farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ayrım ve farklı eğilimlerini de
örtecek biçimde bir halk hareketi ya da bir orta sınıf hareketi olarak
tanımlayıp orta sınıflara -hatta kimileri için üst orta sınıflara, Kürt
burjuvazisine, CHP’ye vb- yükledikleri misyon ne olursa olsun, bu hareketin
gösterdiği tam tersine orta sınıfların güçsüzlüğü ve bağımsız proletarya
hareketinin çekim gücünün zayıflığında orta sınıfların daha fazla burjuva
liberalizmine sarılmasıdır.
“Kapitalizmin
bir üst tekelci ölçekten gelişmesi, sarsıp çözdüğü küçük burjuva kesimleri
onunla karşıtlaştırırken, kapitalist üretim ilişkilerinin genişleyip
derinleşmesi ve küçük burjuvazinin geniş kesimlerini de daha doğrudan içine
çekmesi, hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik-siyasal vizyonu olmayan, her zaman
uzlaşmaz karşıt iki sınıf arasındaki yalpalamalı ve eklektik durumuyla küçük
burjuvazinin önceki devrimci önderlik iddiası ve hegemonyasının da, devrimin
temel güçlerinden biri olarak varlığının da zeminini tümden kaydırmıştır. Küçük
burjuvazinin sarsılan ve konum kaybeden kesimleri, tarihin kesin hükmü olarak
ancak ve sadece yakınlaşacakları sınıfın, proletaryanın, fiili önderlik ve
hegemonyasına bağlanarak, yalnız emperyalizm ve tekellere karşı değil, tekelci
kapitalizme karşı savaşım içinde bir devrim gücü ve bağlaşığı olabilmesini
koşullamıştır. Proletarya küçük burjuvaziye de, onu mücadele içinde
ayrıştırarak yaklaşır. Proletaryaya düşen, sömürücü, kardan pay alan, burjuvazi
ile kaynaşan yeni orta sınıf kesimlerine karşı uzlaşmaz karşıtlık, durumu
sarsılan, konum kaybı içindeki kesimlerinin ise reaksiyoner ve gerici ve
proletarya içine yaydığı bulanık etkilere karşı savaşım içinde, hegemonyasını
onlar üzerinde kurmaktır. Proletarya, halen ağırlıklı olarak küçük burjuva
alışkanlıklara vb sahip olsa da, proleterleşme sürecindeki küçük burjuva
kesimleri, üst orta sınıflardan; işçi köylüyü madrabaz köylüden; işçi öğrenciyi
varlıklı öğrenciden; işçileşen vasıflı emekçileri kardan pay alan veya yönetim
kademelerindeki beyaz yakalıdan; işçi emekçi Kürdü sermayeye sarılmış Kürtten;
işçileşen küçük burjuvayı sömürücü küçük burjuvadan ayrıştararak, birinciler
üzerinde bağımsız fiili önderliği ve hegemonyasını kurarak ilerleyecektir.”
(KDÖ Mücadele Platformu)
Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaziye,
burjuva devletin bastırmacılığına karşı savaşımdan ürken, bunlarla uzlaşan,
sınıf savaşımının çıkarlarıyla değil de, kimseyi incitmeyen, kimseyi itmeyen,
ve kimseyi ürkütmeyen küçük ve yavan endişelerle, ‘yaşa ve bırak yaşasınlar’
şeklindeki hikmet dolu bir kuralla yolunu çizen orta sınıf liberalizmine ve
pasifizmine yenik düşmeyeceklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder