9 Temmuz 2013 Salı



DİRENİŞİN ZAYIF KARNI:
ORTA SINIF VE PASİFİZM…
Genel Direniş hareketinin başından itibaren hareketin içindeki farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin farklı tutum ve eğilimlerine dikkat çektik.
Hareket içinde neredeyse tüm toplumsal sınıf ve kesimlerden kitlelerin yan yana ve iç içe varlığı, sınıfsal bir değerlendirmeyi zorlaştırsa da, farklı sınıfların belirgin karakteristiklerin somut göstergelerine de yeterince sahibiz.
BURJUVAZİ 
Burjuvazinin belli kesimlerin çıkarları da, hükümetin otokratik uygulamalarına karşı kitlelerin savaşımına kısmen katılmasını ya da şartlı desteklemesini gerektirir. Ama yalnızca kitlelerin tarihsel inisiyatifine ve sokak demokrasisine dönüşmeyen bir katılmasını ve desteklemesini! Kitlelerin tarihsel inisiyatifinin adım adım içini boşaltan ve etkisizleştiren bir katılmasını ve desteklemesini! Burjuva devlet iktidarını, baskı aygıt ve yasalarını, bürokrasisini, seçim sistemini, ücretli kölelik ve meta egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırmayan, ve bunlara sokaklardan meydan okunması ve yıpratılmasına karşı duran bir katılmalarını! Çünkü bu yasa düzen sömürü mekanizmaları onlar için işçi sınıfı ve emekçi kitlelere karşı gereklidir. Burjuvazinin bu kesimleri, kitlelere ‘hükümete karşı benim için mücadele et, onu benim için islah et, ama benim iktidar kurumlarıma dokunma’, der. “Parlamenter planda, barış-uzlaşma-diyalog planında, yani benim hükümet ile uyuşarak, sana saptayacağım sınırlar içinde savaş”, der. “Fiili sokak demokrasisi, barikatlar, devrimci, radikal örgütler aracılığı ile değil, düzen yasalarının tanıdığı, sınırladığı ve asıl sermayeye karşı zararsızlaştırdığı parti, kurum ve sendikalar aracılığıyla, barış-müzakere-lobi yoluyla, hiç kimseyi ama asıl beni ürkütmeden savaş”, der.
Liberalizm, Türkiye’nin “politik kurtuluşu” konusunda tam bir acizlik ütopyasından ibarettir. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, Erdoğangillerin ayrıcalıklarını “barışçı yollarla” aralarında paylaşmak isteyen para babalarının ütopyasıdır. Liberal ütopya, Erdoğan’ı tam bir yenilgiye uğratmadan ıslah etmenin, yıkmadan uzlaşmanın yollarını düşünmek, bu konuda bol bol hayal kurmak demektir. Liberal ütopya, yalnızca bir ütopya olduğu için değil, asıl kitlelerin özgürlük istemini yozlaştırdığı, içini boşalttığı, sermaye egemenliğine bağladığı için zararlıdır. Liberal pasifizme bel bağladıkları sürece kitleler bırakalım gerçek özgürlüğü, AKP’den bile kurtulamazlar.
CHP, BDP gibi burjuva partiler, modern tekno-kobi burjuvazisinin bir kesimi, büyük kapitalist şirketlerin orta ve üst düzey yöneticilerinin bir kesimi, hatta TÜSİAD’ın AKP elinde aşırı güç merkezileşmesinden hoşnutsuz olan bir kesimi de son derece ikircikli, temkinli, hükümeti olabildiğince doğrudan karşılarına almayan ve ikili oynayan biçimde hareketin içinde yer alıyor göründüler ya da koşullu lojistik destek verdiler. Başlangıçta hareketin içinde yer almadıklarını açıklayan ve uzak duran CHP ve BDP, harekete akan tabanlarını kontrol edemez hale gelince, isteksizce ve bir ayakları frende harekette yer almış göründüler.
İstiklal’e tarihi dokuyu yıkarak AVM yapan ve bu AVM’lerde yer alan bazı büyük sermaye grupları, Gezi direnişi çığ gibi büyümeye başlayınca iki yüzlüce Gezi’ye AVM yapılırsa yer almayacaklarını açıkladılar. Aynı iki yüzlülükle, Gezi Parkındakilere ellerinde kalmış stoklardan en ucuz ve son kullanma tarihi yaklaşmış bir gıdım gıda ve erzak yardımı yaptılar, yüzbinlerin eylem alanına dönüşen Taksim civarındaki otel ve mağazalarını koruma kaygısıyla ucundan direnişçilerin yer yer sığınma, tuvalet, yerlerde uyuma ihtiyacına açtılar. Bunda bile eylemlerden ve “uluslar arası eylem turizmi”nden kar etme ve imaj-reklam, milyonların hareketinden sermaye ve piyasalarına halel gelmemesi için birkaç kuruş bahşişle sıyrılma ve asıl olarak da bu hareket üzerinde sermaye kontrol ve egemenliğini tesis etme kaygısını gözettiler. Hükümete bir “itidal” çağrısı yaptılarsa kitlelere bin “itidal, sağduyu, barış, hoşgörü” vb çağrısı yaptılar. Hükümet ne kadar saldırganlaşırsa, kitlelere alay edermiş gibi yaptıkları “sağduyu, hoşgörü” çağrıları o kadar arttı. Hareket içinde yaygın olarak varolan orta sınıfları, proleterleşme sürecinde olan kesim ve gençleri, kendi etkileri altında tutmak, işçiler ve kent yoksulları, radikal ideoloji ve eğilimler ile değil, neoliberal burjuvazinin hegemonyasını benimseyerek onunla koalisyon kurmaya çekmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Orta sınıfların özgürlük yerine neoliberal bireysel-grupsal özerkçiliğe doğru, neoliberal burjuva demokrasisi ve AB’nin desteklenmesine doğru, burjuvaziye bağımlılığa doğru, burjuvazi ve devletinden vazgeçmek zorunda kalma endişesine doğru olan eğilim ve korkuları içinden politika ve manipulasyon yaptılar. Tüm politikaları, hükümeti, devleti, baskı aygıtlarını, bir bütün olarak burjuvazinin sınıf iktidarını -bir miktar “cık cık!”çılıkla ambalajlanmış biçimde- gerçekte onarma çabasından ibaretti.
Bu sınıf ve kesimlerin hareketin 3 haftalık seyrindeki tutumları da son derece karakteristiktir. Başlarında: dışında durmak ve son derece mesefali yaklaşmak, “katılmıyoruz, desteklemiyoruz” çağrıları yapmak… Hareketin çığ gibi büyüdüğü süreçte, hareketin ileri ve militan kesim ve dinamiklerine karşı geri ve orta sınıfçı sosyal liberal-pasifist kesimlerini desteklemek, övgülere boğmak ve birincileri tecrit etmeye çalışmak… Kitle militanlığının en ufak belirtisini “vandalizm” demogojisiyle itibarsızlaştırırken, her türlü pasifist muhalefet biçimini “orantısız zeka” diye pohpohlamak… Hareketin olgunlaşma aşamasında, sokak demokrasisine alternatif olarak sunulan ve onun yerine ikame edilmeye çalışılan “barışçıl, katılımcı, müzakereci demokrasi” adı altında, en geri düzeyde ve fiili kazanımlarının bile gerisinde bir uzlaşmacılık ile, fiili sokak-kitle demokrasisini tasfiye etmeye çalışmak. Sanki hükümet kitlelere “demokrasi”yi bağışlıyormuş, sanki direnmeden vazgeçiyor ve kitlelerin taleplerine boyun eğmeye hazır bulunuyormuş, sanki sermaye ve devletinin kitleleri ezmesini sağlayan hiçbir olanağı yokmuş veya kalmamış gibi bir intiba yaratmaya çalışmak… Hareket henüz gücünü korumakla birlikte birlikte bir duraksama devresine girer girmez, yoğun bir demoralizasyon ve ricat kampanyası başlatmak (“barikatlar kaldırılsın, flamalar indirilsin, siz kitleleri kırdırmak mı istiyorsunuz, Gezi Parkı miadını doldurmuştur, artık kitleler eyleme gelmiyor, dövüşmek istemiyor” vb.). Ve en sonu hareket geçici olarak sönümlenmeye yüz tuttuğunda, kitlelerin barışçıl protesto yürüyüşlerine bile karşı çıkmak, “duran adam”ı alkışlamak, medyada yeni çağ dinleri, pasifist çiçek çocuklar, alternatif liberal-özerk yaşam alanları türünden kampanyalar başlatmak…
ORTA SINIFLAR
Orta sınıf liberal-reformist demokratlar, sınıfsal-toplumsal savaşımın keskinleşmesinden duydukları korku ve nefretle, ondan kaçınma çabalarıyla, savaşımın keskin köşelerini ortadan kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırdedilirler. Bir noktaya kadar destekleyip içinde yer alsalar da, kendi kontrollerinde olmayan ya da kontrolden çıkma eğilimi gösteren kitle hareketlerini “kargaşalık” olarak görmeleri, sert ve kesin savaşımdan korkuları, tarihsel ve toplumsal sorunların ancak toplumsal savaşımla net bir sonuca bağlanabileceği gerçeğinden yan çizmeleri, kitlelerin en çok nefret ettiği düzen kurumlarına tepkisini ortaya koymak için başvurduğu sert yöntemlerin en ufak belirtisi karşısında paniklemeleri ile ayırd edilirler. Bu yüzden, harekete önderlik etmek yerine, çatışan güçleri uzlaştırmak için planlar düzenlemeyi iş edinirler.
Hareketin en güçlü olduğu noktadaki güçsüzleşmesinin belli başlı nedeni, AKP Hükümetinin muhafazakarlık ve otokratik çizgilerinden çok kitlelerin tarihsel girişkenliğinden, fiili sokak demokrasisinden korkan (yukarıda andığımız burjuva liberalizmi ile de iç içe geçmiş) orta sınıf liberalizmidir. Liberalizm, kitlelerin dişe diş mücadele taleplerinin yerine, çok nazik, çok sempatik bir gülücük ile çıkmaz ayın son perşembesine ertelediği güçsüz dileklerini geçirir.
Hareketin belli başlı iç zaafı, proletaryanın bağımsız sınıf olarak çekim gücünün zayıflığı, alt orta ve üst orta katmanlarıyla birlikte sesi her zaman daha çok çıkan, eğitim, medya ve serbest zaman olanaklarına daha fazla sahip olan küçük burjuvazinin yaygın varlığı, özel olarak da derin bir liberal atmosfer içinde yoğrulmuş orta sınıf liberal-reformist siyasetçi, yönetici, sendikacı, ideologların varlığıydı.
Hareketin belli başlı iç zaafı, küçük burjuvazi ve küçük burjuvaziden proletaryaya doğru çözülen geniş ara katmanların, liberalizm ile demokrasi, genel olarak demokrasi ile sosyalist demokrasi arasında sınıf köklerine dayanan ayrımı yapamamasıydı. Kuşkusuz küçük burjuvazi de çelişkin sınıf karakteri gereği biri sosyal liberal-pasifist, diğeri daha radikal eğilimler gösterdi.
Sosyal liberal reformist eğilim de, aslında biri ötekini bütünleyen iki eğilimden müteşekkildi. Biri, Taksim Dayanışması’nın da üzerine çöreklenmeye kalkışan liberal-reformist, yasalcı, bürokratik parti, kurum ve sendikalar. Bunların harekete hükümet etmesi demek, hareketin tüm meşru-fiili özgürlükçü ruhuna karşı tüm eski yasalcı, bürokratik, hiçbir ciddi reformu, hatta kendi programlarında yer alan reformları bile gerçekleştirmede yeteneksiz, taban kontrol aygıtını kitlelerin tarihsel girişkenliği ve sokak demokrasisinin yerine geçirmeye kalkışmak demekti. Diğeri, Negri-Laclau tarzı “radikal demokrasi” (aslında sosyal-liberal anarşist) eğilimdi ki, ilkiyle bağdaşmaz görünmekle birlikte, gerçekte onu “aşağıdan” bütünlüyor, aşağı yukarı aynı şeye hizmet ediyordu.
Küçük burjuva halkçı demokratizm ise, sıcak savaşım süreçlerindeki militan, öncü savaşım inisiyatifiyle kendini bunlardan ayırıp, hareketin bunlar tarafından geriye çekilmesine karşı da anlamlı bir direnç göstermekle birlikte; halkçı demokratizmin liberal demokrasi içinde çözülmüşlüğü nedeniyle, ideolojik-siyasal planda kendini yeterince ayıramadı, hareket içindeki gerçek radikal savaşım damarına sahip kitlelere hitap edemedi. Bu durum zaten önemli bir bölümü HDK ve neoliberal reformist barış-müzakere süreci ya da anti-emperyalist ulusalcılık içinde erimiş TDH’nin, kimilerinin sandığı gibi fizik gücünün sınırlılığından çok, asıl ideolojik-siyasal olarak yaşadığı çözülme ve kitle hareketinin ortaya çıkan yeni istem, ihtiyaç, yetenek ve dinamiklerine yanıt verememesinden kaynaklandı.
Hareketin önündeki en büyük engel ve geriye çekici etkenlerden biri, CHP ve BDP ile tam bir blok oluşturan ve onların kuyruğuna yapışan, TKP, HDK (EMEP, ESP, Partizan, DHF, vd), yanısıra KESK, DİSK, TMMOB, TTB bürokrasilerinden geldi. Troçkist, feminist, çevreci, anarşist orta sınıf örgüt ve platformları, Müşterekler gibi Negrici-Laclaucu “radikal demokrasi” yanlısı platformlar ve çevreler de Taksim Dayanışması içerisinde gündemleşen tüm temel mücadele konu ve kararlarında bu liberal-reformist bürokratik blokla birlikte davrandı. Bu blok, kitlelerin tarihsel girişkenliğini ve sokak inisiyatifini kırmak, hareketi burjuvazinin sosyal neoliberal kesimlerine (hatta TÜSİAD ve AB demokrasisine!) yedeklemek, “tarihsel sorumluluk ve sağduyu sahibi” bu çürümüş düzen aygıtlarının kontrolünü isyan eden kitleler üzerinde tesis etmek için elinden geleni esirgemedi.
Liberal-reformist bürokratik parti, kurum ve sendikalarla, anti-otoriter kılıklı sosyal liberal-anarşizmin mücadelenin tüm temel konu ve dönemeçlerinde şıp diye buluşuvermesi, ibretliktir. Onlar, harekete yükseliş sürecinde en son katılıp, devlet baskı ve saldırılarının giderek tırmanması karşısında hareketi ilk terkedenler olarak da, düzene binbir bağla bağlı orta sınıf liberalizminin tipik bir karakteristiğini yansıtırlar. Onlar, hareketin yükseliş döneminde kabaran kitlelerin içine kolay ve çabuk zafer hayalleriyle atılan ve fakat, tam da mücadele eden o kitlelerin gerçek mücadele istem ve özlemlerini kavrama ve o çok övdüğü “sıradan kitleler” içinde direngen ve ciddi bir çalışmayı sürdürme yeteneğinde olmadığı gibi, hareketin daha ilk aksamasında hızla demoralize olan ve hareketi önce asgari direniş çizgisine, sonra da tümden tasfiyeye çekmeye çalışan o “parlak”, “orantısız zeka sahibi” orta sınıf liberallerinin ruh halini yansıtırlar.
Bu blok, 1 Haziran sonrasında burjuva devletin 3 büyük saldırısı öncesinde ve sonrasında verdiği mesajların ve çektiği kırmızı çizgilerin her birine büyük bir hızla uyarlanmakla kalmadı. Hareketi de her seferinde, kitlelerin fiili savaşımla kazandığı mevzilerin daha gerisine, en gerisine çekmek ve adım adım tasfiye etmek için, bizzat bu küflü düzen mekanizmaları içinde öğrendiği her türlü bürokratik emrivaki ve manevrayı kullanmaktan kaçınmadı. Bu blokta en tipik olan, kitlelerin meşru-fiili mücadele girişkenlikleri ekseninden düzene değil, alabildiğine içselleştirdikleri yasa-düzen-devlet merkezinden bu harekete bakmaları, bu ikisini düzen temelinde uzlaştırmaya çalışmalarıydı. Ki bu da kitlelerin fiili sokak demokrasisi ve mücadele girişkenliğinin tasfiyesinden başka bir şey değildir!
GEZİ PARKI VE YASA-DÜZEN BLOKU 
Önce Taksim çevresinde barikatların kaldırılmasını, sonra flama ve pankartların kaldırılmasını, en sonu Gezi Parkı’ndaki -bu kurumların denetiminde tek bir çadır bırakarak- tüm çadır ve kitlelerin kaldırılmasını istediler! Taksim Dayanışması’nın Başbakanla yapabildiği kısmi görüşmede, Başbakan’ın Taksim Dayanışması heyetini azarlaması, tehdit etmesi ve masayı terketmesini saklı tutup, bunu Hükümetin geri adım atması olarak sundular. Kitlelerin Gezi Parkı konusundaki fiili kazanımını da hiçe sayarak, hükümetin mahkeme kararını tanıyacağını açıklamasını -bu kararı temyiz etmesini bile sorun etmeyerek- bunu bir kazanım olarak sundular. Taksim Dayanışması adına görüşmeye giden heyetin sözcüsü, en ufak bir kazanımın olmadığı bu görüşmenin ardından gece yaptığı basın açıklamasında “pozitif” olarak sundu. Hükümetin yalnızca polislere ilişkin soruşturma açılma ihtimaline dair kof vaadini değil, halktan da şiddete başvuranlara ilişkin görüntülerin devlete teslim edilmesine dair bunları aynı kefeye koyan ve ihbarcılığa teşvik eden yönergesini bile orada kekeleyerek tekrarlayacak kadar yasa-düzen-devlet hipnozu altındaydı! Bununla da kalmadı, ‘Gezi Parkı’nın da o gün akşamı ya da yarın sabah büyük bir şenlikle, pardon ölenler için ağıtla bitirileceğini, pardon bitirilmesi gerektiğini, yine pardon tabii bunun Taksim Dayanışması’nda konuşularak bitirileceği, en bir pardon tabii kitlelerin görüşüne sunularak ve -en demokratik biçimde!- ikna edilerek bitirileceği” gibi kekeleme skandallarına da imza attı. (Bu kişinin görüşmeler ve sonuçları üzerine söylediği tek doğru şey, Gezi Direnişi canlı yayınlayan bir TV kanalıyla yapılan telefon bağlantısında söylediği; “Bizim işimiz lobicilik” sözüdür. Bu, düzenin muhalif bileşeni olan bu bürokratik kurumların özsel karakterini yansıtan itiraf olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin, bu hareket içinde ölümüne direnenlerin hafızalarına kazınmalıdır. Onlar, mücadele içinde sınanarak, mücadele içindeki inisiyatif ve kararlılıklarıyla, mücadeleyi ilerletmek yetenekleriyle, taban demokrasisiyle değil, devlet bürokrasisi içindeki lobi yetenekleriyle bir yerlere gelirler, kitlelerin mücadele istem ve inisiyatifine uzaklaşıp yabancılaşırlar, binbir bağla bağlandıkları düzenin yetki ve ayrıcalıklarına sahip olan birer uzantısına dönüşürler. Evet, işleri kitlelerin mücadele inisiyatif ve istemlerini savunmak değil bürokratik lobiciliktir. /Kendilerini kitlelerin mücadelesine değil sermaye düzenine, bürokrasisine, yasasına sorumlu hissederler.)
Bu hayali “kazanım karşılığında”, Gezi Parkı’nın -kendi kontrollerinde tek bir sembolik çadır bırakılarak- boşaltılmasını dayatmaya kalkıştılar. Bu blok kendi içinde anlaşıp önceden hazırladığı, tek sembolik çadır bırakma adı altında Gezi Parkı’nın tasfiyesini ima eden basın açıklamasını, el çabukluğuyla Taksim Dayanışması toplantısından geçirmeye çalıştılar. Bunu Taksim Dayanışması toplantısında, Devrimci Proletarya ve diğer devrimci grupların, yanısıra bizzat Gezi Parkı’nda yapılan 2-3 bin kişinin katıldığı forum karar ve temsilcilerinin direnişinden geçiremeyince, bu kez tasfiye kararlarını Taksim Dayanışması “bileşenlerinin görüşü” olarak medyaya ve kitlelere sunmaya kalkıştılar. Başta orta sınıflar olmak üzere kitlelerin en ilkel içgüdü ve korkularına hitap etmeye yönelik tasfiyeci bir demoralizasyon kampanyası açtılar.
Taksim Dayanışması’nın akşam 20.00′da başlayıp sabaha karşı 4.00′da yüksek gerilimli o ünlü toplantısında, yasa-düzen bloğunun dayattığı bu tasfiyeci kararların geçmemesinde, komünistlerin ve devrimcilerin net duruşunun önemli bir etkisi oldu. Fakat asıl etken, yasa-düzen bloğunun toplantı öncesine alel acele, görünüşü kurtarmak için, ve Gezi Parkı’nı boşaltma eğiliminin çıkacağını sanarak koydukları kitle forumlarından tam tersi bir direngenliğin ve kararın çıkması oldu: “Görüşmede hiçbir kazanım yoktur, 4 talebimiz kabul edilinceye kadar, geri adım yok. Gezi Parkı’ndaki fiili işgali sürdürerek ve büyüterek mücadeleye devam!”
Hareketin taban nabzını zerre kadar tutmayan ve zaten sermaye-devlet kurum ve örgütleri nezdinde “lobicilik” dışında hareketin dinamik karakteri umurunda olmayan liberal-reformist-bürokratik blokun, göstermelik olarak koyduğu forumlardan beklediğinin tam tersi bir irade çıkmasında, hesaplayamadığı şu oldu: Devletin Salı günkü 2. büyük saldırısı sonrasında, Gezi Parkı ve Direnişinin sınıfsal-toplumsal bileşiminde hissedilir bir değişme yaşanmıştı. Orta ve üst sınıfların direnişe katılımında, Gezi’yi sahiplenmesinde ve kalmasında ve ziyaret etmesinde belirgin bir düşüş, belirgin bir seyrelme olmuştu. Gezi’de kalanlar, hafta içi iş çıkışı, hafta sonu tam gün gelenler, taleplerimiz kayıtsız koşulsuz kabul edilinceye kadar direnişe yükselterek devam diyenler arasında, işçilerin, işçileşme sürecinde olanların, kent yoksullarının, küçük burjuvazinin daha radikal kesimlerinin özgül ağırlığı hissedilir biçimde artmıştı. O gün, Taksim Dayanışması’nı ipotek altına almaya kalkışan liberal-reformist-bürokratik blokun, Gezi’yi bitirmenin altlığı için araya sıkıştırdığı forumlara, 2 binin üzerinde insan, ilk kez kendi hareketlerinin seyri üzerine söz ve karar sahibi olma fırsatını görerek, büyük bir istek ve coşkuyla katıldı. Eşzamanlı olarak yapılan 7 forumun sıkıştırıldığı 2 saatlik süre içinde 2′şer dakikadan 300′den fazla kişi söz aldı, bunun en az iki katı insan söz altmak istedi. Her söz büyük bir dikkatle dinlendi, büyük bir coşku ve enerji açığa çıktı. Bu liberal reformist bürokratik blokunun yaydığı liberal tasfiyeci ruh haliyle o kadar tezattı ki, ancak hareketin içindeki farklı toplumsal sınıfların çelişkin varlığı temelinde anlaşılabilir.
Ve 8 saatlik, o zamana kadarkinin yaklaşık 3 katı katılımla (yaklaşık 250 kişi) yapılan Taksim Dayanışması toplantısında, yasa-düzen blokunun bu forumlardan çıkan mücadele iradesi karşısında afallayışı, onu aşamadıkça bastırmacılığa varan reaksiyonerliği o kadar barizdi ki… Yalnızca kullandıkları bir argumanı tarihe not düşmek yeter: “Orada 300-500 kişi forum yapıp birbirini gaza getirmiş. Burada 11 milyon oy alan (CHP), 3.5 milyon oy alan (BDP) partiler, yüzbinlerce üyesi olan sendikalar (KESK) var!!” Evet, yalnızca bu arguman bile, bu yasa-düzen bloğunun nasıl kitlelerin fiili mücadele demokrasisinden, kitle savaşım meclislerinin en basit bir tohumundan bile rahatsız olduklarını, nasıl bir burjuva temsili demokrasi, parlamentarizm önyargısıyla yoğrulduklarını, burjuva parlamenterizm ve bürokratizmini nasıl kitlelerin meşru-fiili öz savaşım demokrasisinin karşısına koyup savunduklarını göstermeye yeter. Bir diğer tipik argumanları: “Gezi Parkı bizim kontrolümüzde değil!” Öyle ya onların alışageldiği mücadele tarzı, parlamenterizm ve sendikalizmdir. Onlar düğmeğe bastığında yasal prosedüre uygun barışçıl etkisiz hava boşaltma miting ve grevleridir. Çünkü onlar, kitlelerin bağımsız taban inisiyatifini geliştiren örgütlenme biçim ve içerikleri değil, tam tersine kitleleri kontrol altında tutmaya dayalı bürokratik aygıtlardır. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun kabından taştığı koşullarda bile, verdikleri mesajlar kitlelerin mücadele enerjisini artırmaya değil, tam tersine bunu kontrol altına almada kendi işlevlerini hatırlatacak tarzda devletedir!!
Gerçekleşmesini, çok nazik ve çok sevimli bir gülücük ile, çıkmaz ayın son perşembesine erteledikleri güçsüz karar ve dilekleri: “Gezi Parkı’ndan geri adım atarak iyi niyetimizi gösterelim; mücadeleyi yeni bir veçheye geçirip yaygınlaştıralım”dı. Tabii, kolayca tahmin edileceği gibi, ortaya koydukları laf değirmenleri dışında, somut “yeni mücadele veçhesi” programı yoktu. Belki içlerinde Gezi’yi sembolik nöbete indirgemeyi, mücadeleyi ileri sıçratmak için samimi bir taktik soluklanma/zaman kazanma adımı olarak önerenler de vardır, fakat onlar da tek ortak noktası Gezi’yi tasfiye etmek olan bu liberal-reformist-bürokratik blokta yer almanın ve ondan “yeni mücadele veçhesi program ve çağrısı” beklemenin faturasını, tek bir önerilerinin dahi kaale alınmayıp tartışmaya bile açılmamasıyla ödediler.
Ama bizzat mücadele içindeki kitlelerin en mücadeleci ve direngen kesimlerinden kopartılmaya çalışılan bu karar mekanizmasının bürokratik ayak oyunlarından arınması ve yığınların mücadele girişkinleğinin yüzbinlerle harekete geçmesi için, Taksim ve Gezi Parkı’nın bir kez daha saldırıya uğraması yetti. Yasa-düzen bloğu ve orta yolcuların “Direniş Gezi’ye sıkıştırılamaz” söylemiyle burjuva hukukuna teslim etmeye kalkıştıkları Gezi’nin Direnişin kalbi olduğu bir kez daha görüldü. Direnişin fizik olarak Gezi’yle sınırlı olmadığını, Türkiye çapında siyasal-toplumsal bir sarsıntı yarattığı ve taşları yerinden oynattığını, dünya çapında yankı ve etki yarattığını ilkokul çocukları bile bilir. Fakat yasa-düzen blokunun anlamadığı, Gezi-Taksim’in kolektif dayanışma, paylaşım ve mücadele pratiklerinin ve böylelikle yasa-düzen dayatmalarında açılan ilk ciddi fiili sokak demokrasisi gediği olmasıyla kazandığı tarihsel-siyasal anlamdır. Liberal reformistlerin kitleleri, dövüşmeden terketmeye ikna edeceklerini sandıkları, cevaplarını önce Gezi forumlarındaki binlerce kişiden, sonra da yüzbinlerden aldıkları Gezi işte asıl bu Gezi’dir.
Her saldırıda orta sınıflar azaldı, işçilerin ağırlığı arttı
Yüzbinler bir kez daha harekete geçti, ve orta sınıfların katılımı biraz daha azalırken, işçilerin ve kent yoksullarının aktif katılımı ve özgül ağırlığı biraz daha genişledi. Bunu hem bu şimdilik son yığınsal eylem dalgası içindeki kendi gözlemlerimizden, hem daha önce nisbeten sınırlı kalan işçi emekçi semtlerinin (örneğin İstanbul’da Tuzla, Kartal, Gazi Osman Paşa, Güngören-Bağcılar, Fikirtepe, vd) sayıca artmasından ve eylemlerin yığınsallaşmasından, hem de canlı yayınlardan da görülebilecek biçimde İstanbul ve Ankara’nın en merkezi yerlerindeki kitle eylemlerinin ön saflarındaki işçi-emekçi profillerinin artmasından rahatlıkla söyleyebiliriz.
16 Haziran Pazar günü, polisin semtten çekilmesi ve çatışma ve eylemlerin bir süreliğine durulması ile Nişantaşı’ndaki küçük bir parkta dinlenmeye çalışan tamamen raslantısal olarak bir araya gelmiş bir grup insanın bileşimi: Tuzla’dan işten çıkarak gelmiş 20′li yaşlarında bir kargo işçisi (daha önce günde 13 saat çalışırken, kendisi üye olmasa da sendikanın girmeye başlamasıyla iş saatlerinin 8 saate indiğini, ama daha fazla duramayıp 4 gündür Taksim direnişine geldiğini, eski solcu olduğunu söylediği şube şefinin ilk iki gün kendisini arayıp “direnişteyim” cevabını alınca sesini çıkarmadığını, ama işe gitmediği 3. gün işten çıkardığını, işin iyi olduğunu ama insanlar canını verirken kendisinin işini vermemezlik edemeyeceğini, anlattı.), bir mağazada “satış sorumlusu” genç işçi, bir meslek ticaret lisesi öğrencisi, bir Eskişehir’den gelmiş işçi emeklisi, bir Kuşadası’ndan geldiğini söyleyen turist rehberi, baretleri, gaz maskeleri, gözlükleri, ipodları, giyim kuşamları, spreyleri, sırt çantaları, ACAB takıntıları ile 3 kişilik bir üniversiteli gençlik grubu… Bir süre sonra 4 turuncu üniformalı belediye işçisi, park-bahçe barakasından temizlik eşyalarını almak için geliyor, biri parktaki banklarda uyuyan ya da sohbet eden direnişçilere şöyle bir bakıp “sizin yakıp yıktığınızı pazar günü bize temizletiyorlar” türünden homurdanarak geçiyor, biri ise birkaç saniyeliğine yanımıza gelip sadece “AKP’ye oy verdiğini, eylemlere katılmadığını ama bundan sonra AKP’ye oy vermeyeceğini” söyleyip bir yanıt beklemeden uzaklaşıyor…
Yüzbinler yine Taksim ve Kızılay’a doğru harekete geçti, ancak: 1- İlk haftaların şaşkınlık ve bocalamasını üstünden atan devletin, Taksim’in hattı müdafasından şehir çapında sathı saldırı organizasyonuna geçmesi, tüm ana arteller ve geçiş noktalarını tuttuğu gibi, 2-3 yandan birden hareketli saldırı ve gözaltı ekipleriyle alan hakimiyetini genişletmesi, yüzbinlerin Taksim civarında toplanmasını engelledi. 2- Taş atılmasının, sapan, molotof , havai fişek kullanımının engellenmesi ve salt barışçıl gösterilerin genel ve geriye çekici bir norm haline getirilmesi, gösterilerin uzun süre mevzi tutumamasına ve savunmaya çekilmesine, polisin ise daha hızlı ve rahat biçimde tek yanlı saldıran konumunda olmasını kolaylaştırdı. 3- “Terör örgütleri silah kullanıyor” türünden dezenformatif psikolojik savaş saldırganlığı, ordunun, sıkıyönetimin, linç histerileri ve katliamların ucunun gösterilmesi, Direnişin yayın organı haline gelen El-Cezire karikatürü Halk TV’nin de ilk dönemki yaygın canlı ve yarı-ajitasyonal yayının iyice ray değiştirip bir çok haber ve görüntüyü yayınlamaması, daha sınırlı ve daha pasif eylemleri tek biçim gibi göstermesi, CHP, BDP, bürokratik sendikalar ve bir bütün olarak liberal-reformist blokun bırakalım “mücadelenin yeni veçhesi” lafzını, en ufak bir mücadele çağrısı bile yapmayıp tam tersine kitleleri büsbütün pasifize ve stabileze etmeye dönük açıklama ve manipulasyonları, CHP ve bürokratik sendikaların barışçıl kitle yürüyüşlerini bile daha geriye, daha da pasifist, daha da uzlaşmacı ve kabullenici eski tarz basın açıklaması ve oturma eylemlerine doğru çekmesi, ve en sonu, daha bir çok yerde gösteri ve çatışmalar sürerken Halk TV’nin (CNN’in penguen belgesi yayınlamasının bir tür yeni bir versiyonu olarak) saatlerce “duran adam” tarzı en geri, en pasif, en bireysel protestosuna odaklanması ve özendirmesi…
Şimdilik kaydıyla bu sonuçta, burjuva devletin nihai işlevi olan iç savaş aygıtı pozisyonuna doğru geçiş sinyalleri vermesine karşılık, kitlelerin henüz böyle bir sınıfsal-toplumsal bilinç, hazırlık, kararlılık, sonuna kadar gidecek gözü kara cesaret ve donanımının çok uzağında olması kuşkusuz önemli bir etken olmuştur. Fakat kararlılık ve cesaret bireysel veya ahlaki bir sorun değil, hangi sınıfın bunlara yetenekli olduğunu bilme sorunudur. Proletaryanın bağımsız önder sınıf olarak olmadığı, henüz yeni bir düzlemden oluşum sürecindeki sınıf karakterinin zayıf olduğu koşullarda, isyan ve direniş hareketinin bu ilk eldeki sınırlarını belirleyen, asıl bu sınıf karekterindeki olgunlaşmamışlık ve bulanıklıktır. Buna rağmen, burjuva devletin şiddet dozu ve yaygınlığı giderek büyüyen her saldırısı öncesinde, burunları devletin saldırı kokusu ve mesajlarını iyi alan liberal-reformist lobicilerin ve orta ve üst sınıfların fiilen kazanılmış ve meşrulaştırılmış mevzileri bile safra atar gibi dövüşsüz terketme ve gerileme eğilimine karşılık, hareketi ve direngenliği ayakta tutan ve sürdürme kararlılığını gösterenler, daha ziyade hareket içindeki özgül ağırlığı artan işçiler, işçileşmeye yakın toplumsal katmanlar ve küçük burjuvazinin çalışan ve daha radikal kesimleri olmuştur.
İşçi sınıfının altındaki ve üstündeki ara katmanlarla iç içeliği
Bununla birlikte, proletaryanın bağımsız sınıf karakteri, bilinci ve örgütleri henüz zayıf olduğu gibi, zaten hiçbir zaman arasında duvar olmayan üstündeki ve altındaki toplumsal ara katmanlarla geçişliliği günümüzde son derece artmıştır. Küçük burjuvaziden proletaryaya doğru uzanan geniş ara katmanlarının, emek ile sermaye, sokak demokrasisi ile mali oligarşi arasında ikincilere doğru bir uzlaşma sağlamaya çalışan orta sınıfların; istikrarsızlık, dağınıklık, gevşeklik ve ortak çabada yeteneksizlik ruhunu işçi kitlelere de taşımaktadır. Lenin’in de hep vurgulamış olduğu gibi, “burjuva toplumunda savaşımın tüm, kesinlikle tüm yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar, ve -bu nedenle bu savaşım yöntem ve biçimleri- olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur, hatta rezilleşir.” Gezi Direnişi’n de kitle militanlığının adım adım pasifize edilmesi, onbinler ateşe verilen barikat başında polise taş yağdırırken bunun “orantısız zeka” diye pohpolan “duran adam”, “baloncuklu kadın” pasifizmine doğru çekilmesi, bunun tipik bir ifadesidir.
Her saldırı sırasında ve sonrasında burjuva/orta sınıf liberalizminin hareketteki fizik ağırlığının azalmasına karşılık ideolojik-siyasal etkisinin artması, işçi ve işçileşen kesimlerin ise fiili mücadeledeki rol ve ağırlığının artmasına karşılık bunun ideolojik-siyasal-örgütsel karşılığını yaratamaması/bulamaması temel sorundur.
Ancak en büyük yanılgı, işçi sınıfının bürokratik-yasalcı sendikalizm ile sınırlı algılanması, işçi sınıfının birliğinin ekonomik-sendikal planda kurulucağının sanılmasıdır. Tam tersine, bu hareketten orta sınıfların çıkaracağı ders pasifizm iken, işçi sınıfınınki kitlesel militan siyasal mücadele eğilimi, siyasal sınıf mücadelesi taleplerinin gelişmesi olacaktır. Olmalıdır ve bizim başlıca görevlerimizden biri işte budur. Plaza işçilerinin, Cevahir işçilerinin yığınsal protesto eylemleri, hem de sınıf karakteri en geri ve dağınık olan kent merkezinde çalışan dev çaplı yeni işçileşen kitlelerdeki bunun küçük bir belirimidir. Polise çiçek veren, çay ikram eden, baloncuk uçuranların sempatik bir gülücük ile hükümet, devlet bürokrasisi ve baskı aygıtlarında “insani duygular” uyandıracağı, özgürlük ihtiyacı ile bunların birarada kardeşçe yaşayacağı tarzındaki orta sınıf terbiyesiyle karşılaştırıldığında, “ACAB”cı gençlerin “terbiyesizliği”, proleter sınıf kini ve karşıtlığına çok daha yakındır. Ve kuşkusuz bu aynı polis ve silahlı korucular üniversitelere ve stadlara girdiğinde, sosyal medya polis medyasına çevrilmek istendiğinde… Toplumsal işçileşme süreçleriyle de birleşen toplumsal yaşamın her alanından bu kin ve özgürlük ihtiyacı daha patlamalı bir hal alacaktır.
Baylar bayanlar, siz örneğin bir 68′den geriye yalnızca “çiçek çocuklar”, Marcuse ve Leo Buscalia’nın mı kaldığını sanıyorsunuz? Öyleyse AKM’deki Deniz posteri karşısında bunca korkunuz niye? Gezi çocukları: “o çocuklar büyüyecek…”, ve çoğu neoliberal mali oligarşik kölelik rejiminizde, eskisi gibi çalışmak, yaşamak ve yönetilmek istememek ne kelime, zerresine tahammül edemeyen toplumsallaşmış işçiler olacak. Ama oraya giden yolu da Gezi’nin ardçı sarsıntıları, ve giderek daha bir proleterleşen fiili yığınsal grev, işgal, blokaj ve direniş dalgaları açacak…
Bu hareketi içindeki farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ayrım ve farklı eğilimlerini de örtecek biçimde bir halk hareketi ya da bir orta sınıf hareketi olarak tanımlayıp orta sınıflara -hatta kimileri için üst orta sınıflara, Kürt burjuvazisine, CHP’ye vb- yükledikleri misyon ne olursa olsun, bu hareketin gösterdiği tam tersine orta sınıfların güçsüzlüğü ve bağımsız proletarya hareketinin çekim gücünün zayıflığında orta sınıfların daha fazla burjuva liberalizmine sarılmasıdır.
“Kapitalizmin bir üst tekelci ölçekten gelişmesi, sarsıp çözdüğü küçük burjuva kesimleri onunla karşıtlaştırırken, kapitalist üretim ilişkilerinin genişleyip derinleşmesi ve küçük burjuvazinin geniş kesimlerini de daha doğrudan içine çekmesi, hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik-siyasal vizyonu olmayan, her zaman uzlaşmaz karşıt iki sınıf arasındaki yalpalamalı ve eklektik durumuyla küçük burjuvazinin önceki devrimci önderlik iddiası ve hegemonyasının da, devrimin temel güçlerinden biri olarak varlığının da zeminini tümden kaydırmıştır. Küçük burjuvazinin sarsılan ve konum kaybeden kesimleri, tarihin kesin hükmü olarak ancak ve sadece yakınlaşacakları sınıfın, proletaryanın, fiili önderlik ve hegemonyasına bağlanarak, yalnız emperyalizm ve tekellere karşı değil, tekelci kapitalizme karşı savaşım içinde bir devrim gücü ve bağlaşığı olabilmesini koşullamıştır. Proletarya küçük burjuvaziye de, onu mücadele içinde ayrıştırarak yaklaşır. Proletaryaya düşen, sömürücü, kardan pay alan, burjuvazi ile kaynaşan yeni orta sınıf kesimlerine karşı uzlaşmaz karşıtlık, durumu sarsılan, konum kaybı içindeki kesimlerinin ise reaksiyoner ve gerici ve proletarya içine yaydığı bulanık etkilere karşı savaşım içinde, hegemonyasını onlar üzerinde kurmaktır. Proletarya, halen ağırlıklı olarak küçük burjuva alışkanlıklara vb sahip olsa da, proleterleşme sürecindeki küçük burjuva kesimleri, üst orta sınıflardan; işçi köylüyü madrabaz köylüden; işçi öğrenciyi varlıklı öğrenciden; işçileşen vasıflı emekçileri kardan pay alan veya yönetim kademelerindeki beyaz yakalıdan; işçi emekçi Kürdü sermayeye sarılmış Kürtten; işçileşen küçük burjuvayı sömürücü küçük burjuvadan ayrıştararak, birinciler üzerinde bağımsız fiili önderliği ve hegemonyasını kurarak ilerleyecektir.” (KDÖ Mücadele Platformu)
     Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaziye, burjuva devletin bastırmacılığına karşı savaşımdan ürken, bunlarla uzlaşan, sınıf savaşımının çıkarlarıyla değil de, kimseyi incitmeyen, kimseyi itmeyen, ve kimseyi ürkütmeyen küçük ve yavan endişelerle, ‘yaşa ve bırak yaşasınlar’ şeklindeki hikmet dolu bir kuralla yolunu çizen orta sınıf liberalizmine ve pasifizmine yenik düşmeyeceklerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder